Alexandria, Sevgilim!
Mendilimde Kan Sesleri…
Ali İsmail Korkmaz için…
“Neden bu kenti bırakıp gitmiyoruz, Justine, neden kendimize böylesine kökünden kopmuşluk ve başarısızlık duygusu ile dolu olmayan başka bir yer aramıyoruz…”
Çok aşık olunmuş bir kadın gidince şehirden ne olur? Darley anlatsın:
“Sanki bütün kent çatır çatır kulaklarımın dibinde parçalanmış gibi: Ağır ağır oturduğum apartmana yürüyorum, bir yer sarsıntısından kurtulanlar kendi kentlerinin sokaklarında herhalde böyle benim gibi amaçsız dolaşırlar; tanıdıkları yerlerin ne çok değiştiğine şaşarak: Piroua Caddesi, Fransa Caddesi, Tarbana Camisi (elma kokan gömme dolap), Sidi Abou El Abbas Caddesi (su dondurması ve kahve), Anfouchi, Ras El Tin (İncirli Burun) İkinci Mariut (kır çiçeklerini bir araya topluyorum, beni sevemeyeceğine iyice aklım yatıyor), alanda Muhammed Ali’nin atlı yontusu… Sudan 1885, öldürülen General Earle’ün küçük, gülünç büstü… Kırlangıç kalabalıklı bir gece… Kom El Shugafa’daki mezarlar, ıslak toprak ve karanlık, her ikisi de karanlıktan korkmuş… Eski Kanopus Yolu, Fuad Caddesi, bir zamanların Rosette Caddesi…”
İskenderiye!
Kavafis’in beşiğini sallamış ve –hiç değilse bir zamanlar ve uzun süre– çok dilli, çok dinli, çok kültürlü yaşamış bir şehir.
Görkemli feneri, insanlık tarihinin 7 harikasından.
Ama kitap tutkunlarının esas mabedi: kütüphane. Evet. Yandı yıkıldı ve “o eski halinden eser yok şimdi!..” Lakin kitaplar bir yana… hikayesi yeter. M.Ö. kurulmuş olmak göğsündeki şeref madalyası. Küllerinden doğmak işin cabası!
Üstüne üstlük: Bir yanı deniz, ötesi; çöl!
Lawrence Durrell, dört kitaptan oluşan İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk romanı Justine’de “… acaba insanlar gibi cansız şeylerin de mi yazgısı var…” diye soruyor. Dizinin diğer üçlüsü Mountolive, Balthazar ve Clea’dan sonra meselemiz şu: Şehirlerin alınyazısı nasıl oluşuyor?
Bir şehrin kaderi hangi dinamiklerle yazılıyor?
İklim, konum, tarih, insanlar, edebiyat, aşk, cinayet?
Dizinin en göz alıcı ilk romanıyla aynı adı taşıyan Justine, İskenderiye’ye benziyor. İskenderiye, Justine’e. İkisi de tutkulu ve nevrotik ve tabii: Yaşam döngüleri trajedinin tükenmez kalemiyle çizilmiş.
Justine’in aşığı Darley’in, yazının girişindeki sorusunun yanıtı, kim bilir belki de İskenderiyeli şair Kavafis’in dizelerinde saklı:
[…]
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
[…]
Durrell’in, İskenderiye Dörtlüsü, Kahire’nin ağır ve kederle akan ırmağı Nil gibi. İnsan ilişkileri, şehrin konumlandığı coğrafyanın ortak kaderini yaşıyor. Sürekli bir altüst oluş. Büyük kopmalar, kırılmalar… Sonra tam düzeldi derken… Her şey yeni baştan! Kim yalan, kim gerçek? Hangisi doğru, ne yanlış? Her şey iç içe. Çelişki içinde.
Arka sokaklar yoksulluktan kırılırken, Fuad Caddesi, Fifth Avenue kıvamında. Hamile kadınlar paraya ne kadar ihtiyaçları olduğunu, yatmak için pazarlık yaptıkları erkeklere şişkin karınlarını göstererek belirtiyorlar. Kenar mahallelerdeki –kız– çocuk genelevlerinde yaş limiti 13!
Otomobilde beş dakikalığına karısını bırakıp işini gören diplomatın, döndüğünde karşılaştığı şu: evet. Kadın bıraktığı yerde, lakin kafası –artık– yok! Sonra… sorgulamada “vallahi biz bir şey yapmadık!” diyen yerlilerden birinin iş önlüğünün ön cebinden caddeye yuvarlanıverecek kesik kafa.
Dahası var… Justine’de Darley anlatıyor…
Cesareti olan okusun:
“… Kapının önünde yorgunluktan sokağa yığılıp kalmış bir deve var. Çok ağır bir hayvan olduğu için mezbahaya taşınması olanaksız, o yüzden birkaç adım gelip onu oracıkta, yolun ortasında baltalarla canlı canlı parçalıyorlar. Zavallı hayvancık, bacakları parça parça kesilirken öylesine acılı, öylesine soylu, öylesine şaşkın görünüyor. Sonunda yalnızca başı kaldı, hala canlı, gözleri hala açık, çevresine bakıyor.
Ne bir başkaldırı çığlığı, ne bir direniş. Bir palmiye ağacı gibi teslim oluyor. Ama günlerce sonra bile toprak sokakta kanın ıslaklığı duruyordu, kandan ıslanan çıplak ayaklarımız kan izleri bırakıyordu…”
Bunların ne kadarı oryantalizmin fantezisi!, ne kadarı realite?
Edebiyat dışı bulgular, ikincisini açık şekilde ortaya koysa da, ‘köpek havlamasına benzeyen dil!’ teşbihi mesela… tabii ki; kalp kırıcı. Ancak, Durrell ve nehir romanları ne zaman konuşulsa mutlaka işin bir tarafından kendisini gösteren, ‘sömürgeci, beyaz, elit – ajan?-‘yazar tanımlamaları, hayır! Ciddi bir özgüven sorunu ve aşağılık kompleksi dışında… Hiçbir şeyi açıklamıyor! Zerre kadar etkisi yok bu tartışmaların gerçek edebiyatseverlerin üstünde.
Öte yandan bir başka realite şu:
Durrell’in; Justine, Mountolive, Balthazar ve Clea’dan oluşan İskenderiye Dörtlüsü, Dünya Edebiyatı’nın kilometre taşlarından olmakla kalmayıp, aynı zamanda, bir şehrin başına gelebilecek en güzel şeylerden biri.
Yazarın nehir roman dizisi ile, Dünya Edebiyat Başkentleri Premier Ligi’nde; Petersburg, İstanbul, Dublin, Paris, New York ve elbette: Kars… gibi sapasağlam ve çok pırıltılı bir koltukta oturuyor şehir. Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü’nü okuyup, İskenderiye’yi özlemeyen, merak etmeyen tek kişi tanımadım.
Yüksek edebiyat böyle bir şey işte!
Bir tür Binbir Kapılar Tapınağı! Bir kapıdan gir, sonra bir başkası, sonra diğeri… sonra öteki, beriki… derken… Kurguyla, realitenin iç içe geçtiği, hiç çıkılmak istenmeyen muhteşem labirent!
Ayrıca: Bugünün, Haziran 2013’ün malum realitesi, Alexandria’nın öyküsünü Durrell’in kaleminden okumayı neredeyse emrediyor bize!
Yazının Notları:
1-İlk not tabii ki, Cevat Çapan’ın şahane Türkçesiyle okuduğumuz Şehir şiiri ile ilgili. Şehir, özellikle de çok gençken insanda sıkışma ve ümitsizlik duygusu uyandırıyor. Sonra… Anlaşılıyor neyin ne olduğu!!! Ezginin Günlüğü tarafından vakti zamanında yapılan kayıt ise hakikatten şiire taç giydiriyor. Hele aradaki viyolonsel geçkileri ve solistin yorumu: Mükemmel.
2-Roman kahramanları, şehrin meşhur et yemekleri ve kebaplarının yansıra elbette bol bol arak içiyorlar. Scobie gibilerin akşam yemeği ise elma ve konyaktan oluşuyor. Nessim, tereyağlı ekmeğe meyilli. Kahvenin, kahvehanelerdeki eşlikçisi ise, şaşırtıcı: Haşlanmış yumurta. Unutmadan: Su dondurması, şehrin klasiklerinden…
3-Bluthner piyanolardan şehre yayılan batı tınıları, çeyrek seslerin süslediği yerel ezgilere karışıyor. Donizetti aryası ıslıkla icra edilmekte! Partilerin sarhoşluk zamanı melodisi ise aptal! For He’s A Jolly Good Fellow.
4-Dörtlü’nün ilk romanı Justine’de, Justine’in kocası Nessim ve kalabalık bir grupla tehlikeli bir av partisine –hesaplaşma?– çıkan Darley’in şöyle bir tasviri var: “İsabet alan bir kuş olduysa yalpalayıp fır fır dönmeye başlıyor: kısa bir duraklamadan sonra sanki bir hanımefendinin elinden düşen mendil gibi zarif bir biçimde aşağı iniyor.” Edebiyat işte! Vurulup düşmenin bile estetiğinin peşinde!
Lakin bir de realite var. Bakın gazetelere, İskenderiye’de köprüden atılan çocukları göreceksiniz. “Yalpalayıp fır fır dönen ve kısa bir duraklamadan sonra…” küt diye yere düşüp parçalanan canlar. Yok, tabii ki videosunu izlemedim ama haberi –maalesef– gördüm. Kalbim yerinden söküldü. Çocuklar, Edip Cansever’in mendili gibiydi. Kan içinde!
5-Bu yazıyı hazırlarken Ali İsmail Korkmaz’ın ölüm haberi geldi. Çok aşık olunmuş bir çocuk gidince şehirden bir anne ne hisseder? “Sanki bütün kent çatır çatır kulaklarımın dibinde parçalandı.” Yemin ediyorum. İsterim ki herkes inansın. Sadece şehir değil, içim de paramparça! Bir deprem sonrası gibi şu anda her şey…
6-Ve… Son not! İskenderiye’den bir Arap atasözü:
“Dünya bir hıyara benzer bugün elindedir, yarın kıçına girer!”
–İnşallah “Bu laf şimdi kime?!” diye soran olmaz:)–
Görsel: www.baumanrarebooks.com üzerinden…