Feminist Haremin Çıkmazının Aşılması Bağlamında Önemli Bir Kırılma Noktası: Gezi Direnişi
(Prof.Ayşegül Yaraman’ın yazısına Zülal’in resmi eşlik ediyor. Zülal Ertürk’e teşekkürlerimizle.)
Kadınların eşitlik mücadelesi biyolojinin cinsiyetçi hiyerarşiye gerekçe oluşturmasının “keşfi” ve isyanıyla başlar. Önceleri bu biyolojik eksikliğin erkeğe eşitlenerek/erkekleşerek telafisi devrimci bir nitelik arzeder ama, eninde sonunda erkeği yücelten bu çıkmaz, cinsiyetçi değerlerin sorgulanmasını dayatır. Kadının erkeğe “eşit” kılınması, erkek kodlarıyla gerçekleşmekte; bu durum otomatikman “erkek gibi kadın”ı modelleştirirken, “kadın gibi erkeği” cezalandıran bir kültürel atmosferi beslemektedir. Diğer bir deyişle varılması gereken yüce değer erkektir ve birinci dalga kadın hareketiyle beraber modernleşme süreci; özellikle hukuki bağlamda hiç küçümsenemeyecek kazanımlarla beraber kadına, gönüllülükle erkeği yüceltme, onun istediği gibi/onun gibi olma imkanı vermiştir.
Bu paradoks “kadın doğulmaz, kadın olunur” felsefe ve politikasıyla cinsiyetçi kültürün sorgulanmasına götürür. Cinsiyetçi kültür deşifre edilirken, biyolojik kadın tespitinden başlayarak kadına atfedilmiş tüm değer ve normların aşağılanması/küçümsenmesi ve erkeğe benzeme/erkeğin tanımladığı kadın olarak eşitlenmenin çıkmazı, ikinci dalga kadın hareketinin ve modernitenin tektipleştirici ( bu bağlamda erkeğin ideal tipliği) niteliğinin eleştirisinin temel belirleyenlerinden olur. Kadına atfedilen değerler, erkeğinkine denktir. Ancak cinsiyetçilik algısını kitleselleştirerek; cinsiyetçi ayrımcılığın kınanmasını/reddedilmesini tutum bazında hegemonikleştiren bu dönüşüm, biyolojik kaderden kültürel kadere uzanan bir başka cinsiyetçi ayrılığı, istemeden meşrulaştırır.
Bir başka deyişle kültürel bir harem-selamlık, toplumsal cinsiyet tartışmalarında ve giderek cinsiyetçi pratikleri azalmasa bile bu konudaki farkındalığı çoğalan geniş kitlelerce, “ilericilik” ve “demokrasi” adına olumlulanmaktadır. Cinsiyetçi bakışın/pratiklerin kırılması adına, kadına ait olduğu varsayılan değerlerin yüceltilmesi sözkonusudur. Bu değerlerin biyolojik dişiliğin doğal bir sonucu mu olduğu tartışılmamaktadır. Oysa kadınlığın cinsiyetçi öğrenme sonucu kurulduğu kabul edilmektedir. Ancak bu kültürel kuruluma, paradoksal bir biçimde sahip çıkılmakta ve egemenlik ilişkileri bağlamında “yaratılmış” kadınsılığa olumlu ayrımcılık yapılması aslında cinsiyetçiliği pekiştirmektedir. Daha bilimsel bir açıklamayla sembolik şiddet ve/veya iyicil cinsiyetçilik, feminizme yedirilmektedir.
Geçen hafta, Şirin Payzın’ın yönettiği yaklaşan genel seçimlerle ilgili tartışma programında hiç kadın tartışmacının bulunmamasını garipseyen erkek katılımcıya sunucunun kırgın yanıtı şöyleydi: “Bana mı söylüyorsunuz bunu? Ben ki kadınların siyasal temsili için bu kadar program yaptım?” Yukarıda anlatmaya çalıştığım çıkmaz işte budur. Gerçekten kadın hareketine destek verip içinde olan Şirin Payzın, kadının siyasal temsili için “ayrı” programlar yapmayı, samimiyetle önemli görmektedir. Oysa, aslolan kadını, siyasal temsil ve/veya başka alanlardaki tüm tartışmaların içinde “doğal” olarak konumlamaktır. Yoksa siyaset ve diğer alanlar “dişiliksiz” kalmaktadırlar. Resmi nikah kıymadan dini nikah yaptıranlara ve evlilik cüzdanını görmeden bu nikahı kıyan din görevlisine iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilmesini öngören yasa maddelerinin iptal edilmesi, hiçbir kadın üyesi bulunmayan Anayasa Mahkemesi’nde kabul edilmiştir. Bu durumda Mahkeme’nin kadınsızlığını kınarken; kadınlara ve kadın sorunlarına ayrılmış programların da kadınları gettolaştırmaya zihinsel malzeme ürettiği gözden kaçırılmamalıdır.
Kimliklerin talep ve hak mücadelelerinin çoğunlukla o kimliklerce yürütülmesi kaçınılmazdır. Ama o kimliklere sıkıştırıldığı noktada ayrımcılığı yeniden üretme riski taşır. Gezi direnişinde kadınların kadın kimliklerini öne çıkarmadan verdikleri mücadele onları özneleştiren bir kırılma noktasıdır. Tüm kimlikleri içeren ama kimlikleri aşan bir eylem olarak Gezi, bu yüzden de önemlidir.