"Sonuçta, Özpetek’in sinemasını sevmemizin pek çok nedeni var; ama en temel neden belki de yönetmenin sinemanın hâlâ büyülü bir perde olduğuna inanıyor olması."
Lecce’de görkemli bir meydanda açılıyor Kemerlerinizi Bağlayın. Sağanak yağmur yağıyor. Kamera oldukça ağır bir tempoda sağa doğru kayıyor. Islak taş kaldırımları, o kaldırımların üzerinden koşarak geçen ayakları izliyoruz. Sonra bir otobüs durağına geldiğimizde duruyor kamera. Bu kez hafifçe yukarı tilt ediyor ve ıslanmamak için otobüs durağına sığınmış bir kalabalık görüyoruz. Çeşit çeşit insanın olduğu bir kalabalık bu. Farklı yaşlardan, farklı mesleklerden hatta farklı sınıflardan gelen bir grup insan. Hepsi, o durakta bir arada duruyor. Çok geçmeden de aralarındaki bu farklılık ortaya çıkıveriyor zaten. Yağmurdan kaçıp durağa sığınmak isteyen yeni bir grup bir tartışma başlatıyor kalabalığımız arasında. Oldukça ‘İtalyan’ bir biçimde sesler yükseliveriyor aniden, herkes fikrini söyleyip bağırıp çağırmaya başlıyor. Filmimizin ana karakterleri Elena ve Antonio ile de tanışıyoruz böylelikle. İnsanın aklını başından alacak güzellikte genç bir kadın ve esmer, yağız bir delikanlı! O durakta dikilmiş bekleyen kalabalıkta onca insan varken, biz en alımlıları ve en güzellerin hikâyesinin içine dalıveriyoruz aniden. İşte bu sahne, genel hatlarıyla Ferzan Özpetek sinemasıyla ilgili de çok şey anlatıyor bizlere. Özpetek’in, filmlerinin dünyasını kurarken ya da karakterlerini yaratırken taşıdığı motivasyonu önümüze seriyor. ‘Gerçek’, görünen, tanıdığımız ya da en azından sokakta yürürken yanından geçebileceğimiz insanların hikâyelerinin peşinde olmadığını görüyoruz yönetmenin. Özpetek, kendi sinemasal evrenini kurmayı, onun içine masalsı aşklar, güzel insanlar yerleştirmeyi ve yarattığı bu evreni rengârenk boyamayı seviyor. Gerçekçi olmak gibi derdi yok. Bu yüzden de yıllardır pek çok insan, onun filmlerini izlerken bırakıveriyor kendini karanlık salonun ortasında, teslim oluyor Özpetek’e. O renkli elbiselere, kalabalık sofralara ve büyük aşklara…
13 yıl sonra
Kemerlerinizi Bağlayın, ana karakterlerini tanıttığı etkileyici açılışının ardından hemen bir ‘yasak aşk’ öyküsü kuruyor izleyicisine. Elena’nın otobüs durağında tanıştığı ‘faşist Toskanalı Antonio’nun, Elena’nın iş arkadaşı Silvia’nın gizemli sevgilisi olduğunu öğreniyoruz. Elena, kendi sevgilisi Giorgio ile taban tabana zıt olan bu kaba saba adamı içten içe arzulasa da bir süre kendine engel olmayı başarıyor. Antonio ise Elena kadar kontrollü değil. Hisleriyle, arzularıyla yaşayan bir adam o. Bu yüzden de daha ilk gördüğü anda çekimine kapıldığı Elena’nın peşinden gitmeyi hiç bırakmıyor. Zaten çok geçmeden de beklenen oluyor ve Elena çözülüveriyor. İşte tam burada, film bir yasak aşk öyküsüne evrildiği sırada, çok farklı bir yola sapıyor Kemerlerinizi Bağlayın. Hikâyesini 13 yıl ileri atlatıyor. İzleyeciler olarak biz, filmin tüm çatışmasının bir ‘arkadaşımın aşkısın’ hikâyesi eksenine oturacağını tahmin ettiğimiz anda, bizi şaşırtıyor Özpetek. Önceki filmlerinin aksine bu filmini farklı bir düzlemde konumlandırmayı seçiyor. Cahil Periler, Karşı Pencere ya da diğer tüm Özpetek filmlerini hatırladığımızda, Kemerlerinizi Bağlayın’ın aslında tüm o filmlerin bittiği yerde başladığını bile söylebiliriz belki. Özpetek’in, Elena’nın Antonio ile atıldığı o fırtınalı aşkın en çalkantılı dönemini anlatmayı elinin tersiyle itip, hikâyesine o aşkın sonundan bir parçayla devam etmeyi seçmesi, yazının başında değindiğim, yönetmenin kendine ait bir ‘sinema evreni’ kurması meselesiyle doğrudan ilgili. Özpetek, biraz da artık seyircilerin onun filmlerini izlemek için sinema salonuna girdiğinde kendilerini onun kollarına bıraktığının farkında olarak, sinemasal özgürlüğünü kullanıyor ve yarattığı filmin dünyasında kendince gezinmeye başlıyor. Burada hikâyenin 13 yıl sonraya atladığı yerin Elena’nın kurduğu bir ‘gündüz düşü’yle eş olması bu bakımdan önemli. Çünkü yönetmenin zaman atlamayı tercih ettiği bu sahne, hikâyenin genelini düşündüğümüzde dramatik bir ‘an’a bile denk düşmüyor aslında. Özpetek burada, oldukça kişisel bir hamleyle izlemeye şartlandığımız filmi yarısında kesiyor ve başka bir filmi başlatıyor biz izleyiciler için. Bizler de, açıkçası çok şık bir ‘sound bridge’ çalışmasıyla atladığımız bu yeni zaman dilimine hemen razı oluyor ve dalıveriyoruz düşlere tıpkı Elena gibi.
‘Ölüm’süz aşklar
Kemerlerinizi Bağlayın’ın zaman atlamasından sonraki kısmı büyük ölçüde, beklenmedik bir anda ortaya çıkan Elena’nın ölümcül hastalığı üzerine kurulu. Ana karakterini adım adım ölüme götüren ve bize o karakterin son aylarını ya da günlerini göstermeye çalışan filmler genelde kendilerine ağır ve kasvetli bir anlatım kurmaktan alıkoyamazlar. Özpetek ise hiç böyle bir telaşa düşmüyor. Yönetmenin meseleye olan yaklaşımı tıpkı Elena’nın hastalığını ailesine açıkladığı sahnedeki gibi sakin ve huzurlu. Öyle ki kanserin ve ölümün soğukluğunu en çok hissettiğimiz mekân olan o gri ve gerçek hastanede bile Ehle gibi içimizi ısıtan bir karakteri karşımıza çıkarması, zaten yönetmenin yumuşak yaklaşımının en önemli göstergesi. Kısaca, tıpkı karakterlerinin perdede yaşadığı aşklar, aldatmalar ya da kavgalar gibi hastalıklarınında kendi filmlerinin dünyası gereği sadece perdede yaşandığının farkında Özpetek. Bu yüzden de, gerçekle bağlarını baştan kopardığından, sinemanın büyülü perdesinde çok etkileyici duran ‘an’lar barındırıyor filmleri. Tıpkı Antonio’nun artık kansere tamamen teslim olmuş Elena’yla hasta yatağında son kez sevişmesi gibi son derece sinemasal ‘an’lar bunlar. Perdede olup bitenlerin illa gerçek mi olması gerektiğini bize bir kez daha sorduran bu sinema anlayışı da Özpetek’in sonunda karakterlerini perdede ölümsüzleştirmesine kadar gidiyor zaten. Yönetmenin Elena’nın ölüme en çok yaklaştığı anda hikâyesini 13 yıl önceye geri sararak karakterinin ölmesine izin vermemesi ve perdeyi Elena’nın kahkahalarıyla kapatması, film boyunca hikâyelerini izlediğimiz karakterlerin aslında sadece bir sinema perdesinde yaşadığının ve her daim orada yaşamaya devam edeceklerinin de en büyük göstergesi zaten.
Sonuçta, Özpetek’in sinemasını sevmemizin pek çok nedeni var; ama en temel neden belki de yönetmenin sinemanın hâlâ büyülü bir perde olduğuna inanıyor olması. Bugüne kadar onun anlattığı hikâyelerin hepsinde bize sinema salonunun dışındaki gerçekliği unutturan bir şeyler vardı. Onun hikâyeleri sayesinde karşı penceremizde yaşayan adama âşık olduk, yeni taşındığımız dairenin hayaletleriyle dost olduk ya da yağmurlu bir akşamüstü bir otobüs durağında hiç tanımadığımız bir yabancıya tutulduk. Fakat hikâye her ne olursa olsun hep güçlü duygularla ve kendimizi iyi hissederek ayrıldık karanlık salonlardan. Özpetek’in kurduğu dünyalara girmeyi, anlattığı hikâyelerin içine dalmayı seviyoruz kısaca. Bu yüzden mesele onun filmleri olduğunda biz her zaman ‘kemerlerimizi bağlama’ya hazırız!