A password will be e-mailed to you.

"Benim için İstanbul, İran’a gitmeden ulaşabileceğim bir çocukluk anısı gibi…" diyen Abbas Akhavan, Türkiye’deki ilk solo sergisi için geldiği İstanbul’da yazarımız  Kemal İz’le görüştü. 

 

M. Kemal İz: Genel anlamıyla mekân, özellikle de evcil mekân, çalışmalarınızda öne çıkan bir unsur olarak görülüyor. Yine mekânla ilişkili olarak bir de yer-özgüllük [site-specifity] meselesi var. Bu çerçevede yapıtlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Abbas Akhavan: Özellikle, Galeri Manâ için yaptığım çalışmanın yer-özgül olduğunu düşünüyorum. Mekân, daima olumsal, açık-uçlu ve tikel. Yaptığım birçok iş, ya mekânla bir şekilde ilişkili ya da içinde çalıştığım mekândan etkileniyor. Genellikle yapılarla ilgileniyorum. Onunla savaşacağım ya da birlikte oynayacağım bir yapıya gereksinim duyuyorum. Mekânları, sınırlandırmaları olduğu için seviyorum. İçinde çalıştığım evcil mekânlar da benim için önemli. Yerlere ve o yerler çevresindeki oluşumlara tepki vermekten hoşlanıyorum.

 

M. Kemal İz: Gerek söylediklerinizden, gerekse galerinin giriş katındaki yerleştirmenizden anladığım kadarıyla mekânla bir tür iletişime geçmeyi seviyorsunuz.

Abbas Akhavan: Evet.

 

M. Kemal İz: Bu anlamda yer-özgüllük öne çıkıyor.

Abbas Akhavan: Yüzde elli yapıt, yüzde elli yapıtın içinde bulunduğu yer diyelim. Böylece yapıt içinde bulunduğu mekândan etkileniyor. Belki de yüzde yetmişe, otuz; bilemiyorum. Duruma göre değişiyor. Demek istediğim, araştırma yapıyorum; evcillik, bahçeler vb. konularda sürekli okuyor ve çalışıyorum. Çeşitli malzemelerle çalışmayı seviyorum. Örneğin bahçeler, benim için devam etmekte olan bir konu.

 

M. Kemal İz: Evet, bahçelerin çalışmalarınızdaki yeri oldukça belirgin.

Abbas Akhavan: Öyle. Bahçeler, evcil mekânlara da çok yakın; pencerenin içerisi, balkon ve arka bahçe arasındaki ilişkiler gibi. Bu mekânların, daima özel, yarı-özel ve bir bakıma kamusal olduğunu düşünüyorum. Bu mekânlarla ilgilenmek kişisel sınırlarla ilgilenmek gibi bir anlam da taşıyor.

 

M. Kemal İz: Galerinin giriş katındaki yerleştirme, “Bir bahçenin çeşitlemeleri” [Variations of a garden], yine bahçe temasının ön planda olduğu, oldukça etkileyici bir yerleştirme. Bu yerleştirmeyi yer-özgüllük bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Abbas Akhavan: Bu yerleştirmeyi yer-özgül ya da in situ olarak değerlendirmek olanaklı. Bence yer-özgüllük, bir yerleştirmenin yerini değiştirdiğinizde tüm anlam içeriğini yitireceği gibi bir anlama geliyor. Buradaki çalışma, galerinin mimari yapısına bir yanıt olarak oluşturuldu. Galerinin altında bir sarnıç olduğuna ilişkin söylentiler var. Galeri mimarisinde dikkatimi çeken ilk şey içerideki sekiz sütün oldu. Havuz, bu sütunlar arasına oturacak şekilde yapıldı. Dikkatimi çeken diğer şeylerse pencereler ve galeriye açılan büyük kapılar oldu. Geçmişte yaptığım birçok çalışma, sınırlarlar ve bir galeride nasıl karşılandığınızla ilgiliydi. Bu anlamda perdeler, dışarıya yönelik bir başka görsel bariyer oluşturuyor. Daha önce de perdeler, kumaşlar ve benzeri malzemelerle çalışıyordum; ancak bu civarda had safhada ve saldırgan denilebilecek bir yenileştirme süreci söz konusu. Özellikle de Karaköy’de. Hatta bu galeri de söz konusu mutenalaştırma [gentrification] sürecinin bir parçası. Bazı şeyleri eleştiriyor olabiliriz; ama galeriler de özel ve kamusal arasında komik bir rol oynuyor. Demek istediğim galerinin kapıları açık; ama kimi insanlar içeri giremeyeceklerini biliyorlar. Kimileri de girebilecekleri. Örneğin New York’ta ticari bir galeriye gittiğinizde, size merhaba bile demez, kaba davranırlar. Birlikte çalıştığım galerilerin kamuya karşı daha dostça yaklaştıklarını ümit ediyorum. Buranın, mutenaşlatırmanın gerçekleştiği yer olduğunu düşünüyorum. Bu sırada zevklerde de bir değişim oluyor. Örneğin galeriler, belirli bir zevki belirli bir düzeyde oluşturabiliyor. İnsanların galeriye gelmelerini, buradaki kumaşların neden öyle göründüğünü sorgulamalarını istiyorum. Buradaki kumaşlar üzerinde desenler, galeri mimarisinin hitap ettiği zevke hitap etmiyor. Galeriye gelmeyen insanlar, bu desenlerle ilişki kurabilir ve bu da onların galeriye gelmelerine neden olabilir. Diğer yandan bu kumaşlar, galerinin içerisinin görülmesini de engelliyor. Ayrıca inşaat çalışmalarında kullanılan kumaşlar da var. Bunları yenileştirme çalışmları sırasında kullanıyorlar. İçerideki yenileştirme. Bu tür görsel bariyerler de serginin bir parçası.

 

M. Kemal İz: Galeri mekânını, evcilleştirilmiş bir tür özel alana dönüştürüyorsunuz. Bu girişiminizin altında yatan düşünce nedir?

Abbas Akhavan: Kapıları açık olsa da galerinin özel bir alan olduğunu düşünüyorum. Galeri daima, bazı insanlara içeri girme hakkı tanıyan toplumsal kodlara sahip. Bazı insanlarsa içeriye bakıyor; ama asla galeriye girmiyorlar. Avlu, galeriyi daha kamusal kılıyor. Avlu bir buluşma noktası; ama ayrıca özel bir mülkün de parçası.

 

M. Kemal İz: Galeriyi özel bir alan olarak konumlandırdığımızda, dışarıda da bir kamusal alan söz konusu. Bu bağlamda, özeli kamusaldan ayıran sınırları yıkmak istediğiniz söylenebilir mi?

Abbas Akhavan: Sanırım, o sınırları vurgulamak istiyorum. Sınırlar, ne daha özel ne de daha kamusal. Geçmişte yaptığım birçok çalışma, konukseverlik ve düşmanlıkla ilgiliydi. Görsel bariyer, izleyicinin etkin bir şekilde hareket etmesini hedefliyor. Örneğin, içeri girebilmek için perdenin fiziksel olarak çekilmesi gibi. İçeri girmek için bir müdahalede bulunuyorsunuz. Bu çok sıra dışı bir hareket değil; ama bilinçli. Bazı işlere dokunabiliyor, bazılarına dokunamıyorsunuz; ama hangisi hangisi bilemiyorsunuz. Ayrıca duvar ile kumaş, tavan ile taban arasındaki sınırları da bulanıklaştırmayı istedim. Havuzun içindeki ayna tavanı yansıtıyor, tavan da aynadan gelen yansımaları tekrardan yansıtıyor. Aynı zamanda kumaş, betonun içine giriyor ve hareket ettirilemiyor. Dikkat ettiyseniz, beyaz kumaşların hepsi betonun içine giriyor.

 

M. Kemal İz: Kumaşları hareket ettiremiyorsunuz; yere sabitlenmişler.

Abbas Akhavan: Evet, hareket etmiyorlar. Hepsi, mimarinin bir parçasına dönüşüyor.

 

M. Kemal İz: Sergi kataloğunda yer alan metinde Sara Mameni de, tıpkı sizin yerleştirmenizde yer verdiğiniz gibi, kumaşlardan ve bezlerden; onların Şah’ın devrilmesinden sonra İran kültüründe aldığı yerden söz ediyor. Mameni’nin metni ve sizin yerleştirmeniz arasında nasıl bir ilişki söz konusu?

Abbas Akhavan: Birbirlerine paralel olduklarını söylenebilir; ama yine de birbirlerine bağlı değiller. Bu nedenle Sara’dan yazmasını istedim. İşlerime ilişkin yazan kişilerden işlerimden söz etmeden yazmalarını isterim; çünkü işlerimi bir nevi tercüme eden tamamlayıcı metinler istemiyorum. Paralel metinlerle daha çok ilgileniyorum. Sanatçı ve yazar arasında bir tür ast-üst ilişkisi istemiyorum. Yazar da başka bir pencereden katkıda bulunuyor. Aynı evin içinde farklı görünümlere açılan pencerelerden bakmak gibi. Sara bu metni yazdığında iletişim halinde değildik. Ona ne yazması ya da ne yazmaması gerektiğini söyleyecek bir olanağım olmadı. Bir tarafım, “Keşke içinde daha az Humeyni olsaydı,” diyor; çünkü aslında o konulara göndermede bulunmadım. Göndermede bulunduğum, mekânla özel bir ilişki. Ancak Sara’nın kumaşı ele alması ve onu geldiğim yerden oldukça farklı bir yerden ele alması çok hoşuma gitti. Metin, yerleştirmeye ilişkin olmadığından içinde benim yerleştirmemden de söz edilmiyor.

 

M. Kemal İz: Ancak bu metin serginiz için hazırlanmış olan katalog içinde yer aldığında, ister istemez, onun yorumlanmasına yönelik bir bağlam sunmuyor mu?

Abbas Akhavan: Bir nevi. Katalog tasarlarken, içinde yer alan postere ulaşmak için Sara’nın metninin sökülmesini de amaçladık. Fiziksel bir sökme. Diğer taraftan insanların, sergi ve metnin birbirine paralel iki ayrı şey olduklarını anlamasını umuyorduk. Bu nedenle posteri kataloğun ortasına yerleştirmedik. Böylece metin fiziksel olarak ondan bir şekilde ayrı duracaktı. Ayrıca metnin basıldığı kâğıt da farklı renkte. Onları birlikte tutan, yalnızca iki küçük zımba.

 

M. Kemal İz: Yeniden serginizdeki işlere dönecek olursak, “Daha Yeşil Çayırlar” adlı işinizdeki fotoğrafın ardında ilginç bir hikâye bulunduğunu duydum. Bize bu hikâyeden söz eder misiniz?

Abbas Akhavan: Aslında o, benim hikâyem değil. O fotoğraftaki herkes sürgündeki şarkıcılar, dansçılar ve şarkı sözü yazarları. İran’ı devrimden önce ya da devrimden hemen sonra terk etmiş sanatçılar. Kanada’dayken, İran’ı uzun bir süre ziyaret etmemiştim. Fotoğrafta bilhassa meşhur olan iki kadın, bir de adam var. Omzunda kırmızı bir şal bulunan kadının adı Hayedeh. Tıpkı sizin Ajda Pekkan gibi önemli bir şarkıcı. Bu fotoğrafa kaynaklık eden ve fotoğraftakileri bir tür piknik ortamında şarkı söylerken gösteren bir de çevrimiçi video var. Benim çalışmamdaki fotoğraftaysa ben, fotoğraf arşivleyen bir arkadaşımla birlikte arabadayım. Arkadaşım bana, “Bu fotoğrafı daha önce gördün mü?” diye soruyor. Videoyu milyonlarca kere görmüştüm; ama bu fotoğraf orijinal filmden elde edilmiş bir fotoğraftı. Onunla ne yapacağımı bilemedim. Fotoğraf elime aldım ve fotoğraf elimdeyken, onun fotoğrafını çektim. Tarihin bu dokunaklı anına dokunduğumun bir kanıtı olarak. İki yıl önce Sara, Ortadoğu’daki müzik ve sanata ilişkin bir sergi düzenliyordu. Benden de bir yapıt istedi. Ben de arabada bu fotoğrafı tuttuğum anı gösteren bu yapıtı sergilemek istedim. Araba, İran olduğu varsayılan, pastoral bir ortamın içinde. Arka planda yeşillikler var. Bu durumun çok dokunaklı olduğunu düşündüm. Fotoğrafa baktığınızda, fotoğraftakilerin yere baktıklarını ve oldukça hüzünlü göründüklerini fark edersiniz. Bu insanların bazıları öldü. Bu yapıtın, bu söz konusu fotoğrafa yönelik hoş bir saygı niteliğinde olacaktı. Açılış gününden kalan şişeleri fotoğrafın önünde bırakmanın hoş olacağını düşündüm. Bir tür kaçış yolu; kanı, zihni ya da mekân algınızı seyrelten bir etken olarak. Aslında çok basit. Ama şunu söyleyeyim, bunun gibi İran’la ilgili bir iş yaptığımda Batılı anlayışa hizmet eden kodlardan uzak durmaya çalışırım: peçe, halı, kaligrafi gibi kodlardan. MoMA’da Orta Doğulu bir elçi olmakla ilgilenmiyorum. Çalışmanın bir bölümü Türkiye’deki izleyiciler için oldukça ulaşılabilir; fakat işin bir bölümü oldukça kapalı. İşlerin bir kısmı daha çok İran’daki izleyicilere yönelik ve ben işin bu şekilde kapalı olmasından memnunum.

 

M. Kemal İz:  1980’li yılların sonlarında ailenizle birlikte İran’dan ayrıldınız ve Kanada’ya gittiniz. 1992 yılından bu yana Kanada’da yaşıyorsunuz. İran’da doğmuş; ama İran’da yaşamayan bir sanatçı olarak İran ve Orta Doğu’nun Batılı kavramsallaştırmasına ilişkin ne düşünüyorsunuz?

Abbas Akhavan: Bu soruyu yanıtlayabilir miyim bilmiyorum; çünkü konunun siyasal, toplumsal, ekonomik yönleri var. Ayrıca dokunaklı bir konu. Uzun yıllardır İran’da yaşamadığım için İran’da neler olup bittiğine ilişkin konuşmak istemiyorum. Bu konuda konuşabilecek benden çok daha bilgili insanlar var. İran’da neler olduğuna ilişkin öğrendiklerimiz, bu bir arkadaşın ziyareti olsun ya da BBC haberi, sürekli olarak filtreleniyor. Benim bildiklerim de sizin bilebileceğiniz kadar aslında. Sanat dünyası, belirli kimlik siyasetleri ya da belirli yerlere ait belirli insanlarla tek gecelik ilişkiler yaşıyor gibi. Bu çok üzücü. Bir son kullanma tarihimiz var. Belirli türdeki pratiklerin daima varolacak; ama belirli türdeki pratiklerin ancak bir süreliğine önemli olacak gibi görünüyor. “Şimdi Kore sanatını seviyoruz, şimdiyse Hint sanatı.” Bunun çok yorucu olduğunu düşünüyorum. Nasıl alımlandığımıza yönelik olarak tetikte olmamız gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de sanat dünyasında. Bizim için tasarlanmış olan bir mekânda yer almıyoruz. Belirli sanatçılar, hegemonik sistemin kürk mantosundaki broş halini alıyorlar. Şaklaban olduklarını düşünüyorlar; fakat aslında palyaçolar. Önemli figürler olmak yerine aptalı oynayan figürlere dönüşüyorlar. Birinin ajandasının parçası olmamak için dikkatli olmak gerekir. Ortadoğu’da sergilediğim bazı işlerimi Kanada’da; Kanada’da gösterdiklerimin bazılarını ise burada asla sergilemiyorum. İzleyiciler ve bağlamlar çok farklı ve işlerimin, farklı ülkelerde farklı işlediğini düşünüyorum.

 

M. Kemal İz: Daha önce İstanbul’da grup sergilerine katılmıştınız; ancak bu İstanbul’daki ilk kişisel serginiz. İstanbul’un sizin için yarı bir anlamı var mı?

Abbas Akhavan: Çok var. Ben çocukken, ailemle her yaz buraya gelirdik. Düşünün, Tahran’dan buraya arabayla gelirdik. Annem arabayı kullanır; kamyoncularla kavga ederdi. Arabamız o kadar kötüydü ki emniyet kemerleri bile yoktu. Polislere Marlboro sigarası verdiklerini hatırlıyorum; siz de hikâyeyi bilirsiniz. Benim için İstanbul, İran’a gitmeden ulaşabileceğim bir çocukluk anısı gibi. İstanbul’un benim çok alışık olduğum bir kültürel etiketi var. Dillerimiz farklı olsa da galerideki izleyicilerin tepkilerini birazcık olsa da anlayabiliyorum. Burası benim için özel ve burada yıllardır görmediğim büyük anne ve büyükbabamın benzeri olan insanları görüyorum. Buraya yaptığım ziyaretlerin bir kısmı oldukça duygusal ve bu duygusallık konusunda oldukça açığım.

 

M. Kemal İz: Bu keyifli sohbet için çok teşekkürler. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Abbas Akhavan: Ben de çok teşekkür ederim. Benim için de çok keyifli bir sohbetti.

 

ykemaliz@gmail.com

 

Görsel 1: Abbas Akhavan – “Bir bahçenin çeşitlemeleri” [Variations of a garden] (2013) Görsel 2: Abbas Akhavan – “Daha Yeşil Çayırlar” [Greener Pastures] (2011)

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 16:29:00