Yeni yazılarıyla sanatatak.com’a hoşgeldin dediğimiz Ahmet Ergenç’in ilk yazısı Extramücadele’nin son sergisi üzerine…
1997’de bir kültür bozumu / sanatsal müdahale hareketi olarak ortaya çıkan Extramücadele şimdiye kadar daha çok yüzü dışa dönük, referansları ve saldırı noktaları çok belirgin, propagandif işler yapıyordu. Adı üstünde bu bir ‘mücadele’ projesiydi; TC’nin bünyesini oluşturan marazlı söylemlere karşı girişilen (evet, Foucaultcu) bir söylem mücadelesi. Extramücadele, internet sitesinden sürdürdüğü tasarım işlerinde ve açtığı ilk sergide (“Bunu Ben Yapmadım Siz Yaptınız”) mevcut hegemonik görseller/imajlara müdahalelerde bulunup, o görselleri alternatif bir anlam kombinasyonuna sokuyordu; anıtkabir üzerine diktiği minarelerle yaptığı “Mustafa Kemal Türbesi” ya da ay yıldızın yerini değiştirip, et parçalarıyla oluşturduğu C.T. bayrağı gibi. Bunlar hep devlet ideolojisiyle boğuşan, genellikle de kutsal Kemalizm tabusuyla uğraşan işlerdi. Kemalizm’in yerini almaya yeltenen ‘yeni Cumhuriyetçilik’e de dokunduğu işleri olmuştu. Bu haliyle, ülke tarihi ve gündemine dair anlatı, sembol ve mitlere yaptığı sanatsal müdahalelerle tam bir politik-sanat icracısı oldu. Bütün bunları yaparken de, mesafeli, gayri-şahsi bir siyasi angajmanla, kendi halini, şahsını görünmez kılıyordu. Belki de bu yüzden Extramücadele sık sık bir ‘grup’ projesi sanılabiliyordu.
Şimdi NON’da açılan ikinci kişisel sergisi “Gökyüzünde Tanrı Yok Sadece Kuşlar Var”da ise eskiden olmayan bu şahsi yön ortaya çıkıyor. Memed Erdener daha önceki işlerinde kendini iktidarın ‘değil’i diye negatif bir konumdan tanımlarken, şimdi kendine münhasır bir konum (sadece iktidarın ötekisi olmakla yetinmeyen bir konum) yaratıyor. Ne olmadığını ilan eden bir sese, ne olduğunu dert edinen bir bakış da ekleniyor. Bunu da zaten serginin başında yazdığı metinle ilan ediyor. (Bu ‘ilan etme’ hali Erdenir’in karakteristik bir özelliği aslında, işlerinde alt-metin okumasına mahal bırakmayacak kadar net ve açık metinler kullanıyor.) Yine derdinin otorite ve devlet olduğunu söyledikten sonra mücadelenin extra’dan (dış), intra’ya (iç) geçmesi gerektiğini söyleyerek, reel politikanın yanına daha metafizik, daha tasavvufi bir damar da ekliyor. Bu hamleyi de şöyle açıklıyor: Orwell’le Fuzuli’yi birleştirmek. Daha önce sadece Orwell gibi (büyük simge ve mitleri dert edinen modernist, biraz da monolitik bir yazar gibi) işler üretirken, şimdi daha ‘melez’ bir yere yaklaşıp, daha katmanlı işler üretiyor, hem malzeme ve hem de kavramsal içerik anlamında.
Eski işleri sadece ‘uygarlık’ ve ‘iktidar’ kodlarıyla ve kolektif olanla uğraşırken, şimdiki işler işin içine doğayı, tasavvufu ve şahsi varoluşu da katıyor. Yani daha önce sadece ‘dış alem’le meşgul olan işler, şimdi ‘iç alem’i de önemsiyor. Endüstriyel batı şehrinin adamı Orwell’le doğu çöllerinin Fuzulisi böylece birbirine yaklaşıyor. Eski işlerin merkezinde yer alan ulus, kimlik, tarih, hafıza, iktidar, hegemonya gibi ‘büyük’ başlıklar bu yeni serginin de çatısını oluşturuyor. Ama burada politik ve kolektif olanın şahsi mikro damarlardan ayrı tutulamayacağını, politik alanda cereyan edenlerin aslında önce insan bünyesinde cereyan ettiğini hissettiren bir damar var. Bir de bunun üstüne sosyo-politik bağlamın dışında gözünü daha büyük manzaraya, kozmosa çevirmiş, devlet erkinin yanı sıra, erklerin en büyüğü tanrı kurgusunu da sorgulayan bir bakışı eklersek, bu yeni terkip tamamlanmış oluyor.
Bu bakış, fikir olarak çok basit ama etkileyici bir auraya sahip bir işte karşımıza çıkıyor. “Kaosun Hesaplanamaz Düzeni” adlı bu işte, eski bir hesap makinesi üzerine siyaha boyanmış karmakarışık bir tel yığını oturtulmuş. Dünyayı kontrol etmeye çalışan rasyonel akla getirilen bu eleştiri, insanı doğanın kaosu karşısında daha mütevazı bir saygıya davet ediyor. Zira, herkesin malumu olduğu üzere, kontrol/hesap manyaklığı ‘büyüsü kaçmış bir dünya’ ve türlü despotizmler yaratıyor.
Sergide dıştan ziyade ‘iç mücadele’ meselesini anlatan çok basit ve etkili bir iş var: “Yavaş Olmalı En Küçük Sesleri Duymalı.” Bir salyangoz kabuğu ve onun tellerle bağlandığı devasa bir kulak: hızla dönen dünyada bir salyangoz yavaşlığıyla, meditatif bir noktadan dünyayı dinlemek, iç mücadelenin başlangıç noktası olabilir.
Doğayla uygarlık nesnelerini birleştiren işler de başka bir ‘mücadele’ yöntemine işaret ediyor. “Bize Ayrılan Zamanda Ne Yapmalı” adlı işte kuru bir dal üzerine oturtulmuş eski, akrepsiz yelkovansız bir saat var. Doğanın zamanı ile uygarlığın zamanı arasında sıkışmış kalmış insanın halinin çok iyi bir özeti. “Bize ayrılan zaman” doğanın döngüsünden kopuk olduğu sürece dünyada hal-i pürmelali değişmeyebilir. Bir tırmık ve ucuna eklenen ibaret “Kendini Sevmeyen Şey” de insanın kendiyle kurduğu ilişkinin, bir anlamda ‘kendini sevmesinin’ dünyayla kurduğu ilişkideki hayati rolünü akla getiriyor.
Sergide bu ‘kozmik’ ve ‘şahsi’ perspektifle iç içe, yan yana duran daha tarihsel bir bakış olması da serginin gücünü arttırıyor. “Bugüne Hakim Olan Geçmişe de Hakim Olur” adlı iş, son zamanlarda çokça ele alınan ‘toplumsal bellek’ meselesine değiniyor mesela. Eski metal aynalar, bir oyuncak asker ve vesikalık fotoğraflardan oluşan bu ‘buluntu obje’ işi, askeri-vesayet-abidesi TC tarihinde bulunamayan belleği çok iyi ifade ediyor.
“Devrim” isimli iş de bizde “inkilâp” diye yumuşatılagelen “devrim” meselesine başka bir yorum getiriyor. Eski bir hançer ve bir tığ örtüden ibaret işin altında Deleuze-Guattari üzerine yazılan bir metinden bir alıntı var. ‘Kurtuluş Savaşı’ dönemini hatırlatan bu görselin altına radikal siyasi teoriden yapılan bu alıntı, bambaşka bir pencere açıyor. Devrimin eski içselleşmiş gelenekleri buharlaştırmakla değil, mevcut sisteme yapılacak ekleme ve müdahalelerle mümkün olduğunu söyleyen bu alıntı, TC’nin kendinden önceki tarih ve gelenekle arasına mutlak bir kopuş koymasının yarattığı trajediyi de açıklıyor. Mühim olan insanın büyük siyasi müdahalelerle kendi hegemonyasını yaratması değil, sürekli hegemonya-sarsıcı müdahaleler yapması. Sergi bunu da hissettirdiği için, sağlam bir politik konuma sahip. Ve dahası, Extramücadele’nin extra’nın yanına, intra’yı ekleyerek ulaştığı bu yeni bütün, şahsen kültür bozumu / müdahale sanatında pek ikna edici gelmeyen bir halin, yüzünü dışa dönüp, “Bunu Siz Yaptınız” deme halinin tek yönlülüğünden de kurtulmuş oluyor. Karşımızda artık daha kapsayıcı bir Extramücadele var.