A password will be e-mailed to you.

2014 TBMM ödülünü kazanan sanatçı Hüsamettin Koçan’ı tebrik ediyoruz. Bu vesileyle, kendisiyle Ayşegül Sönmez tarafından yapılan ve editörlüğünü yine Sönmez’in üstlendiği, 2010 yılında Baksı müzesi yayınlarından çıkan Evde Konuşmalar kitabındaki söyleşiyi yayınlıyoruz. 

 

-Bütün bu projeyi bir nesneyle ifade etmek isteseydiniz ne olurdu o nesne? Bu soruyu özellikle soruyorum. Okulda atölyeye öğrencilerinizin önce onları en iyi ifade ettiğini düşündüğünüz bir objeyle gelmelerini isterdiniz. Sonra bu objeyi neden seçtiklerini anlatmalarını… Bu kez her zaman sorduğunuz bu soruyu size ben sormak istedim. Gerçek olmuş bir düş olan Baksı müzesiyle bağlantılı olarak düşünmek ilginç olabilir…

Sanırım bütün bu projenin nedeni yaşadığım hayat ve ilişkilerim. Yaşadığım hayatı ve ilişkilerimi de en iyi tanımlayan şey, denk ile bavul. Gurbete gidenler için denk hazırlanırdı. Bu denk, gurbete gidecek kişinin orada sağlıklı yaşayabilmesi için gerekli olan yorganıdır, döşeğidir, çamaşırlarıdır. O hazırlanırken çok da sağlam hazırlanırdı. Yani onun gidişinin ne kadar onlar için anlamlı olduğunu ve ona ne kadar değer verdiklerini denke aktarırlardı. Denkde bir bakıma bir hüzün de var biri gidiyor ama bir de umut boyutu var. Denk yapan insan gidiyor ve geri kalanlar için bir mücadele edecek. Ve geri gelecek. Onun için de denk gitmek kadar geri dönüşü de barındırıyor. Onun için sağlam mis kokulu bir şeydir denk meselesi. Bavul nedir? Giden adam artık denkle geri dönmez, bavulla geri döner. Hediyelerle geri döner. Değiştim diye geri döner. Denkle geri dönse gurbetten yenik dönmüş olur. O yüzden yeni bavulla geri gelir ve bavulun içinde götürdükleri değil, burada insanlara sundukları vardır; meyvalar, çerez, çocuklar için hediyeler, annem için köylüler için sigaralar, kokular, tütünler… Bizim bu Baksı müzesinin, denkle bavul arasındaki o duygu var ya, o duygunun beslediği bir proje olduğunu düşünüyorum. Belki bavulla geri dönemedim ama müzeyle geri döndüm diye düşünüyorum

 

 -Akla Duchamp’ın Valise’ini getiriyor bu denk. Kültürel anlamda karşılamıyor belki denk değil ama… 1941 tarihli Duchamp’ın valizi seyyardı. Hem el yapımı özgün resmin hem de teknikle imal edilmiş hazır nesnenin teknik röprodüksiyonunu minyatürleştirip vurguluyordu. Böylelikle sanat nesnesini bir seyyar satıcının çantasının içine koyarak müze fikrini onun da ötesinde kurgunun nerede başlayıp nerede bitemeyeceğini sorgulama şansı veriyordu. Bunu birlikte denk kavramıyla düşünelim mi biraz?

Geçenlerde Baksı’da, Erzurum, Bayburt ve Erzincan valilerinin, belediye başkanları ve şehir bürokratlarının katıldığı bir toplantı oldu. Ertesi gün İstanbul’a dönmek için havaalanına gittiğimde biri yanıma geldi, "Hocam, dün toplantı için sizin müzenizdeydim. Dün size söyleme fırsatım olmadı fakat şunu düşündüm: Bu projeyi düşünmek bile sanat, aykırı!", dedi. O yüzden aslında Duchamp’ın valizi gibi bir bakıma. Aykırı! O Valise, sanatın birincil dilini kültürün ikincil diline dönüştüren toplumsal müzenin bütün işlevlerini taşıyordu. Bunlara işaret ediyordu. Müze budur. Sanatın dilini kültürün diline tercüme eder. Baskı Müzesi de öyle değil mi? Baskı müzesinin sosyal sorumluluk projesi olup olmadığını soruyorlar. Değil. Müze fikri ve ütopyasını içinde barındırıyor. Başlarda bana inanmadılar, "Bu sanatçı işte, öyle konuşuyor" dediler. Ne zaman ki, birinci bölümü bitirdim, bu sefer de "Sen ciddiymişsin" dediler. Meğer hiç kimse bana inanmıyormuş. Bu proje kârlılık hesabı yapmıyor, binayı merkezde yapayım da daha çok insan gelsin diye de düşünmüyor. Bir tepeye çıkmış; aslında şablonun dışına çıkıyor. Yani Duchamp’ın Valise’iyle ortak yönü var aslında. Sonuçta şöyle düşünmek istiyorum galiba da düşünüyorum: Duchamp örneğinde kutu, valiz her neyse bir şeyleri muhteva ediyor. İçinde birtakım alıntılar taşıyor. Ama sonuçta sanatçının kendi geçmişiyle ve tarihsel üretimiyle ilgili bütün bu alıntılar. O seyyar her neyse kutu, valiz bu alıntıları sergiliyor, bu alıntılarla oluşmuş bir kurguya sahip. Baskı müzesi de öyle. Benim bir sanatçı olarak geçmişim ve tarihsel üretimimle ilgili. Öte yandan bu dili genel bir dile de tercüme eden bir mekan.

 

-Müze denilen mekanın neyi barındırdığı ve nasıl barındırdığı hep merkezde. Neyi nasıl gösteriyor? Mekanın mimari koşulları, coğrafi koşulları bu teşhiri nasıl etkiliyor? Doğrudan? Dolaylı? Bütün bunlar da önemli sorular değil mi o çevireceği dili belirleyen?

Kesinlikle… Müze nihayetinde bir mekan olarak o sanat dilini her neyse barındıran bir yuva. Bu yuvanın doğrusunu isterseniz nasıl bir yuva olduğu sanat tarihinde asla sorgulanmadı. Hala da yanıtlar kesin değildir. Ama bana kalırsa, benim bir sanatçı olarak yatkın olduğum o yuvada kurumsal muhafaza önemlidir. Mimari koşullar belirleyicidir ama sanat eserinin o dilin üzerini ezmemelidir. İzleyici okuma yapabilmeli o yuvada. Yaşamayacak tabii ki. Orada yaşayacak olan belki de sanat eserinin kendisi… Bir anlam alışverişi yaratmalı o mekan. Baskı müzesinde arşivleme mantığını müzenin içine şırınga etmenin önemine inanıyorum. Gerçek bir müze anlayışı içerisinde özerk, programını, sergilerini tartışarak oluşturan bir yapıya doğru gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ancak o şekilde bu işin uzun ömürlü olabileceği, ömrünün de ölümsüzlüğe dönüşebileceğine inandığım için bu mekanın adı müze.

 

-Gelenek üzerinden anlam yaratmanın imkanları üzerine neler söylenebilir? Baskı müzesi geleneksel bir müze mi?

Çağdaş bir müze. Gelenekle bağı var ama. Bu bağı önemsiyor. Koruyor, kuruyor hatta… Geleneğin taşıyıcısı bana göre coğrafyadır. Gerçek anlamda geleneği coğrafya, tarih taşır. Kültürün kendisi taşır. Biz bu sorgulamaları yapmadan kısa devre yapıyoruz. Bir gelenek parantezi açabiliyoruz ve herkesi belli bir şematizm içinde ve sadece İslam yapısı içinde algılayıp o algıyla gelenek dünyasını izah etmeye çalışıyoruz. Sorun burada başlıyor. Benim gelenekten algıladığım ve entelektüelin algılaması gereken şey, süreklilik olgusudur. Bu süreklilik olgusu, şematizmi, taklidi barındırmaz. Baksı’da biz, gelenekle çağdaş arasındaki o hep çizilmek istenen sınırı görmezden geldik. Bu sınır yokmuş gibi yaptık. Sahiden de olmadığını düşündüm hep ben. El emeği olmadan gelenek kendisi var edemez. Ustalar olmadan gelenek devam edemezdi. Kapalı toplumlarda kadınlar geleneğin bir parçası, halı, kilim, saç örerler. Elbise dikerler. Göz nuru olmadan olmaz bu iş. Geleneğin el emeği kısmına saygı duyan, onun üzerinden adım atmaya çalışan bir grup sanatçıyla, oradaki bizim etnografik yapıyı buluşturduk. Sergiyi kurarken sergiyi gören köylüler çağdaş sanatçının yaptığı işleri büyük bir hayranlıkla izliyorlar, sonra kendi işinin orada neden durduğuna akıl sır erdiremiyorlar. Ne kadar cömert. O, geçmişin hafızasını taşıyor. Çağdaş sanatçının yaptığı gibi yıkıp yeniden yapma meselesi yok. Onun sürdürebilme meselesi var. İşte mümkünse herhangi bir motif koyarak kendisini gelenekte var etmeye çalışıyor. Kayseri’de bir kız halı yapıyor. Halıdaki kız figürünü kendisini düşünerek ve figürün saçlarını kendi saçlarını keserek kendi saçlarından örüyor. Gelenek de böyle de sağlam ve tutarlı bir şey. Bugün geleneksel süreci ancak yenileyerek devam ettirebileceğimize göre, o zaman yenilenme eğrisinin farklı bir eğri olduğunu gelenekçilerin iyi bilmesi gerekir. Ben camaltı tekniğini kullandım. Ama orada figürü tekrar etmedim. Yaprak üstünde duruyoruz. 1994’te yaprak kullandım. Osmanlı sergimde. Bunu gelenekten aldım ben. Dut yaprağı üzerine yazılan yazılar ve yapılan resimlerden etkilendim.Burada farklı bir biçimde kullandım. Gelenek hatırlatır. Beni taklit et demez. Süleymaniye’ye bakıp onu taklit edenlerin durumuna düşeriz. İnsanlığın yaratma çabasının geleceğe bakan yüzüyle, bugüne kadar üretilmiş ve altta kalmış alanını aynı platformda eşitlikçi bir biçimde sergiledik.


-Peki bu sınır dediniz, bu sınırları çizmek niye istiyoruz? Sezer Tansuğ 1961 tarihli bir yazısında Kilim başlıklı Bela Bartok’tan bahseder. Bela Bartok, bütün başarımı beş yıl Macar dağlarında gezmeme borçuluyum ama müziğime bir tek köylü melodisi bile aktarmadım. Bütün yaptığım bu vahşi ezgilerin içindeki derin müzikaliteyi yaşamış olmamdan ibarettir, demiş. Tansuğ, asıl söz toprağa sadece o toprağın adamı gibi eğilen sanatçı kişiler tarafından söylenecektir, diye bitiriyor bu yazısını…

Gelenek kimleri ilgilendiriyor diye bakmak lazım… İnanç grupları gelenekle ilgilidir. Çünkü inanç gelenek gerektirir. Köken problemi olanlar gelenekle ilgilidir. Köken, hatırlamaya doğru insanları yönlendirir. Ticari olarak gelenekle ilgili olabiliyor insanlar… Entelektüel olarak gelenekle ilgili olanlar var bir de… Şimdi inanç ve köken grupları için geleneğin yenilenmesi söz konusu olamaz. Çünkü gelenek en kutsaldır. Türkiye’de aslında kültür siyaseti kuranlar, muhafazakar siyasi kadrolarımız geleneğin tekrar edilmesinin bize yeteceği düşüncesini taşırlar. Bu kadroların kültür politikaları yenilenme değil tekrar içerir. Oradaki gerçek meseleyi içselleştirmek, orayı bir hareket noktası olarak algılamak ve oradan yeni şeyler üretmek. Geleneği biz temalar bağlamında da algılayabiliyoruz, motif düzeyine de indirgiyoruz. Başka birisi teknik düzeyde algılayabilir. Biz halılardaki imleri zannediyoruz ki, dokurken güzel olsun diye dokundu. Dokuyan kadın ya hamile olduğunu, ya hangi klana ait olduğunu ya da beklentilerini işliyor aslında kilime. Duygularını resimleştirerek ifade eden bir toplumuz; sözlü bir toplum diyoruz ya, suskunluğunu, sözünü başka bir şeye dönüştürüyor halıya dokuyarak, hat sanatını yaparak… Son derece zengin, derinlikli bir hafıza var. Mesela ehram ve çömlek! Ehram tamamen göçebe kültürün ürünüdür. O doğa gözlemciliğini, kırsallığı öyle güzel sembolize etmişler ki! Ama çömlek toprağın derinliğinden geliyor, o toprakta eskiden yaşamış uygarlıklar var ya onlardan beslenerek gelen bir gelenek o. Bunun ikisinin aynı toplumda yaşamın artısı haline getirilmesi son derece önemli bir çeşitliliktir işte! Şimdi tabii Anadolu geleneği diye çok geniş bir gelenek var. Türk-İslam bunun içinde var ama gelenek dediğiniz zaman o kadar geniş bir alandan söz açıyorsunuz ki… Mesela Hitit’i nereye yerleştireceksiniz? Cemal Tollu, Hitit’le çok ilgili bir gelenekçi sanatçısıdır doğrusunu isterseniz. Bizans’ı, Roma’yı, eski Anadolu uygarlıklarını nereye yerleştireceksiniz geleneğin içinde o halde? Ben geleneğin şu kısmıyla ilgili olanı bir araya getirdim, demeli. O kadar… Gelenek büyük bir başlık. 1990’larda Mısırlı bir küratör Almanya’da sergi açtı, İslam ülkelerinde sanat diye… Beni davet etti. Ben gelmem çünkü Türkiye bir din devleti değil, dedim. Bizim sonra başka arkadaşlarımız İslam ülkelerinde modernlikler gibi sergiler açtılar. Burada meseleyi nereye koyduğunuza bağlı… Kendi tanımlarınızı belli tutarlıklar içinde koyarsanız olur. Gelenekten çağdaşlığa gibi büyük bir başlık attığınız andan itibaren büyük bir hesap vermeniz gerekir. Biz geleneği böyle algılıyoruz demeniz lazım.

 

-Gelenek ve biraz da zanaat konuşalım istiyorum. Zanaatı ve sanatı… Mesela kadınlar için daha geçerli hale getirilmiş zanaat. Kadınların ellerini oyalaması gerektiği için! İstanbul’a da gelen, söyleşi yapma fırsatı bulduğum sanat tarihçi Edward-Lucie Smith’in bir kitabı var. (Zanaatın hikayesi/ Van Nostrand, NY) Orada kraliçelerin dokuma yaptıkları ve dikiş diktikleri için utanmıyorlardı diye yazıyor. William’ın kraliçesi Matilda gibi, Aziz Edward’ın kraliçesi Edith elbiseler dikiyorlarmış annelerimiz, anneannelerimiz gibi…

 

Ortaçağda lonca teşkilatı çok büyük bir sistem. Ustalar, kalfalar, çıraklar.. Richard Sennett, Zanaatkar’da anlatıyor ince ince… (Zanaatkar/ Richard Sennett, Ayrıntı yayınevi) Sözleşmeler var. Çıraklık süresi yedi yıl. Maliyeti aile karşılıyor. Yedi yıllık çalışmasının sonunda loncada ilerliyor. Bu da belgeleniyor. Kalfa mertebesine geliyor sonra. Bir on yıl sonra ancak ustasının yerini alabilecek kıvama geliyor. Bu önemli bir sistem. Kaybedilen de bir sistem. Anadolu’da giderek yok olan bir ilişkiler ağı bu. Modern hayat, zanaata izin vermiyor çünkü… Modern toplum, insanları tasnif ediyor. Acımasızca. İyi çömlek üretmesi ya da ehram fark etmiyor. Baskı müzesi sergisinde zanaatla sanatı yan yana getirerek farklarını değil aralarındaki hiyearşiyi yok ettik. Gelenekle çağdaş arasında görmezden gelmek istediğimiz sınır gibi. Sanatla zanaat arasında da bir ast- üst ilişkisi kabul etmedik. El ve kafa arasındaki yakın bağlantıya odaklanıyor bu sergi. Sonuçta iyi bir çömlekçi, hayatla çömleğini yapma pratiği arasında bir diyalog kurandır. Doğu’da, Anadolu’da kafa ve el arasında sıcak diyaloglar vardır. Bu diyaloglar bence önemlidir. Benim sanat üretimimi daima etkilemiştir. Halk resmi gibi başka koleksiyonlar yaparım bu yüzden. Ama galiba iyi bir zanaatkar da iyi bir sanatçı gibi iyi sorun çözer. Sorunu çözendir.


-Herkesin zanaat hakkında sorduğu sorulardan en bilineni galiba onun sanat ile olan farkı… Aslında bugün farklı anlamlar da kazanmadı mı bu? Sanatçı ayrı imal eden ayrı ama sanat eseri aynı… Sanatçının, eserini kendi imal etmesi gerekmiyor. 20. yüzyılın başından itibaren bu böyle. Bu bizim zanaatı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini gösteriyor?

Bana kalırsa, sanatın ne olduğu sorulamaz. Zanaatın onunla ilişkisi üzerine soru sorulabilir. Zanaatçılık, emeğin çeşidine göre çok çeşitlidir. Ama şöyle bir düşünecek olursanız uygulama anlamında zanaatın olmadığı bir sanat yoktur. İkisi arasındaki farka gelince? Herkesin de söyleyebileceği gibi kolaylıkla ikisinin arasındaki fark teknik ile ifadeden mi ibarettir? Zanaatkar acaba kendi topluluğuna dönük, sanatçı ise kendi içine mi dönüktür? Sanatçının zanaatkardan en büyük farkı belki de özerkliği. Sanatçı özgünlük yaratıcılık peşindedir. Sanat, benzersizlik isterken hatta dilerken zanaat daha kolektif , anonim bir üretim ister. Ama doğrusunu isterseniz bugün bu karşıtlıkların da bu kadar net olmadığı söylenebilir. Tüketim ve üretim ilişkileri değiştikçe zanaatın tanımı da sanattan farkı da değişmeye mahkum olacaktır.

 

-Baksı Müzesi’nin tasarımı sizin zanaatkarlığınız mı sanatçılığınız mıdır peki? Müzenin binası size ait bir resimden farksız olmamalı… Belki de en politik sanat eseriniz mi müzenin kendisi tasarımıyla birlikte? Ya da bu müze bir sanat eseri değil de zanaat eseri mi? Zanaat eseri olur mu?

Müzenin ya da resmimin politik olduğunu iddia etmem. Etmek istemem ama benim politik bir duruşum var. O da şu; benim hayata itirazım var. Bugünkü ekonomik yapının insanları göçe sürüklemesine itirazım var. İnsanların yabancılaşması durumuyla yüz yüze gelmesi durumuna itirazım var. İnsanların kendi bulundukları coğrafyada kendi geleceklerini üretmeleri lazım geldiğine inancım var. Benimki bir tutum. Ben kurumsal bir yapıya doğru gidiyorum. Merkezin etrafında bu sözcükleri kurarak dolaşmıyorum. Ben doğrudan oraya gidiyorum. İnsanın hayatına. Orada bir karargah kuruyorum. Ve buradan gitmeyin, sahip çıkın toprağınıza, geleneğinize ve geleceğinize sahip çıkın diyorum. Bu ne kadar politik bilmiyorum ama bence bu bir tutum. Gitmek özgürlük ama bir anlamda sürüklenmektir. Kaybolmaktır. Gurbete gitmek iradeli bir gitmek miydi, bir zorunluluk muydu, bir refleks miydi, bunlar benim kafamda net değil. Babam gurbete gitmeseydi, biz acaba ekonomik girdi sağlayamaz mıydık? Gelecek hayali olmadan hiçbir şey olmaz. Geleneğin de gelecek hayalleri olması gerekir, bu da yenilenmekten, risk almaktan, tartışmaktan, soru sormaktan geçer. Bütün o yapı içerisinde bunu algılamak gerekiyor. İki şey öğrendim bu projeden: İnanmak ve galiba samimiyet! Eğer bu kavramları iyi kullanıp diğerlerine yansıtırsanız, o zaman gerçek yaklaşıyor size. İlk günden bugüne dek bu projede değişmeyen desteği sanatçılardan, çocuklardan ve gurbetçilerden aldım.

(Bu söyleşi 27/04/2010 ve 09/05/2010 tarihlerinde Hüsamettin Koçan’ın Acıbadem atölyesinde Ayşegül Sönmez’le iki ayrı günde gerçekleşen kayıtlardan derlenmiştir. 2010 Haziran’ında Baksı Müzesi yayınlarından çıkan Evde Konuşmalar kitabında yayımlanmıştır. )

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 12:19:12