A password will be e-mailed to you.

Araştırmacı-küratör Misal Adnan Yıldız, geçtiğimiz hafta İstanbul Modern’in ‘Sanat Konuşmaları’ serisinin konuğu olarak İstanbul’daydı. İskandinavya, Yeni Zelanda ve Almanya’daki küratörlük pratiğinin ‘gezegensel’liğine bakmak, bu deneyimin beslendiği ve beslediği kavramlara kendiyle de mesafelenerek kamusala taşımak için buluşmaya katıldı Yıldız. Kendisiyle bu etkinlikten önce bir araya gelip ‘yerler arası’ ilişkileri konuşma fikri bizi heyecanlandırdı. Hem küratörlüğün boşluklarını ve kendi deneyiminde bu boşlukları nasıl ortaya çıkardığını konuştuk; hem gezegensel’in sınırlarını ve estetiğini… Ve daha sonra fark ettik ki; Adnan’nın Mutlu Çerkez’in işlerini çalışırken benimsediği kürasyonun yörüngesinde bir konuşma çıkmış ortaya: etrafında! Ne hakkında ne de bütünüyle dışında: ‘Adnan Yıldız Etrafında’.

Can Memiş: Küratöryal pratiğin üzerine konuşarak başlayalım isterim. Katıldığın bir etkinlikte, küratörlüğün hep bir boşluktan yola çıktığını söylüyorsun. Yapılmamış olanı yapmaya, yazılmamış olanı yazmaya imkân tanıyan bir boşluk. Öyle bir boşluk kaldı mı? 

Misal Adnan Yıldız: İddialı konuşmuşum. İnsan geriye dönüp bakınca söylediklerini tekrar düşünmek istiyor. ‘Niş’ demek istemişim. Belki ‘henüzü’ ekleyince, ‘henüz yapılmayanı’ diyince biraz daha hafifliyor. Sanat tarihinde bazı boşluklar vardır; o dönem bu bağlamda burada sergilenmemiştir; iyi bir stüdyo etüdü ve yeni bir üretimi vardır, bilinmiyordur. On sene boyunca resim yapmıştır ama stüdyosundan işlerini çıkarmıştır. Niş ya da boşluktan kastım öyle bir şey. Henüz yapılmamış olanı kendine ödev olarak atfetmek gibi… Sosyal bilimlerden geldiğim için, sanki gereklilik değerlendirmesi, ihtiyaç ölçümü gibi bir şeyden bahsediyorum. Bunun en iyi örneği, yakın zamanda Mutlu Çerkez üzerine gerçekleştirdiğim bir sergiydi. Önermesi ilginç oldu: ‘Mutlu Çerkez’in İşlerinin Etrafında’. ‘About’ değil, ‘around’: ‘Hakkında’ değil, ‘etrafında’. Bu, her şeyi yeniden düşünmek için fırsat… Mutlu Çerkez; benim gençken Kasa Galeri’de gördüğüm, daha sonra ölüm haberini alınca üzüldüğüm, son 10 sene boyunca sergisini yapmak istediğim; ama bir türlü gerekli araştırmayı, kaynağı, mekânı bir araya getiremediğim için yapamadığım bir sanatçı. Kunsthalle Baden-Baden’de böyle bir fırsatım oldu. Kişisel olarak, kendi hayatımla ilişkilendirdiğim bir sanatçı.

‘Henüz Yapılmamış Olanı Yapmaya Çalışmak’

Mutlu Çerkez, Unti­tled 13145 (12 Eylül 2000), 1990
Pho­to: Andrew Curtis

Can Memiş: Mutlu Çerkez işleri ve o işler etrafında olmak kendi hikayene nasıl bağlanıyor?  

Misal Adnan Yıldız: Yeni Zelanda’da görev yaptım, Karamanlıyım, Almanya’da yaşıyorum. Onun da antipodean bir pozisyonu var. Kıbrıslı bir aileden geliyor ve oradan Avustralya’ya göçüyorlar. Orada göçmen olarak yaşamlarını sürdürüp hayatlarını kuruyorlar. Alman izleyicilere bu sergiyi yapmak istememin güçlü bir nedeni var. Ben bir göçmenim, kuirim, küratörüm… Ama sürekli ‘göçmen bir küratör’ olarak anılmak ne demektir hayal edebiliriz. Alman küratörlerden soyut sanattan, daha yüksek kavramsal çerçevelerden sergiler çalışması istenirken; biz göçmen küratörlerden entegrasyon, sosyal sorunlar ve göç politikaları çalışmamız bekleniyor. Bunlarla ilgili bir proje yazınca hemen fon alıyorsunuz. Sanatın içindeki fon sistemi ve pazar bizi öyle bir köşeye sıkıştırıyor ki -göçmen olarak-… ‘Sen bize entegrasyondan bahsedeceksen sana fon var’ diyorlar. Ama yüksek kavramsal düşünceleri bırakalım Alman küratörler yapsınlar. Mutlu’nun çok takdir ettiğim bir özelliği var -tıpkı Felix Gonzalez-Torres’in kendisine ‘göçmen sanatçı’ dememesi gibi- Mutlu da hiçbir zaman kendisine ‘göçmen sanatçı’ dememiş. ‘Sanatçı’ demiş. Ben de kimlik politikalardan bahsetmek istemiyorum. Neden biz, kadınlara ‘kadın yazar’ diyoruz ki! ‘Yazar’ demeliyiz… Neden ben ‘kuir küratör’ olayım? Evet, kuirim; ama aynı zamanda küratörüm. Kimlik politikalarının artık (benim nezdinde tamamen) bittiğini düşünerek de, bu projeye çok inandım. Serginin diğer bir özelliği de, vefat etmiş bir sanatçının işlerini bir araya getirerek
anma sergisi yapmak istemedim ya da ‘yeniden bulduk’ gibi bir tekrar sergisi de! Mutlu’nun işleri nostaljiye sığamayacak kadar taze. Tam tersine aralarına; genç, siyasi, kuir, kompleks projeler dahil ettim. O yüzden ‘etrafında’… Sergideki Mutlu Çerkez işleri, suyun içinde yürürken bastığımız taşlar gibi, sergi akarken onlarla ilerliyoruz. Sergide On Kawara da vardı, hiç karşılaşmasalar bile dönemdaşlar. Mutlu’nun daha kompleks bir arşivlemesi var; ama her zaman bir kavramsal sanatçıya matematiğiyle bakmak gerekir. Kawara kusursuz o konuda. Bu ilişkiler içine ayrıca Felix Gonzalez-Torres’i de getirdim. Hem öncülleri ve çağdaşları hem de hiç görmediği sanatçılar… Kardeşimi, Fulya Erdemci’yi, Billy Apple’ı art arda kaybettiğim pandemi sonrası değişen dünyada -kişisel olarak benim için hayatımın en zor döneminden sonra- şimdi düşününce galiba tekrar ayağa kalkmak için (de) yaptığım bir sergiydi. Ölümle baş ettiğim, kayıpla, yokluk duygusuyla uğraştığım bir dönemdi. Mutlu’yu hala yaşayan bir simya olarak kutlayan bir sergi yoktu, yapılmamıştı. O açıdan gururluyum. O açıdan küratörlüğü hala ‘henüz’ yapılmamış olanı yapmaya çalışmak diye tarifleyebilirim.

‘Hayatla Baş Etmek için Sergiler Üstünden Düşünüyorum’

Can Memiş: Psikoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra sanat pratiğinle devam ettin.  Küratör olarak psikanaliz okumalarına borçlu olduğun yerler neler? 

Misal Adnan Yıldız: Görsel kültür ve cinsiyet çalışmalarıyla, bunların temeli olan psikanaliz aslında kardeş metodlar üzerine kurulu… Küratörlük benim kendimi anlamamı sağladı. Biraz nerd, biraz geek bir insanım. Herkes gibi, iyi olmaya, ama sadece kendim için değil; birlikte iyi olmaya çalışıyorum. Kendi karanlığımla, karanlık yanlarımla da yüzleşiyorum ve Dünyayla, hayatla baş etmek için sergiler üstünden düşünüyorum. Bir sergi yapıyorsam, sergi takvimi biyoritmim oluyor. Sosyal haritamı, uyku düzenimi, yeme düzenimi o takvim belirliyor. Sergi benim hayatım oluyor. Kendimi değiştirmem için büyük bir fırsat oluyor. Yönümü belirliyor. Odaya koyacağımız objeleri, heykelleri, resimleri biliyoruz. Ama takvimleri, enerjileri, frekansları, kimlerin o sergileri ziyaret edeceğini bilmiyoruz. Ortaya bazen çok farklı araştırmalar çıkıyor. Bir küratör bildiği yerden, ehliyeti olan yerden yola çıkar. Ama bazen sergi sürecinde hiç bilmediği bir bilgiyle karşılaşabilir ve onu sergiye getirmek çok değerli olabilir. Sergiler bir tür kamusallaştırma sağlıyor. Psikanaliz çok etkili… Değişmek için, dönüşmek için hep sergilerle mücadele ettim. O değişim hep sergilerin içinden geldi. ‘Küratör olarak ne çalışıyorsun?’ dersen… Baştan beri dikiz, bakış, gaze, röntgen dediğimiz şey var. Bunlar; John Berger’de, Laura Mulvey’de, Lacan’da var. Onlar olmasa görsel kültürü hiç inşa edemeyiz. Yakın zamanda buralı ve yerel referanslar da ilgimi çekti. Bilge Karasu’da büyük bir psikanalitik bilgi olduğunu anlamam için 45 yaşında olmam gerekiyormuş. Cihat Burak’ın bakışı ve dikizi tanımlayan en iyi ressamlardan biri olduğunu, bir fili ya da kediyi saklarkenki o ince estetiği anlamam için 45 yaşına gelmem gerekiyormuş.

‘Risk Faktörüyüm’

Nevin Aladağ, No one is telling you how to live your life.
Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Can Memiş: Dünyanın Ağırlığı başlıklı sergin, Nevin Aladağ’ın yine bir dikiz aynasına basılı bir işi ile izleyiciyi karşılıyordu: “No one is telling you how to live your life” (Kimse sana hayatını nasıl yaşamanı söylemiyor). Bunu bir sergiyi kürate ederken de kendine söyler misin? 

Misal Adnan Yıldız: Hayat tarzı olarak da söylerim. Benim hayatı yaşama tarzım, stilim yok; ama metodum var. O da her şeyden önce bu her yerde bir tür ‘risk faktörü’. Kurumlar, insanlar ve toplum tahmin edeceği, ettiği ve aynı zamanda kontrol edebildiği insanları sever, öncelikler. Almanya’da küratörlük yaparken de risk faktörüyüm. Türkiye’de de… Bunu bilerek yaşıyorum. Cinsel, politik ve kültürel anlamda precarious dediğimiz kaygan bir zeminde yaşadığımın çok farkındayım. Aynı zamanda bunun sorumluluğunu alıyorum, bunun yükümlülüğünü taşıyorum. Bunun hesabını verebilirim. Yaptığımız şeylerden pişman olabiliriz. Ama sanatın bize aksettirdiği şey, kendimizle ilgili en temel gerçekliği hissettiğimiz şey… Ben neden küratör olduğum üzerine çok düşündüm. Çünkü burada işe yarıyorum. Sanatı anlıyorum, hissedebiliyorum. Çocuk yaşlardan beri böyleydi. Bir sanat eserinin, resmin, heykelin yanına gittiğimde ona bakarak onun fizikselliğini, materyalitesini, malzeme bilgisini çözerim. Ya da spirütüelliğini, fizikle açıklayamadığımız yanlarını, bilinmeyenle ilişkisini sezerim. Bana söylenmeyenleriyle de… Sanattan anladığımı, çünkü hala hisleri olan, hissedebilen ve bundan korkmayan bir insan olduğumu düşünüyorum. Sezgilerimin kuvveti de sanattan geliyor. İnsan ‘nasıl bir varlık olduğuyla ilgili elbette bazı korkular yaşıyor, ‘ben kimim’ sorusunu soruyor. İnsan aslında en çok kendinden korkar. Ya da neye dönüşeceğinden. Bazen öyle tesadüfler yaşıyorsun ki açıklayamıyorsun. Sanat, bunları açıklamama, anlamama yardım etti. Kendi sezgilerimden, içgüdülerimden korkmamayı öğretti. Kendime sahip çıkmayı, kendi yönümü belirlemeyi öğretti. O yüzden bir rüzgâr… Sokakla da çok ilişkili. Ben sokaktan beslenen bir insanım, vahşi bir insanım. Anadolu’dan geldiğim için… Her ne kadar Avrupa’da, İskandinavya’da, Yeni Zelanda’da, Almanya’da yaşasam da çok da evcilleşemedim. Hala bir tarafım Anadolu, taşra, vahşi ve evcilleşmiyor… Bununla ne gurur duyarım ne yerinirim. Bu benim gerçekliğim. Psikanalizle beraber vahşi olmanın, daha doğrusu evcilleştirilemez olmanın önemli olduğunu düşünmeye başladım. Ece Ayhan’ı, Jack Halberstram’ı, Leo Bersani’yi bu gözle yeniden okuyunca rahatladım…

‘Gezegenle İlişkin Nasılsa Bedeninle İlişkin De Öyle’

İstanbul Modern izniyle

Can Memiş: ‘Gezegensel deneyim’ kavramını konuşmak üzere İstanbul Modern’deki sanatçı konuşmasında olacaksın. Senin kullanımına geçmeden önce buraya bakan çeşitli güzergahları hatırlamak isterim. Postmodern durumla beraber kullanıma sokulan ‘küreselleşme’ karşısında, ‘dünyasal’ kavramını önerenler oldu. Jean-Luc Nancy mesela… Fransızca’daki ‘mondialisation’ kelimesini, François Raffoul ‘world-forming’ olarak kullanır: ‘dünya-oluşturma’. Raffoul’a göre ‘dünyasal’, sınırları daha genişleyen ve farklara da yer veren bir kavram. Sen ise pratiğinin içinden ‘gezegensel deneyim’ diyorsun. Senin deneyiminde hangi katlar, farklar, mesafeler var? 

Misal Adnan Yıldız: 1960’lardan sonra gelişen ‘cognitive bilim’ benim düşünme şeklimi, ‘Gestatltung’umu belirliyor. Zihnin teorisi işlerimin çok içinde. Yeni Zelanda’da yaşama deneyimi de üzerine cila çekti. Sana anlatmak istediğim şu: İnsanoğlunun ya da insankızının epistemolojik, varoluşsal ve ontolojik algısının kırıldığı anları çok düşünüyorum. Onlardan en önemlisi bizim uzaya çıkıp dünyanın yaşadığımız yerin fotoğrafını çekebilmemiz. Belki ‘Animizm’ bunla başlıyor veya başka görsel kültürcüler çalışıyor ama hala geçerli bir kırılma anı; dünyaya ilk kez dışarıdan bakabildiğimiz o fotoğraf çok önemli. Çünkü uzun süre Yeni Zelanda gibi çok katmanlı küçük bir ülkede ya da Almanya’da göçmen olarak yaşayınca, bedenimizin mekânımız olduğunu fark ediyorsun. Gezegenle ilişkin nasılsa bedeninle ilişkin de öyle. O bir mekân, o bir toprak. O aslında sadece sana ait de değil. Bu yaz Çatalhöyük’e annemle gittim. Bir sonraki istasyon Göbeklitepe… Herhalde görsel sanatlar anlamında Türkiye’den çıkacak en orijinal okumanın da buralarda gizli olduğunu düşünüyorum. Çünkü 7000 yıl öncesine gitmeye çalışmak, o dönemin Paris’ini, New York’unu hayal etmek acayip bir duygu. Zamanla ilgili de büyük bir kırılma yaşatıyor sana. Bedeni her zaman kendimize ait olarak görüyoruz. Feminizm ve kuirin batı eksenli okumasında da ‘benim bedenim benim mekânım benim politikam’ var. 90’lardan gelen çok net bir tavır. Bugün işlediğini düşünmüyorum. Ben, benden öncekiler ve sonrakiler arasında zincirin bir parçasıyım. Atalarım ve benden sonra gelen nesiller arasında. Tam bana ait değil bedenim. Ona dövmeler yapıp küpeler takıp daha nihilist ve daha punk bir pozisyona gidebilirim tabi ki. Ama aynı zamanda da o zincirin bir parçasıyım. Ancak onunla huzur duyduğum an evrensel bilginin bir parçası olabilirim. Sanat bize tek bir doğru olmadığını gösterdiği gibi ne zaman anlaşmadığımızı da gösteriyor. Ne zaman uzlaşmıyoruz? Çok değerli bir soru. Sanat bize bu soruyu çok net ortaya koyuyor. Hakikaten sanatın, ‘birbirimizi anlamadığımız, onaylamadığımız ve uzlaşmadığımız zaman ne olur?’ sorusuna vereceği çok iyi cevaplar var.

‘Hareket Halinde Sergiler Yapmak İstedim’

Can Memiş: Yarım küreler arasında çalışmak, bu çalışmalar esnasında kurumların farklarını tecrübe etmek küratöryel anlamda nasıl bir estetik alan açtı? 
 
Misal Adnan Yıldız: İstanbul Modern için hazırladığım sunum için seçtiğim konulardan biri sergi ekonomisi, matematiği ve kültür politikaları. Kültür kurumları her ne kadar değişse de kotalar, tavırlar, kimlik temsilleri ve kurumların bunları nasıl ilüstrasyon gibi kullandığı, sanatın ulusal ve bölgesel dağılımı, işbirlikleri çok değişmiyor… Bir tekrardayız. Kendi pratiğim açısından hızlıca söyleyebilirim: Daha minimal bir estetiğe ulaştım ve kolektiviteye yöneldim. Sadece duran objelerden oluşan sergiler beni artık tatmin etmemeye başladı. Değişen, dönüşen, hareket halinde sergiler yapmak istedim. Serginin başında bir pozisyon var, ama performanslarla değişerek o pozisyon kırılıyor. Yine ‘’Auditions…’’ sergisinde ortaya koyduğumuz, Mutlu Çerkez’in en karakteristik, en sembolik, en kavramsal işlerinden biri olan perde, sergi içinde üç kez pozisyon değiştirdi. Sonunda geriye gitmek zorunda kaldı ki, iki balerine yer açsın. Sergi salonu bir gösteri merkezine dönüştü. Çok amaçlı kullanımlar, sergi mekanlarının öğrenme merkezi olması, insanların bu mekanlarda buluşması, dilin değişmesi, sinografi beni çok etkiliyor. Hikayeyi izleyicinin hayalgücüne bırakmak istiyorum artık. 300 kişinin gelip açılışta birbirini görüp onayladığı sergilerle ilgilenmiyorum. Salı günü saat 11’de oraya kim gelecek? Belki kafasında bir film çekecek, bir şiir yazacak, orayı kendi seti gibi, kendi defteri gibi kullanacak. Bu daha seksi bir ödev. Saat farkları, paralel dünyaların varlığını bir araya getirdi. Zaten 40’larımda sanki Cloud Atlas’daymışım gibi yaşıyorum. Kimsenin yokluğuna inanmıyorum; dönüştüğüne ve devam ettiğine doğru bir perspektif… Aynı anda birçok farklı zaman dönencesini paylaştığımı anladım. Tek bir gerçeğin, tek bir adamın, tek bir doğrunun, tek bir kitabın olmadığını anladım: Böyle çoğaldım heralde!

Can Memiş: Yer-yön çoğulluğu senin son yıllarda epey mesaini aldı gibi gözüküyor. Zentrum für Kunst und Medien (ZKM) ’in Direktörü Alistair Hudson’la bir oturumunuz oldu geçen sene. ‘Is interlocalism the new internationalism?’ sorusuna odaklanıyordunuz. Sence yerler arası çalışma modeli enternasyonalizmin yerini alıyor mu? Bugün artık homojen bir enternasyonalizm fikrinden söz edebilir miyiz ki? 

Misal Adnan Yıldız: Biraz geriye gidelim. 2000’lerin başında başladığım zaman; projeler, küreselleşen dünyada sanatçı rezidanslarıyla sanatçıları dünyanın farklı yerlerine savuruyordu. İnternetin de getirdiği bir kolaylıkla hızlı hareket eden bir dünya vardı. Bu ne kadar işledi bilmiyorum. Biz de gittiğimiz o yerlere gerçekten fırlatıldık. Oradaki dünyaya hazır mıydık, orada nasıl algılandık, orayla nasıl çarpıştık? Şu anda geriye dönüp bakınca çok şey söylenir. Ama bugün aynı hızdan ve aynı dünyadan bahsetmiyoruz. Sadece yapay zekanın değil, yatay zekanın da esir aldığı bir dünyadayız. Siyasi anlamda üzücü bir tablo var. Daha muhafazakarlaşan, daha ulusallaşan, daha içine kapanan… Küreselleşmeye ve liberalleşmeye tepkiyi aşırı sağcılaşarak gösteren bir dünya var. Eski değerleri koruyanlar kimler? Yeni muhafazakârlar kimin cebini dolduruyor bilmiyorum. Bence, yerel bağlam çok önemli. Buralı olan bilgi de çok değerli. İstanbul’da bir proje yapıyorsan istediğin kadar dünyanın en iyi sanatçılarını getir onu ‘buralı’laştırmadan, ‘buralı’ bilgiyle onu karşılaştırmadan, buradan konuşmadan bir ton ayarlayamıyorsun. Dünyada da bu geçerli… Yerler arası geçişler şimdilik bir çözüm. Hatta küreselleşme ve neoliberal politikaların batmasının sonucunda şimdilik bir can simidi oldu. Merkezi bir dünyadan çok; birbiriyle organik bağların kurulduğu, değiştiği, ağların dönüştüğü bir dünya, bir harita gibi hayal edeceksek de sarmal gibi bir şey… Farklı yerlerden konuşabilirsek birbirimizi daha iyi duyarız.

10 Yıl Sonra…İşgal.Şiddet.Soykırım.

Can Memiş: Ayşegül Sönmez’le on yıl önce yaptığınız röportajda dışardan nasıl göründüğümüzü konuşmuştunuz. Sen birçok açıdan görünümler sunarken, iyi ve güçlü isimlerin pratikleriyle öne çıktıklarını ve hafızada kalan etkiler oluşturan bu isimlerin dünyalılıklarına dikkat çekmiştin. Peki on yıl sonra? 

Misal Adnan Yıldız: Türkiye; ılımlı İslam modeliyle beraber, ‘endişeli modern’ profilinin de katılımıyla bir kutuplaşmaya gitti. On sene sonra tekrar çözüm sürecini tartışıyor olmamız da manidar. Biraz daha yalnızlaştırıldığımızı düşünüyorum. Pandemi çok etkiledi. Pandemide bize izolasyon ve kontrol mekanizmalarını çok iyi öğrettiler. Duygusal yükünü atabildiğimizi düşünmüyorum. İnsanların hayatından ciddi bir parçanın ve zamanın çalındığını düşünüyorum. Özellikle ‘yakınlaşma’ çalındı. Kendim bile bu konuda çok zorlandım. Yakınlaşmak çok zorlaştı. Yalnızlaştırıldığımızı düşünüyorum. Bunun da çok ciddi bir politik strateji olduğunu düşünüyorum. Bir de özellikle ekonominin nasıl dönüştüğünü görüyorum. Yapay zekanın nasıl müdahale ettiğini görüyorum. CV’ler yapay zekâ tarafından eleniyor, ilerleyemiyorsun. Gençlere vaat ettiğimiz dünyayı düşünsene, korkunç! Bu kadar umutsuz değildim, on sene önce. Evet, İstanbul’da bağlantılı pratiklerle çalışmak güzeldi. Ama onlarla İstanbullu ya da Türkiyeli oldukları için çalışmadım. Onlar evrensel değerlere sahip olduğu için… Nilbar Güreş’i burada da göstersen, Yeni Zelanda’da veya Brezilya’da da göstersen taze bir sözü var. O zaman demek istediğim de buydu. Ama şimdi çok umutlu bir sanat haritası yok. İlham veren sergiler yok ama bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Dünyanın hiçbir yerinde yok. Ben Almanya’dayım şu anda. Sen sormadın, ben söyleyeyim: Almanya’nın çok kısa bir zamanda bu kadar ani dönüşümü herkesi şok etti. 7 Ekim’den sonra biz başka bir ülkede yaşıyoruz. Havası, suyu hiçbir zaman Türkiye kadar güzel değildi ama sonsuz bir fikir özgürlüğü sağladığı için ve Anayasası’ndaki ‘Frei im Kunst’ konteksti beni hep çok etkilediği için kendimi güvende hissettiğim bir yerdi, Almanya. Daha doğrusu pratiğimi güvende hissettiğim… Projelerimi yaparken yanlış anlaşılmam; kurumlara bir kayyum atanması; bürokratların gelip anlamadığı, bilmediği, uzmanı olmadığı bir yerden beni yargılayıp sergiyi ya da projeyi yanlış bir yere götürmesi olanaksızdı. Sanat, çelişkileriyle var olabileceğimiz bir alan. Özgürce pratiğimi gerçekleştirmek için Almanya’ya gitmiştim. Şimdi baktığınızda o Almanya üniversitelileri, çevrecileri döven Türkiye’nin aynısını yapıyor. Oysa Gezi’de çok eleştirdiler Türkiye’yi. Bizde Türklüğü Koruma Kanunu diye bir şey vardı hatırlarsan ve aslında yanlış yorumu çok canlar yakabilir. Bunlarda da meğer Antisemitizmi Üretme Kanunu varmış. İstediğin kişinin hayatını söndür! Her ülkenin kendi kimlik ve kuruluş hikayesinin altında bir travma yatıyor. Bu travma onu gerçeklikten koparıyor. Tıpkı bir insanın kendi kimliğini kurarken yaşadığı gibi. Eğer orayı çalışmazsan sınıfta kalırsın. Almanya da çalışmadığı yerden sınıfta kaldı. Cömertlikle çağırdıkları insanları orada yaşayamaz hale getirdiler. Bir sürü insan istifa etti, artık sergiler yapılamıyor, kilitlediler. Ben Almanya’nın kendini getirdiği bu noktaya çok şaşırıyorum.

Can Memiş: Willy Brandt’la birlikte ikonikleşen geçmişle yüzleşme meselesinin de ne kadar çerçeveli olduğu ortaya çıktı bir kez daha. Soykırım geçmişi olan bir ülkede, bir başka soykırım bu şekilde desteklenebildi. Bunun kültür kurumları tarafından da kabul edildiğini görüyoruz. 

Misal Adnan Yıldız: Türkiye’deki otosansürü anlayabilirim, insan canından olmak istemez. Ama Almanya’dan böyle bir şeyin çıkmasına inanamadım. Yıllardır yatırım yaptıkları çeşitlilik, bir arada yaşam ve kültür kapitali projelerine çok ters. Savaşlar onları enerji, silah, soykırım meselelerinden dolayı taraf yaptı. Yani hem Rusya’nın Ukrayna’yı işgali hem İsrail’in uyguladığı adaletsiz şiddet ve vahşet; sadece ekonomilerini değil, dengelerini de bozdu. Belki para bitince, gerçek yüzleri çıktı.

Can Memiş: Sanatçıların tavrı peki? 

Misal Adnan Yıldız: Bekliyoruz gergin bir şekilde. Pek çok Alman sanatçı ve küratör Afd’nin yükselen oylarının, bu tavrın ve şiddeti artan ırkçılık ve ayrımcılığın tarihsel olarak ne demek olduğunu bilir. 1938 bizim için Atatürk’ün ölümü, ama onlarda insanlığın!

Can Memiş: Türkiye’de de kültür kurumlarıyla sanatçılar arasındaki mesafe on yıl öncesine göre epey açıldı. İlişkilerin nasıl güçlendirileceğine dair bir cevabın var mı? 

Misal Adnan Yıldız: Daha korkunç bir tahlilim var. Bırak sanat kurumlarını, bırak bizim küçük dünyamızı… Bu sirkülasyonun, ekonominin yüzde kaçıyız? Hiç önemli değil bizim nerede durduğumuz. Edebiyata ve film sektörüne bakıyorum anlamak için… En son geldiğim noktada çok karamsarlaştım. Dünya tarihinin hiçbir noktasında, birbirine karşı pozisyonu olan ülkeler hiç bu kadar birbirine sessiz kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda da İkinci Dünya Savaşı’nda da savaşıyorlardı, sıcak cephedelerdi ve konuşuyorlardı. Ajan, casus hikayeleri var. İttifak devletlerini, İtilaf devletlerini düşün. İngiltere ve Almanya kuvvetlerini düşün. Sıcak cephedeler ama konuşuyorlar. Öyle bir zaman dilimindeyiz ki, birbiriyle çatışma içinde olan, savaş içinde olan ülkeler birbiriyle konuşmuyorlar. En önemli tahlilleri, en önemli hesaplamaları yapay zekaya ve bilgisayar destekli programlara yaptırıyorlar. Birbirlerine diplomasi yerine savaş oyunlarına benzeyen, bilgisayarla üretilmiş videolar gönderiyorlar. Konuşmuyoruz, onlar da konuşmuyorlar. Konuşmamaktan başka korkabileceğimiz bir şey olabilir mi?

 

* Fotoğraflar, İstanbul Modern’in izniyle…

Daha fazla yazı yok
2024-12-21 14:58:53