A password will be e-mailed to you.

Bir anne-kız ilişkisi ve bu ilişkinin dinamikleri üzerinden varlığın temelinde olan doğal mücadeleyi anlatan Ana Yurdu’nun yönetmeni Senem Tüzmen’le filmini konuştuk.

Bir anne-kız ilişkisi ve bu ilişkinin dinamikleri üzerinden varlığın temelinde olan doğal mücadeleyi anlatan Ana Yurdu’nun yönetmeni Senem Tüzmen’le filmini konuştuk.

Son dönemde Türkiye sinemasında en çok konuşulan filmlerden biri şüphesiz “Ana Yurdu” oldu. Venedik’ten Varşova’ya, Tiflis’ten Asya Pasifik’e, Ankara’dan İstanbul’a, Adana’ya uzanan geniş bir yelpazede pek çok festivalde yarışan ve ödüllere layık görülen yapım Senem Tüzen imzası taşıyor. Ana Yurdu’nun yolculuğu da bitmiyor. Geçtiğimiz günlerde açıklanan Avrupa Film Ödülleri’nde de En İyi Film aday listesine adını yazdırdı.

Ana Yurdu; kitabını yazmak için anneannesinin topraklarına giden Nesrin (Esra Bezen Bilgin) ve peşinden gelen annesi Halise’nin (Nihal Koldaş) sevgi ve öfke dolu hikâyesini anlatıyor. Ancak film sadece bir anne-kız ilişkisini anlatmıyor. Bu ilişkinin dinamikleri ile bambaşka katmanlar da barındırıyor film. Biz de tüm bunları katmanları konuştuk Senem Tüzmen’le….


Ana Yurdu’nun fikri sizde nasıl oluştu?

Zaten anne kız konusu çok ilginç bir konu. Daha doğrusu ebeveyn – evlat konusu pek çok insanın araştırdığı, hiç bitmeyen bir konu. Benim de ilgimi çekiyordu. Özellikle ergenlikte bir erk olarak babaya savaş açıp, direkt olarak baba ile mücadele ederken yaş aldıkça aslında savaşımın anneyle olduğunu fark ettim. Çoğu kadın için de aslında annesiyle arasında olup bitiyor. Bu durumun varoluşsal boyutu da çok ilginç geliyordu. Bambaşka kimlikler kurmaya çalışan, kendini inşa etmeye çalışan kadınlar dönüp dolaşıp annelerinin kopyaları gibi oluyorlar. Bununla barışanlar, barışamayanlar; buradan yeni bir biçim doğuranlar ya da doğuramayanlar var. Çok çeşitli kadın portreleri var. Bunun üzerine gözlemler, notlar, çeşitli esinlenilen karakterler, okunulan kitaplar oldu. Bir yandan da tabii ben de iç göçün ikinci kuşağıyım. Çoğumuz kökeni köyde olan insanlarız. Bu nedenle de hep bir geçiş halinde, hep bir geçiş değerler dizgisinde olma durumumuz var. Tırnak içinde ‘modern’ ‘batılı’ değerle, onlara tam ters, gelenekçi, kapalı, sorgulanmaması gerektiği düşünülen değerleri aynı anda taşıma hali var. Ve bu nedenle de terazide bir o tarafa bir bu tarafa düşme durumu. Bunu da niyeyse zenginlik olarak değil de daha çok acı içinde yaşama hali görüyordum. Bütün bu ilgimi çeken konular, bir hikâye fikri içinde evrildi ve Ana Yurdu’nda buluştu.

 

Filmin başında hayatında birçok bitiş yaşamış bir kadının kitabını yazmak için annesinin köyüne gidişini görüyoruz. Günümüzde şehirden çok fazla gitmek istiyoruz. Hep bir özümüze dönme isteği ama aslında orası özümüz mü değil mi o da belirsiz.  Film belki anne kız hikâyesi adına çok şey söylüyor ama bu açıdan da derdi var gibi. 

Burada iki farklı konu var. Birincisi kendi kültürünün tabanına yabancılaşmış şehirli entelektüel durumu. Yabancılaşma ne kadar ciddi boyuttaysa köyün nostaljik ve romantik bir idealle yüceltilmesi ve gerçekle karşılaştığın zaman hayal kırıklığına uğraman da o kadar ciddi oluyor. Bir şeyi yargılamak, aslında onu romantize etmenin diğer ucu. Bir de Nesrin yazmak için herhangi bir taşraya gitmiyor. Kendi annesinin köyüne, anneannesinin mekânına gidiyor. Anaların yurduna gidiyor. Bu da kendini gerçekleştirme, kendini tanıma, şehirde açılan yaralarını geleneksellikle sarma çabası bir açıdan. Bu yaralar bir çeşit modernite yaraları. Ben tabii yazarken bu isimleri böyle vermedim. Çoğu şeyi sezgisel bir yerden yaptım ama hem kurgularken hem film ortaya çıktıktan sonra üzerine konuşurken benim de yeniden düşünmeye fırsatım oluyor ve sezgisel olarak yapılan şeylerin altındaki fikirleri görebiliyorsun. Bu da öyle bir durum. Yaralarını bu şekilde sarma ihtiyacı duymasının sebebi ise sahip çıkılmaya duyulan ihtiyacı. Sahip çıkılmak da, özellikle bahsettiğimiz coğrafyada mikro kontrol, senin bireysel özgürlüğünün ve şehirden aşina olduğun alanın tanınmaması anlamına gelebiliyor. Her arzunun bir görünen aydınlık yüzü bir de göremediğin karanlık yüzü var. Amacım hiçbirini yargılamamak. Nesrin’in yaşadığı romantizmin tam tersi bir hayal kırıklığına dönüşünü filmin bir söylemi olarak değil de Nesrin’in gözünden bir betimleme olarak çizmek istedim. Böylece de kimseyi hiçbir durumu yargılamadan bir hal tespiti ve bir duygu paylaşımı yaratmaya çalıştım. 

 

Hep konuşulan konu anne kız ilişkisi diğer bir deyişle ebeveyn-evlat ilişkisi. Filmde izlediğimiz ilişkide de bolca çatışma var. Karşılıklı istekler ve isteklere cevap bulamama var. Ama sanki bu ilişkide en önemli duygulardan biri, istediğimizi yapacak ya da söyleyecekken devreye giren “vicdan”.

İşte film o vicdanın gerçek bir vicdan olmadığını söylüyor. Daha doğrusu gerçek bir vicdanın, vicdan temelinin suiistimal edildiğini. Suçluluk tohumlarının ekildiği, suçluluk duygularının filiz verdiği bir tarla orası. Anne, senin iyiliğini düşündüğü için talep hakkını sonsuz ve sınırsız buluyor. Sen ‘’Yeter, dur orada!’’ dediğin zaman “Ben her şeyi senin için istiyorum ama” diye cevap veriyor, böylece de tabii ki senin vicdan dediğin şeye sesleniyor. Sonra “özür dilerim anneciğim, biliyorum…” diye başlayan cümlelerle bir kısırdöngü oluşuyor. İlişki içinden çıkılamaz bir hale geliyor. O yüzden ben “Anneliği kutsal halesinden sıyırmak” diye bir şey diyordum. Ama o zaman da “Bir annelik kutsalı var kadında o da olmasın mı, onu da mı elinden alalım?” deniyor. Hayır, tabii ki anne kutsaldır, yaşamın kendisi kutsaldır, ama o kutsallık tartışılamaz, dokunulamaz, eleştirilemez, ses çıkarılamaz gibi idealleştirirse o zaman her sesimizi çıkardığımızda sanki müthiş bir günah işlemişiz gibi vicdan azabı duyarız. “Aman anneciğim affet”e döneriz. Oraya döndüğümüzde de kendimize ve annemize karşı dürüst bir şekilde duramadığımız için tekrar öfke birikir ve patlar. Burada aslında fiziki bir denge var. Biriken öfke tekrar patlıyor, tekrar yara açılıyor, tekrar özür dileniyor… Böyle bir döngü içine hapsoluyor anne kız ilişkisi, ana evlat ilişkileri ya da genel olarak ebeveyn evlat ilişkileri.

 

Filmdeki anne karakteri her ne kadar kızının yaptıklarını eleştirse, yapma dese de sanki bir yanıyla da kendi yapamadıklarını yapabildiği için bir kıskançlık da duyuyor gibi. 

Olabilir. Anne kız ilişkisinin temelinde bence kişisel de olmayan bir rekabet var; yani doğanın kendi içindeki rekabetinin anne kız resmindeki tezahürü… Çünkü birisi ölüp gidecek olan… Ama ölümsüzlük arıyor. Ölümsüzlüğü de kendi değerlerini daha doğrusu kendisine de emanet edilmiş miras değerleri ne kadar kız evlada teslim ettiğine bağlı. Kız evlat da “Artık ben varım ve sen gidiyorsun. Beni rahat bırak. Sen bende devam edersen ben olamam, ben bağımsız bir varlığım” diyor. İşte bu kişisel gibi görünen kavga aslında doğanın kendi içindeki kavga, varlığın temelinde olan doğal mücadele. Ama işin içine benlikler, bu tür hassas ilişkileri toplumsal kontrol aracı olarak kullanan üst yapılar girdiğinde daha çetrefilli ve daha sert bir yere gidebiliyor.

 

Filmin görsel dili de çok etkileyici. Bir yandan dışarıdan bakma hali, bir yandan çok yakın olma hali. O hepimizin sevdiği ne oluyor bu evde merakını destekliyor. Bir yandan yaşananlara dışarıdan bakma imkânı bir yandan da tam içinde olma imkânı veriyor.

Tam dediğin gibi bir dil kurmaya çalıştım o yüzden senden bunu duymak güzel. Yönetmen eliyle ya da orayı bilen gizli göz eliyle dışardan gözlediğimiz ama bilemediğimiz bir gerçekliğin mahremine girme hali. Tanımadığın ama tanımak istediğin bu iki insanın hayatına, bir adım yaklaşıp sonra sanki o mesafeden izlemeye devam edeceğine ikna olmuşken farkında olmadan bir adım daha ilerleme, sonra birden hiç beklemediğin anda bambaşka bir yakınlığa gitme gibi bir dil yaratmak istedim. Bu dilin, izlediğimiz iki kadının gerçekliğine bizi ikna edeceğini ve böylece de onları hakikati ile deneyimleme şansı bulacağımızı düşündüm. 

 

Hep konuşulanlardan biridir gerçek anlamda anne- kız arkadaşlığı. Filmde de bu durumu çok küçük bir anda görüyoruz ve o an da roller devreye girdiğinde yok oluyor. Gerçekten çok mu zor arkadaş olabilmek? 

Arkadaşa yakın ilişkiler gördüm, ama o kadar az gördüm ki. Ama yine de bir şey hayal ediyorsak bu mümkündür. Çoğu zaman bu arkadaşlığın önüne geçen özellikle annenin ve kız evladın toplumsal rolleri. Bu toplumsal rollerin birbirilerinden beklentileri. Bazen o kadar oluyor ki bir anne kız konuşuyor gibi görünse de orada aslında iki toplumsal rol birbiriyle konuşuyor. Biz orada anne kızlığımızı yaşadığımızı sanıyoruz ama öyle olmuyor. Bunları bazen fark ederek ya da etmeyerek, uzaklaştırabildiğin anlarda işte iki arkadaş hatta iki sırdaşa dönüşüyorsun. Çünkü birbirini o kadar iyi tanımaktan gelen çok özel bir yakınlık var. 

 

Gerçekten anne de evlat da kendini ne kadar gösteriyor acaba? Kendini saklama halinden, içinden geçeni olduğu gibi paylaşmama durumundan kaynaklanıyor olabilir mi? 

Bence de doğru bir gözlem. Özellikle orta sınıfın aile ilişkilerinde çok görülen bir durum. Korunaklı bir mesafeden ilişki kurma durumu. Açılsan çeşitli dramaların yaşanacağını biliyorsun ve oralara girip boşuna terlemek istemiyorsun. Bunların hiç olmaması için çoğu zaman yeni kuşak başka bir şehre taşınıyor başarabilirse, başka bir mesafe yaratıyor. Telefonda da o korunaklı mesafeyi özellikle ‘anneciğim’lerin güvenli alanına sığınarak koruyor. Bir şeyi ne kadar hakikatiyle yaşarsak o kadar güçlü olduğunu görürüz. Biz aslında annelerimizi ve evlatlarımızı ne kadar sevdiğimizi hakikatiyle fark edemiyoruz bu endişelerden ötürü. Oysa ki zıttıyla, karanlığıyla birlikte, sevgiyi kabullendiğimiz zaman ne kadar büyük, derin ve bütün varlığımızı saran bir sevgi olduğunu, bunun dekoratif olmadığını göreceğiz.

 

Filmde erkek karakter neredeyse yok ama olmayan erkeklerin varlığını ve etkisini hissediyoruz. "Başında erkek olsa böyle mi olur" ya da "Babasız yedi çocuk büyüttü" gibi cümlelerle.

Evet, hayatta her şey organik olduğu için, bir şeyin yokluğunda tezahür etmemesi mümkün değil. Benim hoşuma gidiyor bir şeyin yokluğunda, bıraktığı boşlukta o şeyi inceleme hali. Kadınlar arasında geçen bir filme bakıyorsun ama dediğin gibi farklı tezahürleri ile erkek görünüyor. Filmdeki “Sen böyle yaptın ama baban üzüldü” çok dokunuyor bana mesela. İki kadın birbirlerine bunca yaklaşmışlar, ama ilişkileri hala onun onayının gölgesinde. 

 

İlk filmle hem Türkiye’de hem de yurtdışında bu kadar övgü ile anılır olmak nasıl hissettiriyor?

Aslında biraz garip hissettiriyor. İşe koyulurken diyorsun ki “Ben bunu anlatacağım ama kimse ilgilenmeyebilir.” Bir yandan tamamen inandığın gibi bir film meydana getirmek istiyorsun, hiç taviz vermeden. Diğer yandan kendine başta itiraf etmek istemesen de içten içe onaylanmak istiyorsun. Bu tabii ki bir çelişki. Sonunda o kabul edilemez sandığın şeyi olabildiğince esas ruhundan taviz vermeden ortaya koyduğunda, senin gibi bir sürü insan olduğunu keşfetmek elbette mutlu ediyor. Bizim yapmak istediğimiz filmleri de bekleyen, bunlara ihtiyaç duyan, bunlarla gerçekten ilişki kuran insanlar var Allah’a bin şükür ve biz üretmeye devam edeceğiz diyorsun. Diğer yandan ‘Alkış yiğidi bozar’ demiş Ahmed Arif, yapmayı umut ettiğin bir sonraki filmlerinin hayrına kendinden korkuyorsun. Tabii bütün bu onanmaya rağmen, seyirciyle filmini paylaşabilmenin imkânları o kadar kısıtlı ve senden o kadar önce çizilmiş ve ele geçirilmiş yerler ki… İster istemez hayal kırıklığına uğruyor, sonunda yel değirmenleriyle savaşan bir Don Kişot gibi buluyorsun kendini. 

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 13:00:13