A password will be e-mailed to you.

Küratörlüğünü yaptığı Üryan, Çıplak, Nü sergisiyle kendini özellikle kadın bedeninin çıplaklığı üzerinden beklemediği politik bir tartışmanın içinde bulan ve sergisi Hale Asaf’ın eserinin orijinalliğine dair iddialara maruz kalan Ahu Antmen sanatatak.com Genel Yayın Yönetmeni Ayşegül Sönmez’in sorularını yanıtladı.


Çok ilginç ve ister istemez ironik… Aslında Türkiye "modern"inin nasıl ferdileştiğinin izlerini okuyabileceğimiz küratörlüğünü yaptığınız Çıplak sergisinde biz ister istemez "çıplak"ların neredeyse koro halinde politik birer sosyal işarete dönüştüğünü görüyoruz. "Çıplak"la imtihanımız bitmemiş bunu anlıyorum ben. Ya siz?

Evet! Özellikle kadın bedeninin çıplaklığında durum bu. Kadın bedeni erkek egemen toplumsal yapı içinde muhafazakâr ya da modern ideolojilerin göstergesi haline getirildiği için açıklığı ya da örtüklüğü politik bir meseleye dönüşebiliyor. Açıkçası nü, hiçbir zaman salt sanatsal bir mesele olarak algılanmamış ve bugün de algılanmıyor. 1882’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kuruluşundan bugünlere kadar devam eden ve aslında Türkiye’nin modernleşme sürecinin kendine has özelliklerini yansıtan bir durum bu. Ve sanatçıların kendi bireyselleşme sürecinde nü resmin bir sosyal işarete dönüştüğü konusundaki gözleminize de kesinlikle katılıyorum, özellikle 1914 kuşağı ressamlarında bu yeni türü sanatsal kaygılarla dağarcığımıza kazandırma kaygıları var belli ki. Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda cesur davranarak tabuları yıkmaya çalıştıkları anlaşılıyor. 

Seçkide özellikle kadın sanatçılara yaptığınız vurgu çok kıymetli. Özellikle erkek, popüler, şair, ressam "dahi" Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun karısı olmasından ötürü ihmal ettiğimiz Eren Eyüboğlu’na gecikmiş bir hak teslimi gibi de düşünülebilir mi? 

Bu vurguyu fark etmiş olmanız benim için çok sevindirici. Ben sanat tarihini feminist bir perspektiften yorumlamaya çalışıyorum ama bir sanat tarihçisi olarak belli bir nesnellik kaygım da var. Eren Eyüboğlu bu sergide Bedri Rahmi’nin gölgede kalan karısı olarak değil, hayatı boyunca tematik olarak nü resme yönelmiş ve çıplak bedeni biçimsel arayışlarının temeline haline getirmiş bir ressam olarak bulunuyor. Bence konuya nesnellikle yaklaşan bir küratör, böyle bir sergide Eren Eyüboğlu’nu görmezlikten gelemezdi. Aynı durumun Leyla Gamsız için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Hayatı boyunca nü, başlıca konusu olmuş, bu pek de fark edilmemiş sanki. Erken döneminden daha fazla resim bulabilseydik, o da daha görünür olacaktı, ama sergideki iki resmiyle de dikkat çektiğini düşünüyorum. 1920’lerden itibaren İbrahim Çallı, Namık İsmail gibi öncülerin yanında nü resimlerini sergileyen Melek Celal Sofu’nun da fark edilmesi benim için önemliydi. 

Ve hemen aklıma bu sergiyle birlikte Şükriye Dikmen geliyor…

Şükriye Dikmen’in biri kadın biri erkek iki çıplağını sergilemeyi çok istemiştim, fakat o resimlere ulaşamadık. Sergi yapmak yazı yazmaya hiç benzemiyor, kafandaki kurguyu tam da istediğin şekilde gerçekleştirmek koşullara çok bağlı, hele böyle farklı koleksiyonlardan derlenen bir sergide… 

Burcu Pelvanoğlu, Kültür Servisi’nde yazdığı yazısında sergideki Hale Asaf’tan açık açık şüphelendiğini yazdı. Son dönem Asaf’ın nasıl suistimal edildiğine dikkat çekti. Sergiye alınan eserlerin orijinalliğini sizin dışınızda kontrol eden birisi oldu mu? Bir kurum? Bir eksper?

Bir eserin orijinalliğinin tespiti konusunda ciddi sıkıntıların bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz. Düşünün bizler sanat tarihçisi olarak bırakın bir ressamın tüm eserlerini inceleme fırsatını, müzelerde veya birtakım koleksiyonlarda tek tük eserlerini görebiliyorsak şanslıyız! Bir ressamın çok sayıdaki eserini inceleme fırsatı bulabilmiş kişinin ekspertizde yanılmama olasılığı elbette daha fazla ama ülkemizde eksper gözden daha başka, daha güvenilir mekanizmalar devreye girmek zorunda. Eserlerin menşesine dikkat etmek bu mekanizmalardan biri ki bu sergide biz özellikle buna dikkat ettik. Örneğin, bir eserin hâlâ aile koleksiyonunda yer alması ya da hayatta bulunan aile üyelerinden edinilen bilgiler doğrultusunda tespiti bu tür referanslar arasındadır. Ben bu anlamda müzeyle birlikte, risk almamak prensibiyle hareket ettim. Burcu Pelvanoğlu’nun yazısına gelince, karşısında Hale Asaf’ın bilinmeyen bir eserini görünce bir meslektaşım olarak neden beni arayıp bilgi almadığına şaşırdım. Pelvanoğlu’nun 2007 tarihli Hale Asaf monografisi, benim de yararlandığım bir kaynaktır, ama ne yazık ki Asaf’ın tüm eserlerini tespit eden ve belgeleyen bir kitap değil. Demek ki araştırması devam ediyor. Pelvanoğlu yazısında bir şeyi açıkça demeden demeye çalışmış gibi, o yüzden de ne dediği tam anlaşılmıyor. "İçime sinmedi" diyor, "Sanatçıdan sonra müdahale görmüş" diyor, "Serginin kalitesini düşüren bir resim" diyor.  Kötü restorasyon gördüğünü mü kast ediyor? Sahte olduğunu mu? Bilemiyorum. Neyin içine sinmediğini gerekçeleriyle ortaya koymuş olsaydı, biz de bir Hale Asaf uzmanından bilgi edinmiş olurduk. Sergilerin amacı zaten bu. 

Pelvanoğlu aynı zamanda "Bu serginin Hale Asaf’ın bu resmi olmasa da olurdu bir katkısı da yok" diye ekledi. Sizin için sanırım önemliydi Asaf’ın bir eseriyle olması…

Ben öyle düşünmüyorum. Hale Asaf’ın sergide yer aldığı bölüm, André Lhote atölyesinde farklı dönemlerde çalışan Türk ressamlarının modernizm algısını ortaya koyan, çıplak bedenin ne tür biçimsel arayışlara temel oluşturduğunu görünür kılan bir bölüm. Asaf orada "nü" konusuna özellikle eğilmiş bir ressam olarak temsil edilmiyor. Ayrıca genellikle erkek sanatçıların ağırlıkta olduğu kuşaklar içinde etkin bir kadın sanatçının varlığı söz konusuysa ben onun illa temsil edilmesi taraftarıyım.

Burada tabii sıkıntı moderni izleyebileceğimiz müzemizin kapalı olmasında. Gelip oraya kitleniyoruz. "Resim heykel müzesizliği"nin semptomları yan etkileri hatta hastalıkları değil mi bu yaşadıklarımız?

Aslında müzenin kapalı oluşu değil bence konu. Burada kimse yanlış anlamasın, sonuçta bu bir süreç, ama müzenin müze olmaması sorunu bizimki. Müze bizde hâlâ salt bir bir bina gibi algılanıyor. Geçici sergilerin yapıldığı bir kültür merkezi gibi bakılıyor. Bugün müzelerin geçici sergiler ve etkinliklerle daha dinamik ortamlar haline gelmesini ben de çok olumlu buluyorum, ama farkındaysanız bu aşamaya dünya çapındaki iyi müzeler zaten müzeciliğin gereklerini yapmış olarak geçtiler. Yani bir müze bence öncelikle içinde barındırdığı koleksiyon konusunda araştırma yapan, bilgi üreten, yorum üreten bir kurumdur. Yalnızca belli bir kronolojiye göre eserleri asmak değildir. İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin kapalı kalması çok üzücü bir durum ama bakalım yeniden açıldığında güzel bir binaya kavuşmuş olmaktan başka ne göreceğiz? Bünyesindeki sanatçılarla veya eserlerle ilgili daha ayrıntılı bilgi alabilecek miyiz? Eserleri belli bir tarihsel bağlam için algılayabileceğimiz bir çerçeve bulabilecek miyiz? Umarım öyle olur. Ben bu anlamda özel müzelerin de sorumluluk alması gerektiğini düşünüyorum. Kendi sanat tarihimizin eksikliklerini giderecek sanatçı ve dönem retrospektiflerine, monografik yayınlara bilinçli olarak yönelmek gerekiyor. İzleyicinin bu tür sergilere ilgi göstermeyeceği mi düşünülüyor, yoksa bu tür sergiler için gereken yoğun çabadan mı kaçınılıyor anlamıyorum. 

Öte yandan sivil koleksiyonlar burada kurtarıcı gibi devrede… Bu koleksiyonların da kamuya kapalı olmaları dert ama bu tür sergilerle nefes alıp izleyici karşısına çıkıyorlar. Ama bu da bir yerden sonra özelin kendini aynada dev, devlet, kamu sanmasına kadar gidebiliyor… Nasıl bir kültür zemini ama?

Özel koleksiyonların da sergilerinin, yayınlarının yapılması şart. Yapılıyor da bazen. Tabii yeterli değil. Özel koleksiyonlardaki eserlerin ortaya çıkabilmesi için tematik, dönemsel sergilerin yapılması gerek, böylece hiç bilmediğimiz eserler günyüzüne çıkıyor, belgelenmiş oluyor. 

Milli Saraylar Dairesi haberimiz üzerine sizin onlardan hiç eser istemediğini ifade etti. Zaten ellerinde de Çıplak yokmuş. Sizin özellikle bu sergi için aklınızın kaldığı ama sergiye dahil edemediğiniz eserler hangileri?

Biz Milli Saraylar’dan Abdülmecid Efendi’nin bir desenini bir de tamamlanmamış bir nü eserini istemiştik. Her ikisi de envantere kayıtlı eserler. 

Aslında sevgili Ahu Antmen, bu serginin bir devamını bekliyoruz sizden… Ömer Uluç’un Çıplak’ıyla, Taner Ceylan’ın Çıplak’ını görmek isteriz. Daha niceleri… Canan’la Sinan Demirtaş’ı… Bunun devamı için sizin aklınıza ilk kimler geliyor?

Sergide 1978 tarihli bir Hakkı Anlı’mız var ama yalnızca Hakkı Anlı’nın kendi içindeki değişimi görünür kılmak adına. Yoksa gerçekten Türk resminin erken bir dönemine karşılaştırmalı olarak bakmayı amaçladığımız, özellikle sınırlandırdığımız bir sergi oldu. Cumhuriyet öncesi ve sonrası; modernleşme süreci ve daha belirgin bir modernizm çabası ve 1960’ların başına kadar gelen süreçte çoğalan üslup çeşitliliği şeklinde. Sergide Yüksel Arslan’ın aslında nü olmayan çıplak bedeni de benim için metaforik bir kırılma noktasıdır. Çoğu kimse o eserin sergide yer almasına anlam vermeyecektir belki, oysa biçimden çıkıp bedene "nü" kalıbı dışında, insan doğasının çıplaklığıyla bakmaya başlayan Yüksel Arslan, sonraki kuşaklar üzerinde etkili olmuş bir sanatçı olarak orada bir anlamda sergiyi kapatıyor.  Devamı konusundaki heyecanı ben de paylaşıyorum. Tam da daha bireysel üslupların, daha çetrefilli psikolojik gerilimlerin hissedildiği, daha cesur çıkışların yaşandığı bir sürece giriyoruz sonra. Bu kez Yüksel Arslan’la sonlandırarak değil de başlayarak,  artık nü’ye değil bedene bakıyor olurduk galiba. Sizin de andıklarınız dışında Mehmet Güleryüz ve Neş’e Erdok ilk aklıma gelenler. Daha yakın dönemden de elbette ki Canan. 

Öte yandan "Çıplak"ın hâlâ bir araştırma konusundan çıkıp çıkmadığından emin değilim. Türkiye görsel kültüründe "Çıplak"ı bir tek mizah dergi çizerlerinin kadın ve erkek ayrı ayrı, farklı farklı, araştırma konusu etmediklerini, son derece ferdi ve kendilerine mahsus ve çıplaklığa arzuları üzerinden yaklaştıklarını söyleyebilirim. Ne dersiniz?

Ben de çıplaklık temsillerinin çoğunda bireyin kendi arzusunu açık eden bir eğilim görüyorum. Hatta ilk nü resimlerde, örneğin İbrahim Çallı ve Namık İsmail’in resimlerinde, bir yandan kadın bedenini oldukça cesur pozlarla teşhir edilmesi öte yandan başka tarafa çevrilen baş ya da yüzün belirsizleştirilmesiyle örtülmesi arasındaki garip gelgiti çok ilginç buluyorum. Aynı dönemin mizah dergilerine baktığımızda çok kaba bir dil var, hatta Namık İsmail’in bir nü resminin altına, "Oldu olacak adresini yazsaydı" yazmış bir karikatürist. Çok fena! Baştaki sorunuza dönüyoruz aslında: Çıplaklıkla imtihanımız. Ya da erkeklerin çıplaklıkla imtihanı mı demeli acaba? 

Sergideki başyapıtlara gelince… Sergideki favorim Çallı’nın o 1939 tarihli neredeyse birebir insan ölçülerindeki giyinik "Çıplak"ı sergiyi birlikte gezdiğim arkadaşım Vivet Kanetti’den alıntı yapmalıyım: "Çok buralı, buranın assolistlerinden Behiye Aksoylarını hatırlatırcasına…" Ayşegül Dinçkök’ün bu resmi sayesinde Çallı’nın "Çıplak"ı ancak son derece şeffaf bir elbiseyle, bir anlamda giydirerek soyduğunu böylelikle kendinleştirdiğini görmek, araştırmayı bir kenara koyup arzu nesnesine dönüştürdüğüne tanık olmak biz izleyicilere büyük haz. Kendi adıma çok biricik bir deneyim… Çallı’nın Çıplak’la imtihan serüveni üzerine ne söylemek istersiniz?

Türk resminde nü deyince Namık İsmail ile birlikte İbrahim Çallı çok yetkin örnekler vermiş buna şüphe yok. Her ikisinde de kadın bedenine duyarlı ve son derece tensel bir yaklaşım hissediliyor. Çallı bence 1920’lere tarihlenen nü resimlerinde kadın bedenine bakıyor, izlenimlerini duyarlılıkla resmediyor ama 1930’larda ve 40’larda kadın bedeni arka planda kalıyor. Çallı, daha Cézanne’vari bir üslup ediniyor, izlenimciliğin ötesine geçiyor. Dolayısıyla resim de konusunun ötesine geçiyor. Sözünü ettiğiniz Dinçkök Koleksiyonu’nundaki resmin bir yüzü böyle. Dolayısıyla Çallı’nın "Çıplak"la imtihanının süreç içinde, içerikten biçime geçiş şeklinde yaşandığını düşünüyorum.  Resmin öteki yüzünde sizin sözünü ettiğiniz boy portre var, orada bence bilerek daha gerçekçi bir üslupta çalışmış, ısmarlama bir portre de olabilir. Ama o portrenin de gösterdiği gibi, Çallı manolyaya da giyinik ya da çıplak bedene de aynı duyarlı gözle bakıyor. 

Kadın sanatçıların "Çıplak"a bakışında aklıma tabii ki Neş’e Erdok geliyor. Onun "Çıplak"larını da tabii ki bu sergide görmeyi arzu ederdik. Neden yok?

1970’li yıllarda bedene çok ilginç bir psikolojik boyut getirerek bakan bir kuşağın sanatçısı Neş’e Erdok, o kuşağı da hakkıyla temsil etmek çok iyi olurdu, ama dediğim gibi, sergi daha erken bir döneme odaklanıyor. 

Neşe Erdok’un "Çıplak"ları sizce peki erkek bakıştan özgürleşebilmiş midir? 

Bu çok ilginç bir konu, acaba herhangi bir nü eril bakıştan özgür müdür? Nü resmin temelinde eril bir bakış var.  Ama Neş’e Erdok’un çıplak bedene bakışında kesinlikle insan teninden önce insan ruhunu görme çabası hissediliyor diye düşünüyorum. 

Ali Avni Çelebi’nin uzandığı o fotoğraf, Mahmut Cuda’lı, Cemal Tollu’lu… Çıplak model önündeki o fotoğraf da bence sergideki resimler kadar kuvvetli hatta çok ilginç bir ana işaret ediyor. Onlar modele bakarken biz onların modele "bakışı"yla karşılaşıyoruz. Bakışmamızda işte aslında bu serginin kucakladığı pek çok şey var. Öyle değil mi? 

Yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde Türkiye’de sanatsal modernizm ile ilgili bir yazı yazmıştım, görsel olarak da o fotoğrafı kullanmıştık. D Grubu’nun Cumhuriyet ideolojisini sanatsal planda uygulamak misyonu anlatılıyordu yazıda. O kuşakta "sanat kültürü"nü yerleştirmek adına nü çok simgesel bir anlam yüklenmiş. Yani, çıplak bir kadını çıplak bir kadın olarak değil de salt sanat nesnesi olarak görebilmek, medeni bir erkek olabilmenin ölçütü gibi. Önde uyuklayan Ali Avni Çelebi ve Hayati Görkey nasıl? Çok haklısınız, bu serginin kucakladığı pek çok şey orada var: Birincisi, sanat kültürünün çıplak bir bedeni deyim yerindeyse nasıl giydirdiği… Yani herhangi bir çıplak beden olmaktan çıkararak, "nü" haline getirdiği… Bu sanat kültürünü içselleştirmek ya da içselleştirememek bağlamında medeni olmak/olamamak algısı… Nü konusunun tarihsel temelde aslında erkek egemen bir bakışın ürettiği, sahiplendiği, yaygın kıldığı bir sanat türü olduğu… Konunun bu cinsiyetçi temelini hissettirebilmek çok önemliydi benim için. 

Kartpostallar da bu anlamda sergideki pek çok resim kadar değerli…

O kartpostallar, 19’uncu yüzyıl sonundan başlayarak Osmanlı’nın değişen dünyasına, gündelik kültürüne, görsel kültürüne ilişkin bir pencere açıyor. Sergilerden çok önce, "seyirlik beden"in zaten o dünyanın içinde var olduğunu anlatıyor. Tarihsel perspektifte elbette resimler kadar kartpostallar da önemli bir görsel kültür malzemesi olarak değer taşıyor. 

Feyhaman Duran’ın Paris’te ilk "Çıplak" karşısındaki duygularını da örneğin bir duvarda görmek isterdim:
"Paris’te (…) Academie Julian’a gittim. (…) Modelden resim yaptım. (…) Ömrümde böyle çıplak adam görmemiştim. İlk defa yapıyorum. Bu ilk çıplak enteresandır. Yapınca hoca geldi, baktı ve kızdı. Herkes ölçüyor, resim yok. Onlarda ölçü var. "Ne kadar çabuk yapmışsın, acele ediyorsun" dedi. Ben farkında değildim. Bana "öyle olmaz, yavaş yapacaksın" dedi. "Pekala" dedim amma bir şey anlamadım. Ben çok kolay yapıyorum, kaide az okudum. Kaideyle bilmiyorum, birinden usûl görmediğimden serbest çalışıyorum. Neyse yine o inkişaf etti." 

Evet çok hoş olurdu, Feyhaman Duran’ın bu anısı benim de çok dikkatimi çekmişti ilk okuduğumda. Fakat çok sayıda eser ve bilgi panosu duvarlarda alıntılara yer bırakmadı pek. 

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 17:48:31