A password will be e-mailed to you.

Aslında müzik ve şiir konulu bu konuşmaya vesile bir müzik albümü oldu. Gaye Su Akyol’un “Yort Savul: İsyan Manifestosu” diyerek kendi sözleriyle Ece Ayhan’a “çaktığı selam”ı içeren albüm. Bir Ece Ayhan tutkunu yorumcusu olduğunu çok iyi bildiğim felsefeci yazar ney de üfleyen Ahmet Soysal’a İkinci Yenisever müzik ortamımızı, Ece Ayhan’a selam çakma kriterini ve daha pek çok şey sordum.

 

Popüler bir müzisyen Ece Ayhan’a selam çakabilir mi? Çakarsa bu iyi bir şey değil mi? Mesela bir müzik platformunda Üçüncü Yeni diye bir kategori var genç Türk müzisyenlerin şarkılarının yayınlandığı… Bunları hep birlikte mi okumak gerekiyor acaba?

Türkiye’de, 1980’lerden itibaren neo-liberalizmin yerleşmesinin etkilerinden biri, kültürün genel bir magazinleşmesi, ticarî güdümlü popüler kültürün yaygınlaşması ve buna bağlı olarak şiir gibi ciddî edebiyat türlerinin bile reklam sloganı tarzı söyleyişlere yönelmesiydi (bu dönemin birçok şairi ve edebiyatçısının reklam metni yazarlığı mesleğini seçtiklerini unutmayalım). 2000’lerden itibaren dijital medyaların, öznenin kendini ve dünyayı tanımlamasında anahtar rol oynaması, bu süreci elbette hızlandırıp ona yeni boyutlar kazandırdı. Bu ağlardaki özneler hem birey hem grup olarak hem biçim hem de içerik olarak söz konusu magazin dilinin yüzeysel çarpıcılığına sıklıkla başvuruyorlar. “Üçüncü Yeni“, böyle bir deyim. Hiçbir ilgisi olmadığı İkinci Yeni denilen şiir akımına gönderip, oradan kendine pâye çıkarmayı hedefliyor.

İkinci Yeni, çağdaş Türk şiirinde, imgenin özgürleşmesi, anlamın çoğalması ya da askıya alınması, sıkı biçimsel çalışma, resmî ideolojiden kopma gibi özelliklerle tanımlanan uç bir akımdı. Magazin ile, popüler kültür ile hiçbir ilişkisi yoktu, olamazdı. Popüler kültürün bunun gibi ciddî ve “zor” akımlarla bağlantı kurması aslında bu kültürün kendine ve onlara atfettiği ortak “marjinallik” paydasına dayanıyor. Burada büyük bir yanlış anlama söz konusu. “Marjinallik” bir “apartman çocuğu” özentisi çoğu zaman… İkinci Yeni’nin en uç ve özgün şairi olan Ece Ayhan da marjinalliğe değinmişti ama böyle özenti bir şey değildi kastettiği…

Ece Ayhan

Turgut Uyar’ın çocukları mıyız?

İkinci Yeni şiirinin Türkiye’deki rock ve indie müziği etkilemiş olmasını isterdim doğrusu. Gezi’deki Turgut Uyar’ın çocuklarıyız da mı özenti peki?

İkinci Yeni’ye doğru bir tarzda değinmek için önce şiirden anlamak, dünya şiirinin ve Türk şiirinin tarihini (özellikle modern tarihini) iyi bilmek gerekir. Türkiye’de, geri kalmışlık kompleksinden kaynaklanan bir tutum var: En yeni, en özgün, en üstün kabul edileni, doğru dürüst anlama olanağına sahip olmadan hemen sahiplenmek! Düşünce alanında Deleuze’cüden, Heidegger’ciden, Lacan’cıdan geçilmiyor örneğin!… “Turgut Uyar’ın çocuklarıyız” sözü de böyle bir çağrışım yapıyor bende. Diyeceksin ki bu yine de hoş bir gönderme, bir beğeniyi, bir yaşam anlayışını belirtiyor… Gerçek ne? Gerçek, toplumsal düzlemde,Turgut Uyar’ın, subay kökenli olması, akşamları Bebek Otel’de dostlarıyla votka içmesi… Bunu söyleyen, onun şiirlerinin karmaşık yapısını, zengin içeriğini incelemiş mi?

Şiir ve müzik ilişkisi üzerine hangi deneyimlerden bahsetmek istersin?

Şiir ile müzik ilişkisi çok temel. “Önce söz vardı”… Ama sözün maddî taşıyıcısı var: o da ses (insan sesi). Herhangi bir maddî söyleme, kendiliğinden müziksel ögeler kapsıyor: ses yüksekliği (ya da ton, “nota”), gücü, süresi… ve duygusal ifade boyutu (emretme sesi, vaat etme sesi, yalvarma sesi, yakarma sesi, arzu belirtme sesi vs), ve sesli sekanslar arasındaki ritmik ilişkiler ve sessizlik. Buna göre, sözün, konuşma düzleminden müzik düzlemine geçmesinin nerdeyse doğal bir süreç içinde gerçekleştiği öne sürülebilir.

Şarkı söyleyen söz, insanın temel etkinliklerinin doğal bir eşliğini oluşturmuştur (hem dünyevî, hem de ruhanî ya da dinî düzlemde). Belli toplumlarda, müziğin basit biçimleri (formları) ile karmaşık formları arasında tarihsel ayrımlar meydana gelmiştir. Bu ayrım, bazı müziklerde, özünde basit bir biçim olan bizzat şarkı biçiminde oluşmuştur. Bir klasik biçim olarak lied, bilindiği gibi, Mozart ve Beethoven’deki az sayıda ama güçlü örnek sonrasında Schubert ve onun hemen ardından Schumann gibi büyük bestecilerde ortaya çıkmıştır. Aynı gelişme, daha sonra, Fransız melodi’sinde gerçekleşmiştir. Berlioz, Gounod ve özellikle Fauré burada öncü rolü oynamışlar, Debussy ile Ravel ise 20. yüzyılın eşiğinde Fransız melodisini doruklarına ulaştırmışlardır. Rusya’da ise Glinka’nın öncülüğünden sonra Musorgski’nin görkemli şarkı toplamları gelmektedir (“Güneşsiz” gibi). Burada, popüler kültürdeki, onun endüstrileşmesiyle bağlantılı gelişmelere fazla değinmeyeceğim.

Bu konuda A.B.D. göndermesinin önemini belirtmekle yetineceğim: blues, soul, rythm’n blues, rockn’roll A.B.D.’den İngiltere’ye 1960’larda geçerken değişik sentezlere girmişlerdir. Nitelikli ve belli sınırlarda deneylemeci bir popüler müzik fenomeni ilginçtir (Pink Floyd, King Crimson, Genesis, Yes, David Bowie’nin Heroes ve Low gibi albümleri, sonraki dönemde ve günümüze kadar Radiohead gibi bir grup nice örnek içinden anılabilir). Bob Dylan, Leonard Cohen, Lou Reed gibi ozan-şarkıcılar nitelik sınırlarını oldukça genişletmişlerdir. Metal döneminde Black Sabbath, Judas Priest, daha sonra Metallica, Slayer, Death gibi gruplar çarpıcı yaratılar ortaya koymuşlardır. Ama bunlar, aynı yıllarda klasik kökenli çağdaş müzikte gerçekleştirilen devrimlerin yanında deyim yerindeyse hafif kalmaktadır. Özellikle ses ile söz ilişkisi düzleminde Boulez’in, Stockhausen’in, Nono’nun, Berio’nun, Ligeti’nin ve daha yakınlarda, Steve Reich’ın, Salvatore Sciarrino’nun ve daha birçok çağdaş bestecinin üstün yaratıları bugün ne yazık ki bir avuç uzmanın ilgi alanıyla sınırlanmış durumdadır.

“Müzik öncelikli olarak şiire bakar”

Bob Dylan

Peki seni etkileyen deneyimler hangileri oldu? Bu arada Iggy Pop’un Dylan Thomas okuyuşundan çok etkilendiğimi ifade etmek isterim.

Beni etkileyenler (20. yüzyıl ile sınırlanmam gerekirse): Arnold Schönberg’in Pierrot Lunaire’inde ilk defa Sprechgesang’ın (konuşmalı şarkı), az sayıda enstrümanın tını oyunlarının eşliğinde, ekspresyonist bir anlayış içinde, kullanılması.

Alban Berg’in Wozzeck operasında uç duygulanımlara uyarlı yepyeni bir opera dilinin icadı.

Igor Stravinsky’nin Noces adlı yapıtında, Rus halk şiirinden gelme anlatıların dört piyano ve vurmalı çalgılar eşliğinde ritmik örgüsü.

Anton Webern’in son yapıtı olan İkinci Kantat’ında sesin arınmış olduğu kadar lirik güdümü.

Pierre Boulez’in Mallarmé şiirlerini işleyen Pli selon pli yapıtında hermetik şiir sözünün enstrümantal maddede yansıması, söze yaratılan sessel alanların zenginliği, Berio’nun Visage’ında insan sesinin elektronik işlenişi. Luigi Nono’nun Prometeo operasında Hölderlin’in sözünün sonsuz bir uzaya açılması. Karlheinz Stockhausen’ın Stimmung yapıtında sekiz şarkıcının âyinsel ve akışkan diyaloğu. Salvatore Sciarrino’nun La perfezione di uno spirito sottile’sinde soprano, flüt ve çanların sessizlik ile soluğu bitiştiren müziği… Daha beş yüz örnek verebilirim.

 

Fazıl Hüsnü ile Ece Ayhan bestelenebilirler mi yoksa zaten birer ses çıkaran beste midirler zaten?

Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Ece Ayhan, elbette bestelenebilirler. Şiir sözü, görsel alandan çok etki almıştır. Daha açıkça; şiir sözü, görünür dünyanın öznellik üzerindeki duygulanımsal etkilerini işlemeye sıklıkla yönelir. Görünür, burada bizzat görsel sanat yapıtını da belirtebilir. “Resmi seven” şairlerin başında Baudelaire geliyor. Oysa, şiir nasıl resme öncelikli olarak bakıyorsa, müzik de öncelikli olarak şiire bakar. Müziği, şiirin içeriğinin de ötesinde şiirin sözcüklerinin maddesi çeker. Müzik yaratısı, şiirsel sözcüğü müziğe aktarırken onu başkalaştırır, dönüştürür. Müzisyen, bestelediği şiiri kendinin kılar. Böylece, müzik, ele aldığı şiire yeni, belki de beklenmedik bir boyut katar. Şair, şiirinin bestesinde kendini ne kadar bulmaktadır? Bu soru açıktır.

Dağlarca üzerine pek çağdaş müzik bestesi bilmiyorum. Basit şarkı türünde bazı şeyler var. Ruhi Su’nun örneğin. Bir de, az daha unutuyordum, İlhan Mimaroğlu’nun, Dağlarca’nın Vietnam Savaşımız kitabından şiirlerini içinde okuttuğu bir yapıtı var: Sing Me A Song Of Songmy, bence iyi niyetli ama fazla eklektik ve zayıf bir yapıt. Ece Ayhan için de, İlhan Usmanbaş’ın, Ece İdil’in başarıyla seslendirdiği Bakış Bir Kedi Kara dizisi var; öncekinden daha sıkı ama yine de müzikal olarak yetersiz bir yapıt, kanımca. Genel olarak şunu söylemeliyim: büyük şiir (örneğin Paul Celan, René Char, Yves Bonnefoy, Oktay Rifat vs), popüler müzikte ele alınmasa (bu anlamda “rahat bırakılsa”) daha doğrudur. Çünkü, büyük şiirin oluşumundaki çaba ve bu şiirin tarihsel dayanağı popüler müziğin basit biçimlerine aktarılınca ister istemez ihanete uğrayacaklardır. Bu çoğunlukla böyle olmuştur zaten.

“Mercan Dede gibileri tasavuf müziğini DJ’liğe ucuz malzeme yapmaktan öteye gidemiyor”

Geleneğe baktığımızda Anadolu coğrafyasında Divan şiiri yanında tekke ve dergah çevresinde gelişen “Tekke Şiiri” ya da yaygın adıyla “Dini Tasavvufi Türk Halk Şiiri”, özel ezgi ile söylenen “ilahi”leri; Mevlevi tekkelerinde ney, Bektaşi tekkelerinde saz ve başka tekkelerde farklı müzik aletleriyle müzik ve şiiri buluşturuyor. Ozan-Kopuz ikilisi var. Sen ney de üflüyorsun. Bu geleneğin söze ve sese yaptığı vurguyla ilgili neler söylemek istersin?

Dediğin gibi, mirasçısı olduğumuz Osmanlı-Türk kültür geleneğinde zengin bir birikim var. Bu birkaç kola ayrılıyor: bunlardan biri, değindiğin “halk şiiri/müziği”, diğeri “tasavvufî şiir/müzik”. Bunlarda, şiir ile müzik bir arada. Bunlar, genelde, halk kökenine uygun olarak basit yapılar kullanmaktadır. Ama karmaşıklık düzeyi çok ileri olan İstanbul/Saray kökenli Osmanlı-Türk müziğinin kimi bestecileri, dinî düzlemdeki yapıtlarında bu karmaşıklığı (ve sofistikasyonu) bu dinî düzleme de taşımaktan geri durmamışlardır. Mevlevî Âyini biçimi, dört bölümünde (“Selâmlar”), değişik usül kullanımları ve makam geçkileri içinden, bu karmaşıklığın önemli örneklerini sergilemektedir.

Burada, Nâyî Osman Dede’nin, Itrî’nin, Üçüncü Selim’in, Dede Efendi’nin, Zekâi Dede’nin görkemli Âyinlerini anmalıyız. Halk şiiri/müziği geleneğine dönecek olursak, bunun, basit şiirsel/müziksel yapı içinden, ta Yunus Emre’den, Pir Sultan Abdal’dan, Karacaoğlan’dan beri üstün yaratılar doğurduğunu not etmeliyiz. Özellikle Alevî-Bektaşî kültür alanında halk yaratısı, yeryüzünde eşi az görülmüş bir düzeyi ortaya koymuştur; bu durum, ta 20. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Mahsuni Şerif ve Sivas’ta fanatiklerin kurbanlarından olan Muhlis Akarsu bu yaratıcılar içinde iki büyük örnektir. Ne yazık ki günümüzde, bu çizgi güç kaybetmiş görünmektedir.

Bugüne özgün bir yozlaşma Tasavvuf alanını da sarmıştır. Tasavvuf Müziği adı altında vasat ya da düpedüz anlamsız müzikler etrafı sarmıştır. Siyah mintanlar, mumlar, kendinden geçmiş edâlar, baş ve bendir sallamalarla yaratılan hava bu zayıf müzikleri kurtarmaya yeterli değildir. Mercan Dede gibileri ise bu müziği DJ’lik düzlemine ucuz malzeme yapmaktan öteye gidememişlerdir. Gülünç olan, Tasavvuf ruhuyla bir çeşit isyankârlık arasında kurulmak istenilen ilişkidir. Oysa Tasavvuf öncelikle Allah’ın Kelâm’ına bir bağlılık pratiğidir, öyleyse ruhanî bir boyun eğme edimidir.

Şunu da eklemek isterim. Genel olarak İslam geleneğinde, Allah’ın Kelâm’ının okunması, aynı zamanda müziksel bir pratiktir. Bu pratikte, Arapça’ya özgü prozodi, soluğun ekonomisi, duruşlar ve ritmik çeşitlilik, incelikli makam kullanımının eşliğinde yetkin bir müziksel yaratı sunma olanağına sahiptir. Bu alanda da Osmanlı-Türk geleneği üstün bir düzeye erişebilmiştir. Bu noktada, benim de yaşamının son döneminde tanışma talihine eriştiğim Hafız Kâni Karaca’yı anmak isterim.

“Çağımızın gerçek büyük bestecileri ancak bir avuç meraklı tarafından biliniyor”

Bob Dylan da sonuçta edebiyat alanında Nobel aldı. David Bowie, Dylan bunlar birer şair mi senin gözünde de? Şiir pekala bir şarkı ve bir şarkı da bir şiir midir? Burada senin kriterin nedir?

Şiir, kendine “şarkı” diyebilmiştir. Ama bu durum, müziksel şarkı ile özdeşleştiğini göstermez. Şiirde ses, ritim temel ögelerdir. Tıpkı müzikteki gibi. Ama şiir, sözcüğün çağrışım ve yankı alanıyla sınırlanmıştır. Onun sonsuzu – öznenin ve dünyanın kesişen sonsuzunun bir tekillik an’ı olarak – bu alan ile sınırlanmıştır. Şiirde, sözcük, kendi ötesidir; başka deyişle, şiirsel sözün kendi ötesinin sonsuzluğu yine şiirsel sözün kendisindedir.

Oysa müzik, özünde, sözün dışındadır. Onun için insanın sözünden önce, insanın sesi vardır. Müzik sesleşir ya da ses müzikleşir. Bu içkin özsel dönüşüm olanaklılığına göre, sözcük ikincildir. Bunun uzantısında, elbette ki müzik şiirini bulacaktır ya da şiir müziklerini bulacaktır. Şiirin niteliği müzik için yine de ikincil bir ögedir. Schubert, vasat şairlerin şiirlerinden büyük besteler çıkarmıştır. Batı müziğinde şiir-müzik ilişkisini en derine götüren bestecilerin başında Schumann ve onun da önünde Hugo Wolf gelir. Lied’lerinin resitallerinde, kendisi de piyano başındayken, önce şiiri okutur, bestenin icrasını sonra yaptırırmış.

Bob Dylan’dan söz ediyorsun. Müzik yeteneğinin yanısıra, Bob Dylan’ın şiir yeteneği yadsınmaz (Dylan soyadını, Dylan Thomas’a hayranlığından dolayı aldığını biliyoruz). Bob Dylan, temelde, “şarkı sözü” yazıyor. Şarkı için yazılmış bir şiir, elbette iyi şiir olabilir. Ama şöyle bir sınırlama da var: şarkının ister istemez basit (ya da iptidaî) biçimi, özellikle de kafiye, nakarat gibi zorunlulukları, sözü de kendini buna uyarlamaya itmekte, dolayısıyla onun özgürlüğüyle birlikte potansiyellerini zayıflatmaktadır. Başka terimlerle, şarkı biçimi şiiri de dar bir biçimsel kalıba sokmaktadır. Burada şiir açısından özellikle sıkıcı olan, kafiyelerdir, ya da, daha açıkça, ille kafiye olsun diye gerçekleştirilen söz “uydurmaları”dır. Bob Dylan da bundan kurtulamamaktadır.

Bazen, ifade, sözcük, müzik güzel bir uyuma giriyor, bazen de zorlamalar oluyor (kafiye “tutuyor” ya da “tutmuyor”). Böyle olmakla beraber, Bob Dylan ya da Leonard Cohen gibi şarkıcıların büyüsü, ortaya çıkarabildikleri yetkin müzik/sözcük nesnelerinde. Bu başarılarda, müzik ögesi, söz ögesinin önüne çıkıyor. Ama söz ögesi, ikincil de olsa, yetkinliğin bir parçasını oluşturmakta. Gördüğün gibi (zaten bunu biliyorsun), “ciddî sanat” taraftarı olan ben, popüler müziği küçümsemiyorum. Ama şunu da eklemeliyim: kapitalizm düşmanı olarak, müzik endüstrisi içinde konumlanan popüler müziğin sömürü düzenindeki payı, onun etrafında dönen reklam ve patırtı, star sistemi midemi bulandırıyor. Bu durum hüküm sürerken, çağımızın gerçek büyük bestecileri ancak bir avuç meraklı tarafından biliniyor, büyük uğraş verdikleri yapıtlarını gölgede meydana getiriyor.

 

İLGİLİ HABERLER

Gaye Su Akyol’a “Ece Ayhan” eleştirisi

Ahmet Soysal’la pandemi koşullarında “beden”

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 08:23:53