A password will be e-mailed to you.

Sinema yazarımız Burak Kaplan, sinemaseverler için alternatif bir İstanbul Film Festivali programı hazırladı.

Nisan ayında 33. kez gerçekleştirilecek olan İstanbul Film Festivali’ni sabırsızlıkla bekleyen sinemaseverler, kendilerine çoktan festivalin favori filmlerinden oluşan bir program hazırladılar, tahmin edebiliyorum. Çünkü ben de kendi festival programımı oluşturmak üzere didinip dururken, elbette listeme The Grand Budapest Hotel’i ya da Oscar’larda adından sıkça söz ettirip merakımızı artıran Philomena’yı ekledim. Polanski ustanın Venus in Fur’ü ve Wajda’nın Walesa, Man of Hope’unu da ihmal etmedim tabii! Fakat biliyorum ki tüm bu, herkesin bilet almak için saatlerce kuyruk beklemeyi ya da bilet bulamasa bile filmi yerde oturarak izlemeyi göze aldığı filmlerin dışında bir festival programı oluşturmak da mümkün. İşte, tam da bu yüzden yazının buradan sonrası alternatif bir programın peşinde koşan izleyiciler için devam etmeye değer. Geri kalan izleyiciler ise bence yazıya odaklanıp boşuna dikkatlerini dağıtmasınlar, çünkü kuyruktaki yerlerini korumak onlar için an itibariyle daha mühim!


Gala izlemeden olmaz ki!

Festivalin ‘galasız olmaz’ diyen izleyicilerini bir rahatlatalım önce! Bu bölümde Wes Anderson, Roman Polanski ya da Stephen Frears gibi yönetmenlerin filmlerine alternatif olarak benim önerim bir Saramago uyarlaması olan Enemy.  Her ne kadar Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’ün geçtiğimiz yıl çıkardığı iki filmde (bir diğeri de yine Jake Gyllenhaal’u başrolde gördüğümüz Prisoners) festivalin ‘Akbank Galaları’ bölümünde gösteriliyor olsa da bir Villeneuve tercihi yapacaksanız ben bu tercihinizi Enemy’den yana kullanın derim. Film, tıpkı romandaki gibi; bir adamın kendisine tıpatıp benzeyen bir adamı televizyonda görmesi ve adamın peşine düşmesiyle gelişen olayları konu alıyor. Çıkış noktası itibariyle geçtiğimiz ay, !f’te izlediğimiz Dostoevsky uyarlaması The Double ile akraba sayabileceğimiz bu filmi izlemek, hem Saramago ve Dostoevsky metinlerinin hem de Ayoade ve Villeneuve filmlerinin farklılıklarını saptamak için bulunmaz bir fırsata dönüşebilir.


Ustalar ne yapmış?

‘Ustalar’ bölümünde, son birkaç yıldır eski filmlerindeki performansını mumla aradığımız yönetmen Terry Gilliam’ın The Zero Theorem’i kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yapım. Gilliam’ın bu yeni filminin fragmanı bile izleyende filmin adeta seksenli yıllarda çekildiği ve günümüze kadar bekletildiği hissini yaratıyor. Bu da yönetmenin formda olduğu eski günlerine dönmüş olabileceğinin sinyallerini veriyor. Gilliam, bize bunca seneden sonra bir Brazil daha hediye eder mi bilinmez ama The Zero Theorem’in yapım tasarımından jenerik font seçimine kadar herşeyiyle perdede çok ‘şık’ durduğu bir gerçek!

Yine bu bölümde önerebileceğim bir diğer film ise, Polonyalı yönetmen Lech Majewski’nin filmi Field of Dogs. Birkaç yıl önce İstanbul Film Festivali’nde The Mill and The Cross’u izleme şerefine erişenler Majewski’yi iyi bilirler zaten. The Mill and The Cross’ta bir Bruegel tablosunu sinemada ‘canlandıran’ yönetmenin yeni ‘işi’ de tıpkı bir önceki kadar çılgın. Bu kez, kendi ülkesi Polonya’nın 2010 yılına bakış atıyor yönetmen. Polonya devlet başkanının Rusya’daki bir uçak kazasında ölmesiyle yaşanan bir ulusal trajedinin, toplumda yarattığı bireysel travma anlarını perdede resmetmeye çalışıyor.


Maskeli Fassbender ve siyah-beyaz Pawlikowski

Geçtiğimiz yılın Altın Lale galibi What Richard Did?’in yönetmeni Lenny Abrahamson, yeni filmi Frank ile bu yıl yine Altın Lale için yarışıyor. Yönetmen, bir önceki filminin aksine bu kez eğlencesi ağır basan bir müzik filmine imza atmış. Frank’te seyircileri bekleyen en büyük sürpriz ise film boyunca kocaman bir maskeyle ortalıkta gezinen bir Michael Fassbender. Fassbender’ın maske altından bile oyunculuğunu nasıl konuşturacağını izlemek ve biraz da eğlenmek isteyenler Frank için biletlerini hazır etsinler. Lenny Abrahamson’un Frank gibi ‘hafif’ bir filmle bu yıl ikinci bir Altın Lale kazanması (hele hele jüri başkanı Asghar Farhadi iken) zor ama bu film kesinlikle ‘Uluslararası Yarışma’ kategorisinin en renkli ve eğlenceli seyirliği.

Festivalin ‘Dünya Festivallerinden’ bölümünde ise Last Resort ve My Summer of Love filmlerinin yönetmeni Pawel Pawlikowski’nin yeni filmi IDA izlenebilir. Altmışlı yıllar Polonya’sının atmosferini perdede yaratabilmek için yönetmenin siyah-beyaz çektiği filmin hikayesi aslında yahudi olduğunu öğrenen genç bir rahibenin etrafında şekilleniyor. Pawlikowski’nin ülkesi Polonya’da çektiği ilk film olan IDA’nın temelde bir post II. Dünya Savaşı öyküsü anlattığı söylenebilir. Geçtiğimiz yıl vizyona giren Cate Shortland filmi Lore’nin de II. Dünya Savaşı’nın sonrasında geçen bir öyküsü olduğunu hatırlarsak, sinemacıların ilgisini bu aralar savaşın sonrasına odaklanan ve kimlik meselesini merkeze taşıyan hikâyelerin çektiğini bile söylebiliriz belki. Pawlikowski’yi henüz keşfetmediyseniz bence program yaparken IDA’yı ıskalamayın.


Kısadan uzamış bir Türk filmi ve korkunç bir şeyler

Festivalin ‘Yeni Türkiye Sineması’ bölümünde bir kısa film projesinden uzun metraja dönüşen Levent Çetin’in filmi Sivil, genç kuşak sinemacıların yeni yönelim ve yaklaşımlarını keşfetmek adına izlenebilir. Askerden yeni dönmüş bir gencin günlük yaşama uyum sağlayamama hikâyesini, karakterinin cebinde taşıdığı iki mektup üzerinden anlatan film, tam bir minimal sinema örneği. Muhtemelen vizyon şansı da bulamayacağı için Sivil’i festivalde izlemek filmi yakın bir tarihte görmek için tek şansınız olabilir. 

Festivalde daha ‘özel’ tür filmleri arayan izleyicileri de festivalin ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ bölümü yeterince heyecanlandırmaya yetecektir. Bu bölümde benim önerim ilk uzun metrajına imza atan yönetmen Jennifer Kent’in filmi The Babadook. Özellikle siz de benim gibi bir korku türü hayranıysanız The Babadook son yıllarda ‘iyi film’ üretme sıkıntısı çeken korku janrına ve ‘canavar hikayelerine’ yeniden inanmanızı sağlayabilir.

Son olarak, bu yıl Türk Sineması’nın 100. yılını kutluyor olmamız nedeniyle festivalin programına aldığı eski yeni pek çok Türk filmi de var. Küçük Hanımın Şoförü’nden Aaahh Belinda’ya, Yatık Emine’den Araf’a, ‘Bu İkiliye Dikkat’ bölümünde pek çok Türk klasiğini izlemek mümkün. Şimdiye kadar izlemedikleriniz varsa ya da ‘Ben bu filmi sinema salonunda yeniden izlerim’ diyorsanız kaçırmayın derim.


Festival, 05-20 Nisan 2014 tarihleri arasında Rexx, Beyoğlu, Atlas, Feriye, City’s ve İstanbul Modern salonlarında gerçekleşecek. Biletlerin genel satışı ise 22 Mart 2014 tarihinde başlıyor
.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 18:25:21