A password will be e-mailed to you.

27. Selanik Film Festivali’nde Amerika kıtasının kuzeyinden ve güneyinden adaletsizliğin farklı biçimlerine dair tarihi ve güncel öyküler izledik. Under the Flags, the Sun, La Libertad de Fierro, Free Leonard Peltier ve Seedsin ortak yönleri bireylerin ve halkların gasp edilen özgürlükleri, yoksun bırakıldıkları hakları, yok sayılan kültürleri, gördükleri işkenceler, adil yargılanmamaları, bastırılan isyanları ve daha nice devlet baskısını izleyiciyi sarsarak anlatmalarıydı.

Bazı ülkeler mücadeleleriyle sürekli gündemdedir. Paraguay onlardan biri sayılmaz, oysa açık açık Nazi bir militarist diktatörün baskısı altında on yıllar geçirmiş bir ülke. Under the Flags, the Sun (Bayrakların Altında, Güneş) bir darbeyle yönetimi ele geçiren General Alfredo Stroessnerin, ordunun yanı sıra Avrupa kökenli Hristiyan burjuvaziyi temsil eden Colorado Partisini de etkisi altına alarak 1954ten 1989a kadar Paraguay’ı yönetmenisi konu alıyor. Kendi de Alman kökenli olan Stroessner, Auschwitz II Birkenau toplama kampında yaptığı korkunç deneylerle tanınan ve filmlere konu olan Josef Mengele’yi bir süre himaye ederek dünya gündemine girmişti.

İstanbul Film Festivali’nde de gösterilecek olan Juanjo Perreira imzalı Under the Flags, The Sun, dünya prömiyerini Berlin Film Festivali Panorama Belgesel bölümünde yaptı ve FIPRESCI Ödülü kazandı. Juanjo Perreira, çok zor bir iş başarıp Stroessner’in diktatörlük sürecini sadece arşiv görüntülerini kullanarak kronolojik sırayla anlatıyor. Paraguay’da yeterince malzeme bulunmadığı için dünya çapında bir araştırmayla bulduğu görsel-işitsel ve basılı arşivi montajlayarak, merakla ve ibretle izlenen bir belgesel ortaya çıkardı, Perreira.

Gecikmiş adalet, adalet değildir

Biraz daha Kuzey’e çıkıp Meksika’ya geldiğimizde ise La Libertad de Fierro (Fierro’nun Özgürlüğü) ABDde halen bazı eyaletlerde yürürlükte olan idam cezasının adaletsizlikle eşdeğer olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Santiago Esteinou, 2014 yılında Los Años de Fierro (Fierro’nun Yılları) adlı belgeselinde aleyhinde delil bulunmadığı için işkenceyle suçu itiraf ettirilen bir Meksikalının, Teksas’ta idam cezasına çarptırılmasını konu alıyordu. Mahkumiyetine rağmen suçu işlediğine dair kuvvetli şüpheler bulunduğundan idam cezası 15 kere ertelenen Fierro 1979 yılında girdiği hapishanede sürekli kötü muameleye maruz kalarak ve tecritte tutularak bir ömür geçirdi. Sonunda suçsuzluğu anlaşılan Fierro’nun tahliyesi de pandemiye denk geldi! La Libertad de Fierro, tecritten karantinaya geçmek zorunda kalan Fierro’nun çilesini sakin, dengeli, abartısız, izleyiciyi ajite etmeyen bir dille anlatıyor. Selanik’e yüzünde film boyunca gördüğümüz o tedirgin mutluluğu taşıyan Fierro ile birlikte gelen Esteniou, sivil toplum kuruluşlarıyla çalışarak neredeyse sırf Meksikalı olduğu için bu haksızlığa uğrayan Fierro’nun özgürlüğüne ve Juarez’deki akrabalarına kavuşmasını sağladı.

Amerika kıtasının Kuzeyindeki yerli halkların Meksikalılar gibi Avrupalı yerleşimcilerden çekmediği kalmadı tarih boyunca. FBI’ın ikincil derecede delille (cinayet silahının kısmen eşleşmesi) mahkum ettiği AIM üyesi Leonard Peltier de bu yılın başında nihayet tahliye edildi. Joe Biden’ın görev süresinin bitimine yarım saat kala ilan ettiği af sayesinde… Hem Fierro hem Peltier için söylenecek tek şey gecikmiş adaletin adalet olmadığı, ancak Peltier gönderdiği video mesajıyla mücadeleden vazgeçmemeyi söylüyordu…

Jesse Short Bull ve David France’ın birlikte yönettiği Free Leonard Peltier, sivil hakları için direnen bir militanın hayat öyküsü olduğu kadar Güney Dakota’daki yerli halkların da 20. yüzyıldaki direniş tarihini ele alıyor. AIM – American Indian Movement (Amerikan Yerli Hareketi) git gide ‘rezerv’lerini küçülten, Soğuk Savaş döneminde uranyum aramak için topraklarına el koyan federe devlete direnişi arşiv görüntüleri ve hala yaşayan aktivistlerin söyleşileriyle perdeye yansıyor. Kalan topraklarını da işgal eden devlete karşı BIA – Bureau of Indian Affairsi (Yerli İşleri Bürosu) işgal eden AIM, FBI’ın silahlı müdahalesine karşı da meşru müdafaada bulunuyor. Arşiv görüntüleri ve tanıklıklar dışında Peltier’in mahkumiyetine uzanan silahlı çatışmayı bir polisiye gibi modifiye eden yönetmenler, bu siyasi mücadele belgeselini kısmen bir aksiyon filmine dönüştürüyor. Belli ki konuşan kafalar ve aktivizm dışında bir heyecan katma gereği duymuşlar bu filme… Oysa FBI’ın Leonard Peltier’i iki ajanın ölümünden sorumlu tuttuğu ve şartlı tahliye olmaması için her duruşmaya dahil olması ilk af olasılığında da yaklaşık 500 ajanın Beyaz Saray önünde yürüyüş yapması gibi öğelerle yeterince gerilim içeriyor, bu belgesel. Dönemin başsavcısının bile adli kurumlar üzerindeki baskıya isyan ettiği ve mahkumiyet kararının ırkçılık olduğunu söylediği bir davayı, bütün hukuksuzluğuyla özetliyor.

Siyah çiftçi, sarı tohum

Dünya prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan Brittany Shyne imzalı Seeds (Tohumlar), fazla uzun olmasına rağmen son derece şiirsel ve hümanist bir belgesel. Siyah beyaz görüntüyü hem filmde ele alınan ayrımcılığı simgelemek hem de estetik bir tercih olarak kullanan Seeds iki saatlik süresinin ikinci yarısında geniş bir çiftçi ailesinin hayatından kesitler sunmanın ötesine geçiyor ve siyasi açıdan önemli bir meseleye değiniyor. Beyaz olmayan bireyleri kanıtsız tanıksız mahkum edebilen devlet, meğer mahkemeye verilmekten çok korkarmış!

Avrupalı istilacıların adını Amerika koydukları kıtanın yerlilerinin toprakları kadar Afrika’dan köle olarak getirdikleri siyahların topraklarına da nasıl çöktüğünü basitçe özetliyor Seeds: ABD yasamasının üç aşamasını da tamamlayan Senato’dan geçen, Kongre’den geçen ve Başkan Joe Biden tarafından imzalanan tarım teşvikleri siyah çiftçilere bir türlü ödenmiyor. Sürekli bir şekilde erteleniyor, sebep olarak da ödendiğinde beyaz çiftçilerin hemen mahkemeye koşup idareye dava açması gösteriliyor! Bankalar da kredi vermiyor siyah çiftçilere… İflas edip topraklarını satıyorlar çaresizlikten. Filmin ana karakteri 1910 yılında siyah çiftçilerin 16 milyon dönüm toprağı varken artık sadece 1,5 milyon dönüm araziye sahip olduklarını söylüyor… Tohum satın almaya parası olmadığı için yetiştirdiği mısırın bir kısmını saklamak zorunda. Bunun daha sağlıklı olduğunu biliyor ve ata tohumu kullanmaktan memnun, ancak çok daha yüksek verim alan endüstriyel çiftliklerle rekabet şansını da yitiriyor… Üstelik sadece bir cins mısırdan tohum üretmeye izin veriyor, devlet.

Bürokratlarla duvar tenisi oynar gibi konuşmalar, sonuçsuz kalan görüşmeler, tutulmayan vaatler filmde sözle dile getirilmese de izleyiciye şunu anlatıyor: Süreç uzadıkça bu insanların çaresiz kalıp topraklarını satmak zorunda kalacakları belli… Bezdirme yoluyla el koyma denebilecek bir yöntem bu… Bir cenazeyle başlayan ve bir mezarlıkta sona eren Seeds, geleneksel çiftçilik yapmaya çalışan son kuşağa bir ağıt niteliği de taşıyor. Büyükleri birer birer bu dünyadan göçen, çocuklarının da geleceğinin bambaşka olacağını anlatan, tekrar eden imgelerini bir tür nakarat gibi kullanan Seeds hissedilir uzunluğuna rağmen derin bir iz bırakıyor.

Daha fazla yazı yok
2025-03-15 19:40:37