Bugün Türkiye sanat tarihinin en kendine mahsus sanatçılarından Ömer Uluç’un ölüm yıldönümü. Onu hatırlamanın, anmanın, onun o parlak, matrak ve entelektüel, filozofik dünyasına dalmanın tam sırası diye düşündük. Bu vesileyle Sanatatak yayıncılıktan çıkan Umut Burnu’ndan Dolaşarak adlı kitaptaki bir Ayşegül Sönmez-Ömer Uluç konuşmasıyla sizi baş başa bırakıyoruz. Ayrıca bu anlamlı güne özel Vivet Uluç tarafından güncellenen www.omeruluc.com’a göz atmanızı da tavsiye ederiz.
Ömer Uluç, geçtiğimiz günlerde Santral İstanbul Müzesi’nde ‘Modern ve Ötesi’ sergisi üzerine yapılan bir konuşmaya davetliydi. Uluç, konuşma yapmaya gitmedi ama konuşma sırasında okunmak üzere bir bildiri kaleme aldı. Metin, sergiye ilişkin büyük eleştiriler taşıyor. Çağdaş Türk sanatının ünlü medya tabiriyle masaya yatırılırken yere düşürüldüğünü ifade ediyor.
‘Modern ve Ötesi’ sergisiyle, eski akademik yaklaşıma şimdi bir yenisinin eklendiğini söylüyorsunuz: “Eski ve yeni akademizmler birlikteler, aralarında ‘modern ve ötesi’nin ‘ve’si var” diyerek… Biraz bunu açalım… Bildiğimiz eski akademik yaklaşımın tarifini istiyorum sizden. Nedir o yaklaşım?
Her şeyden önce şunu söylemek istiyorum. Bilgi Üniversitesi’nde bu sergi için emek veren herkesi, o üniversiteyi kuranları, hepsini tanıyorum. Böyle özerk bir kurumun kurulması adına bütün engelleri nasıl aştığını biliyorum. İyi niyetlerini, bugünkü başarılarını da biliyorum ve onları takdir ediyorum. Bir üniversiteye sinen uzaklığı, o duyguyu yok etmişler, ne iyi. Ancak bu sergiyle birlikte bazı konular tartışılsın istiyorum. İleride daha iyi işlerin gerçekleşmesi adına…
Akademizm, kurallar demektir. Kuramsallaşma ve kurumsallaşma demektir. Akademi demek, tasnif demek, ayırma/bölme, etiketlemek, yapıştırmak zarflara koymak çekmecelere koymak demek. Bir nevi akademi, bir düşünceler morgudur. Modernin ötesi, 10-15 yıldır oluşan estetiği, bir mantığı oturtmaya çalışıyor. Halbuki ne tarihin ne sanatın çizgisel olmadığı bugün en çok bilinen şey. Dadaizmden ve sürrealizmden geçmiş, bunu yaşamış bir ülkenin sanata bakışıyla, bunu görmemiş ve yaşamamış bir ülkenin sanata bakışı çok ama çok farklı.
Ama siz mesela bizim Rönesans’ı yaşamamış olmamızı büyük bir özgürlük, büyük bir avantaj olarak görürsünüz. Mesela bu sözlerinizle çelişmiyor mu bu görüşünüz?
Batı’da Rönesans’ın artıklarını temizleyen ‘Büyük Temizleyici’ Dadaizm ve sürrealizmdir. Rönesans’ın olmaması bir dert olmuştur bizler için. Ve bizler bunun niçin avantaj olabileceğini, ayrıca bunun bir başka özgürlük getirebileceğini tam tartışamadık. Nedeni akademizmdi. Onun yerine dışarıda ne oluyor diye sormayı tercih ettik. Ben Şadi’nin (Çalık), atölyeye, Paris’ten elinde bir çubuk, incecik bir tahtayla gelip ‘İşte her şey bitti, soyut kazandı, her şey soyut’ diye bağırarak girdiğini hatırlıyorum. Soyut böyle geldi, öbürü şöyle geldi. Herkes kapıdan içeri, Türkiye arenasına bir matador gibi girdi ve bağırdı.
Batı’ya Türkiye’ye modernlik getirmek üzere gönderilen her sanatçının Robert Musil’in Genç Törless’te bir karakteri tarif ederken söylediği gibi ‘Yaşantının kendisine değil anısına’ sahip olmak istediğini düşünüyorum.
Ne kadar doğru… Getireceği şeyi kafasında ezberlemeye çalışan, sağa sola bakan Türk moderni kadar, ötesi de farksız. Aslında Türkiye’nin çılgınlığıdır her şeyi kurtaracak olan. Bugün ise büyük bir dönüm noktasında yaşıyoruz. Ağır Alman, Fransız, Amerikan etkisinin ve bunlara bağlı yerli yabancı kişilerin maceraları ve saydamlığı olmayan birçok girişimin başarısızlığa uğraması çok önemlidir. Diğer taraftan buranın ekonomik politik istikbali okunamıyor. Çelişkiler, karmaşa, kaos, geleceğin en az belirgin olabildiği ‘Büyük Sis Dönemi’ diyorum ben buna… Bundan bir yıl sonra politik ya da ekonomik olarak nerede olacağımızı kimse bilemiyor. Bu hakikaten büyük bir yenilik. Sanatçının özgür olması, kendisini özgürleştirmek için en uç yaşam tecrübelerine girmesidir. Örnek olarak Amerikan sanatı, en çok dadaizmi öğrenerek sürrealizmle özgürleşebildi. Amerika’nın en özgün sanatı olan pop sanatı ve sonrası böyle ortaya çıktı.
Mesela bir anlamda dadaizmi aktarma, öğrenme çabası özellikle 1990’lardan itibaren Türkiye’de de yok mu? Daha modern bir müze yokken müze eleştirisi yapan işler üretilmiş. Sergide bunu görüyorsunuz. Şimdi çağdaş sanat müzesi, modern sanat müzesi var ama müze eleştirisi yapan iş yok…
Modern ve ötesi hiçbir coğrafyada keskin bir bıçakla kesilemedi. Bunlar geçirgen, iç içe ve karmaşık süreçler. Neyin nereden geldiği yeni yeni belli oluyor. Ben mesela oradaki küratörlerden birinin söylediği gibi iki taraftaymışım filan… Hem modernizmin sonlarında hem de çağdaşların başında gibi… Neyse bu, ne sergide, ne metinlerde görülmüyor. Ben aşağı yukarı 1990’larda felç oluyorum mesela…
50 yıllık bir süreç size göre hangi dinamikler üzerinden yansıyabilir, anlatılabilirdi?
Biz bu metinlerde örneğin 60’ların Fluxus’usunun Türkiye’ye takdim şeklini okumuyoruz. Sanki böyle bir şey olmamış gibi… Kim getirdi ve rolü ne oldu? Yapılan bütün bu etkinliklerin, örneğin bienallerin saydamsızlığı neden? Hep sanatçıların içlerinden geliyor kırılmalar, kopmalar, patlamalar gibi jeolojik olaylar var. Diğer taraftan hemen burada söyleyeyim ki, ne video, ne enstalasyon, ne fotoğraf, ne suluboya gene benim için yasak olamaz ve kısıtlanamaz. Dadaizmin ve sürrealizmin öğretisi her şeyin, her şey olabileceği ya da her şeyin hiçbir şey olabileceğidir. Önemli olan tutarlılık değil, tutkudur.
Bu sergideki tasnif üzerinden Türk modernizminin en büyük zaafı nedir sizce?
Türk modernizmi açıktır ki resmi ideolojiye bağlıdır. Modernizm, Türkiye’nin Batılılaşma ideolojisi içinde bir parça. Nasıl Kemalizm de 250 yıllık bir modernleşme arzusunun devamıysa görsel sanatlar alanında da aynı şey yaşandı. Nasıl modernizm resmi ideolojiye bağlı bir program izlediyse, modern ötesindeki süreçte, bu kez resmi ideolojiye karşı çıkan ama gene de ideolojik bir çizginin izlendiğini görüyoruz. Eninde sonunda ikisi de ideolojik bağımlılar ve tabii ki bu serginin bir zaafı, hem metinlerinde hem de tasnifindeki bu paralellik… Gayri tabii olan bir diğer şey, çizgisel, mutlu sona doğru bir gelişme olduğunu yazmak, göstermeye çalışmak. Bakın, sosyal ve politik meselelerde tabii gibi görünen karşı çıkma niye sanatta tabii ve ideolojik olmasın diyeceksiniz. Olmaz çünkü sanat, toplumsal gelişmelerin aynası filan değildir. Onu ya önceden göstermiştir ya da sonradan sonuçlarını gösterecektir. Dolayısıyla ideolojiktir ama aydınların anlamak istediği anlamda değil.
Louise Bourgeois, 1950 tarihli Duchamp’la yaptığı bir konuşmada sanat yaptığı bir konuşmada sanat yapıtının yaradılışını tartışıyor ve sanat yapıtının genesisine ilişkin iki aşamadan bahsediyor. Birinci aşama, yaratım eyleminden önceki durum, sosyolojik ve kişisel açılardan oluşuyor. Yaratım esnasını ise şöyle sıralıyor: yaratma eylemini içeren deneyim, size kullandığınız aracın direnmesi, bir mülk olarak da aracın kendisini sahiplenmek…
Aslında bütün sanat hikâyesi, tekil olmak isteyen bir sanatçının bu macerasını içerir. Tekrar sergiye dönecek olursam… Sergide öte’de yer alan işlerin, bugün aydın çevrelerden resmi ideolojiye karşı haklı olarak yapılan büyük itirazlarla paralel bir çerçeveye oturtulmaya çalışılması, sanatla bu itirazın hemen hemen aynı enlemde olması, bu işin belli bir kuramsallık ve kurumsallık ve dolayısıyla akademizm içinde olduğunu gösteriyor.
Ki bu manzara bana son derece politically correct -siyaseten doğrucu- görünüyor.
Sanatçı tam özgür olamadı ve bunu da pek çok sanatçı hiç bilmedi. Modern’de de, Ötesi’nde de… Ötesinde bir ölçüde özgür olduğu varsayılıyor oysaki… Senin sözlerinle siyaseten doğrucu olmaya çalışan duruş, sanat eserinin tekilliğini sekteye uğratıyor, ona zarar veriyor. Sanatçı, nasıl modernizmde bazı kalıplara uğramak zorundaysa, bu kez ona karşı çıkarken yine bir takım normatif durumlara uymak zorunda. Demokrat olmak zorunda… Politik sorunları, kamusal alan sanatını filan önemsemek zorunda… Bunlar hep ideolojik tabirler… Anlatabiliyor muyum?
Sanatçı, doğrucu olmadan politik nasıl olunur?
Sanatçı, doğrucu olmak zorunda değildir. Çelişkilerden de uzak değildir. Zaten de politiktir. Bu noktada aydın ve sanatçı ayrımı var. Bir aydın için bu bir ana program olabilir ama sanatçı, aydının girmeye korktuğu yerlerde dolaşır.
Ömer Uluç ile Söyleşiler, Umut Burnundan Dolaşarak, Sanatatak Yayınları, sayfa 322