Carte blanche to Nil Yalter sergisi, 22 Mayıs’ta Galerist’te gerçekleşen sanatçı konuşmasıyla açıldı. Sergi sanatçılarından Yasemin Özcan, Dilek Winchester ve Hélène Hourmat işlerinden bahsetmek üzere, onları sergide bir araya getiren Nil Yalter ise bu süreci anlatmak ve esprili üslubuyla ortamı neşelendirmek adına oradaydı.
Konuşmanın moderatörlüğünü üstlenen Melis Tezkan’ın ilk soruyu Nil Yalter’e yöneltmesiyle sergi sürecinin nasıl geliştiğini açıklamaya koyulan Yalter, belli ki sergiyle ve ilk kez soyunduğu küratörlük deneyimiyle ilgili heyecanlıydı. Yalter, Galerist kendisine sergi teklifiyle geldiğinde, “küratör” kelimesinin kullanılmamasını şart koşmuş. Sergiyi anlatmaya başlamadan ilk iş bunun altını çizdi, bir de ne yazık ki sergide kendi işlerine yer vermemeyi tercih ettiğini belirtti. (Bu noktada Yalter’in küratör kelimesinden bu derece kaçınmasını çok rasyonel bulmadım, zira sanatçılar seçilmiş, işler belli kavramlar etrafında toparlanmış ve serginin bir küratör asistanı var). Galerist bu şartı kabul etmiş ve “carte blanche” tabiri ile Nil Yalter ikna edilmiş.
Carte blanche bir nevi açık çek, birine dilediğini yapma özgürlüğünü tanımak anlamına geliyor. Türkçe’ye çevrilmeyen bu başlık, sergiyle ilgili yanlış bir izlenim veriyor: aslında sergi içeriği oldukça ulaşılabilir ve anlaşılır, fakat sergi başlığının kültürel olarak bir karşılığı yok.
Galerist’in teklifi üzerine, sergide yer alacak 8 kadın sanatçı seçen Nil Yalter, bu sanatçıları 3 kelimenin çağrışımları etrafında toplamış: vahim (vehamet), acil (aciliyet) ve yoğun (yoğunluk).
“Buradaki tüm işler vahim işler, aciliyet içinde yapılmış işler. Yani o işin yapıldığı dönemde o iş mutlak surette yapılmalıydı, yapılması acildi. Ayrıca cinsel kimliğin ötesinde bir yoğunluğu yansıtıyorlar.” diyen Yalter, kapsamlı bir seçki oluşturmuş ve böylece hem geniş bir zaman aralığından (1973–2011) hem de geniş bir coğrafyadan (Türkiye, Amerika, Almanya, Fransa, İsrail) sanatçıları bir araya getirmiş.
Yalter sergideki kadın egemenliği için “Tabii ki erkek sanatçı da olabilirdi bu seçkide, ama 70’lerin feminist bir kadın sanatçısı olarak, dönüp dolaşıp yine kadınlara geldim.” diyor.
Sergide karşıma ilk Yasemin Özcan’ın Koş (2010) isimli videosu çıkıyor. Videoda sanatçının Atatürk Olimpiyat Stadı’nda koşarak tur atmasını izliyoruz. Bu koşuda ona, koşuya hiç uygun olmayan kıyafetler giymiş bir başka kadın eşlik ediyor. Sanatçı, koşunun bir terapi metaforu olduğunu ve koşarken kendisine zaman zaman terapistinin eşlik ettiğini açıklıyor. Klinik psikoterapinin uzun soluklu bir yol olduğunu, insanın kendini tanıma, anlama ve kendi olma yolculuğunun zorlu bir süreç olduğunu ve bu anlamda sonu gelmeyen bir yaşam boyu mücadele olduğunu anlatıyor. Videonun bir yanıyla Süreyya Ayhan’dan esinlendiğini de belirtiyor ve “Olup bitenler bir erkek atletin başına gelmezdi” diyor.
Bu noktada kazanma/kaybetme mevzusu da devreye giriyor: psikoterapi, sonu gelen veya kazanma ihtimali sunan bir süreç olmadığı için, durum zorlaşıyor. Sanatçı, asla bir ödüle ulaşıp sonlandıramayacağı, durmadan ter döküp, yorulup, sevdiklerinden yardım almadan kendi ayakları üstünde durarak devam etmeye çabalayacağı zorlu bir “koşu”ya çıkıyor.
Sergide mekânı doldurma biçimiyle dikkat çeken bir iş de, Frankfurt’ta yaşayan İranlı sanatçı Parastou Forouhar’ın I Surrender (Teslim Oluyorum) (2006) isimli folyo balonlar üzerine fotobaskı tekniğiyle yaptığı interaktif yerleştirme. Bir oda dolusu uçan balonu iplerinden kendime çekerek üzerlerindeki baskıları inceliyorum. Açık pembe/ten rengi baskılarda cinsiyetsiz insan figürleri var ve bu figürler birbirlerine sado-mazo ilişkilerin baş rolündeki siyah ipler ve bantlarla bağlanıyor. Kiminin gözü, kiminin elleri bağlı, bazıları ise birbirlerine bağlanmış durumda. İlişki paradoksları üzerine güçlü bir yorum getiren Forouhar, ilişkideki bağlanma, özgür bırakma, hükmetme, kontrolde olma ve kölelik dinamiklerini tartışmaya açıyor. Bu pozisyonların her birinde izlediğimiz insan figürleri, her yere taşınabilen uçucu balonların üzerindeler, ama ilişki bağları âdeta hepsini oldukları yere çakılı kılıyor. Figürlerin ten rengi olması ise, bu figürlerin birbirlerine ve kendilerine olan bağlarından/tutsaklıklarından başka hiçbir şeyleri olmadığını akla getiriyor.
Sergideki en etkileyici işlerden biri ise, İsrailli sanatçı Sigalit Landau’nun Barbed Hula (Dikenli Hula) (2000) başlıklı videosu. Sanatçı videoda 2 dakika boyunca, sahilde çıplak bir şekilde dikenli tel ile sarılı bir hulahop çeviriyor. Hulahop bedenine her değdiğinde yeni bir çiziğe sebep oluyor ve videonun sonuna doğru yaraların derinleştiğini görüyoruz. Acı çekmek, acıya dayanmak, acıtandan kaçamamak ve bireyin acı karşısında takındığı eylemsizliğin onu bir kısır döngüye sürüklemesi gibi kavramları bu videoda kendi bedeninin sınırlarını test ederek ortaya koyan Landau, izleyeni sonuna kadar dayanmaya iten bir görsel dil kullanmış.
Son değinmek istediğim iş ise, Dilek Winchester’ın İsimlendirilemeyen: Ferç ve Vajina için Metaforlar (2009) başlıklı videosu. Bu video, vajina yerine kullanılan argo tabirlerin internette bulunan görsellerinden oluşuyor. Aynı zamanda bir kadın ve bir erkek sesinden sırayla videoda gördüğümüz objenin ismini duyuyoruz. İzlerken bu kelimeleri vajina yerine kullanmanın absürdlüğü ve vajina dememek için ne çok kelime türemiş olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Söylenemeyen, utanç kaynağı olarak görülen şeylerin dilde yerini alan ve onların sembolü haline gelen örnek çok elbette. Fakat vajina için bu kadar çok alternatif olması, onu âdeta herkesi korkutup kaçıran bir güç sembolüne dönüştürüyor.
Dilek Winchester, sanatçılar ve Nil Yalter arasındaki sohbet sırasında kendini anlatırken, öncelikle feminist sanatçı etiketini benimsemediğini, feminist olduğunu ve sanatçı olduğunu ancak ‘feminist sanatçı’ kalıbından kaçındığını belirtiyor. Bu kimliklerin beraber kullanılması o kadar da kaçınılacak bir durum olmasa gerek diye düşünürken ben, Nil Yalter konuya esprili bir yorum getiriyor: “Bir kere bir kadın her şeyden evvel feminist olmalı, ondan sonra sanatçı da olur, feminist sanatçı da olur, her şey de olur.”
Feminist’in artık bir etiket olmadığı zamanlara geldik diyebiliriz belki de. Kadın sanatçıların üretimleri, feministlik ekseninde farklı evrelerden geçti, bu süreçte bir takım pratikler kadın sanatçılarla anılmaya başlandı: bazen dişilik ön plana çıktı, bazen cinsiyetsiz duruşlar benimsendi, yeri geldi aktivizmle bağdaştırıldı ve sanat pratikleri bu bağlamda şekillendi. Farklı diller benimsenmesine ve feminizm tanımının her çalışmayla esnetilip yeniden şekillendirilmesine karşın belki de Yalter’in dediği gibi, ortak nokta hepsinin vahim, acil ve yoğun işler olmalarıydı. Bense bu üçlemeye bir de cesur (cesaret) kelimesini eklemek isterim.