Versus Art Project’le Karşı Sanat Çalışmaları Sanat Galerisi, kariyerinde 40’ın üstünde sergi ve önemli ödüller olan sanatçı Yavuz Tanyeli’nin kişisel resim sergisine ev sahipliği yapıyor. 02- 21 Şubat tarihleri arasında Tanyeli’nin ‘E=m.c2’ sergisi devam ederken sanatçıyla Ayşegül Sönmez’in 2009 tarihinde yaptığı Yavuz Tanyeli’ye ait sıradışı tespitlerle dolu söyleşiyi tekrar okumanın tam vakti diye düşündük.
“Ben kıpırtıyı, swing’i seviyorum” Yavuz Tanyeli, hayatı boyunca akademik bağımlılıklardan ve aynı zamanda kentten uzak, 25 yıldır yağlıboya yapıyor. 25 yılın sonunda artık yağlıboyayla kavgasında usta bir dövüşçü olduğu kesin. Yavuz Tanyeli, son sergisini gezen bir izleyiciye şöyle diyordu: “bu resimlerin sesi olsa, bütün Nişantaşı dans ederdi…” Aslında bu resimlerin sesi var. Bu sese kulak verirsek arabeskten caza, rocknrolldan nihavent makamına geçtiğini duymak mümkün… Verdikleri enerjiyle sabaha kadar Doğu’yla Batı arasında sallanmak da…
Ayşegül Sönmez: Anlata anlata bazı kavramları sıkıldım diyorsun sergi yazında… Bir sanatçı olarak bu kadar mı anlaşılmadığını düşünüyorsun?
Yavuz Tanyeli: Aslında yine şanslıyım, kısmen anlaşıldım, diyebilirim. Benim farklı bir durumum var aslında… Ben bir çeşit belgeselciyim. Hem estetik hem sosyal ve politik açıdan… Benim belgeselciliğim, 12 Eylül’le başlamıştır.
-12 Eylül gibi bir darbe yaşanmasaydı, daha farklı belki daha bireysel bir adam olurdum, diyebilir misin? 12 Eylül’le sen ve senin kuşağın yeterince hesaplaştı mı?
Az sayıda sanatçının yaptığını düşünüyorum. Bir kısmı yapmaya çalıştı sonra erken bıraktı. Daha çok Şenol Yorozlu ve benim özellikle bununla hesaplaştığımızı düşünüyorum. Hatta bizim için, ikili olarak sergi yaptığımızda, iki direnişçi demişlerdi. 12 Eylül sırasında ben tam 30 yaşındaydım. 1968 yılında ise ben 18 yaşındaydım. Beatles’ın ilk plağı çıktığı zaman elimdeki Tom Jones plaklarını satıp Beatles’ın plağını aldım ve derhal 1968’e kitlendim; ya devrimci olacaktım ya da hipi… Henüz lisede olduğum için hemen hipi oldum. Bir inanç ve umut meselesi vardı o işin içinde… Ve de hakikaten öyle takıldım. Komünlerde yaşadım. Benim şansım Ankara’da olmamdı. Deniz Gezmiş, ODTÜ’de Komer’in arabasını yaktığı zaman ben orada kalıyordum. Hem spor hem hipilik hem devrimcilik bir şekilde harmanlandı bunlar… Üniversiteye İstanbul’a gelince sol gruplara dahil olacaktım. 1970’ler boyunca dünya kadar arkadaşım öldü, kaç tane cenazeye gittik… Bireysellik meselesi Orhan Peker’in öğrencisi olduğum için kökten oldu benim için… 12 Eylül’ün bir iyi tarafı herkesin birbirini sorguladığı bir dönemdir. Ama duman etti ortalığı tabii, parçaladı hepimizi, ruhlarımızı, bedenlerimizi…
-Hala direniyorum diyorsan en çok neye direndiğini düşünüyorsun?
Mevcut büyük bir saldırı karşısında direnmek demektir direnmek… Sözcüğe tam karşılığı kadar anlam yüklersen direnmek mümkündür elbette… Mesela bu serginin adı Katran ve Tüy. Red Kit’de çizmişlerdir; kumarda hile yapanlara ceza olarak katrana buluyorlar sonra da tüye… En büyük hakaret… Ben de bu sergimde silindir bir şapkayı katran ve tüye buladım. Silindir şapkanın ne anlam taşıdığı bellidir. Katran ve Tüy diyerek kendi kendime bir ceza veriyorum. Eskiden karşılıklı politik atışlar olurdu. Onlar bir atış yaparlardı, sen bir atış. Şimdi böyle bir politik atış gelmiyor karşıdan, ekonomik atış geliyor. Aşırı dozda iğne ve spekülasyon içeren farklı davranışlar geliyor. Seni sıkıştıran düşmanın kim tam bilemiyorsun. Bu ülke hep ikiye bölünüyor. Son olarak laikler ve İslamcılar diye bölündü. Sanatçıyız evet politik fikirlerimiz var ama esasında resmin içinden geçirerek verebilirim ben bunları… Birçok arkadaş ne yapacağını şaşırmış durumda…
-Genç arkadaşları mı kast ediyorsun?
Genç arkadaşlar tamamen şaşırdılar. Bir müzisyen Can’ın arkadaşı, dedim ki, herkes anında yapmak istiyor öyle sabırsız… ‘Abi’ dedi, ‘bu erken boşalma gibi bir şey.’ Genç, evet seri ve hızlı olmak ister ama erken boşaldığın zaman da karşı tarafı yeterince tatmin etmemiş oluyorsun. İstanbul’a geldiğimde sergilere gidiyorum, bakıyorum sanatçılar yağlıboya yapmayı bilmiyor, teknik bilmiyor… -Şart mıdır? Şart değildir ama bilse çok iyi olur. Resimden konuşuyorsak. Simyası, kimyası vardır yağlıboyanın, akrilik sürdüğün gibi kalır, ölüdür. Yağlıboya bambaşka bir maceradır.
– 90’ların başındaki “değmesin yağlıboya” sergilerini anımsıyorum. Nedir seni bu kadar yağlıboya bağımlısı kılan?
Yağlıboya bana göre canlı bir malzeme… İnsanın yaptığı etkiye, tepki verir, karşılık verir, sanatçı kendini yalnız hissetmez. O da bir varlıktır, sen de bir varlıksındır. İkiniz karşılıklı atışır durursunuz. Sana kolay kolay izin vermez. Onunla uğraşman lazım. Sana bu uğraş, bu mücadele bir sürü şey öğretir. İtişirsin, dövüşürsün. Ne zaman iki taraf yorulur, resim bitti denir ama aslında bitmemiştir. İkiniz de yorulmuşsunuzdur.
-Boyanın hafızası var, yağlıboyanın büyük bir hafızası, tarihi var… Bizim modern resmimizde bunun altında epey ezilmişlik vardır. Ama bununla baş edenler de var. Senin de kendini yakın hissettiğin kimler var bunlar arasında?
Cihat Burak, deriz, Orhan Peker, deriz. Yağlıboyanın özel konumu nedeniyle yaptıkları işler, farklıdır, kendilerine aittir. Bizim ülkenin modern resim tarihi 100 senedir. O yüzden yağlıboyanın itiş kakış meselesine girmek o kadar da kolay olmamıştır sanatçı için. Cihat Burak akademik değildir. Ben de hiç akademik değilim çünkü akademi hocası olmayan bir ustam vardı, Orhan Peker… Akademide resim bölümüne girmedim. Adnan Çoker filan bana uymuyordu. Grafik okudum. Ben hayatımı hep resmin işaret ettiği yönde sürdürdüm. Bana Etap otelin üst katını verseniz, para, araba verseniz, ben orada acaba çalışır mıyım? Çalışsam bile sıkılır mıyım? Sıkılırım diye düşünüyorum. On beş senedir Bodrum’da, doğada yaşıyorum. Ondan önce, İstanbul’da, Beykoz’da yaşadım. Resimde fikir önemli şeydir ama sadece fikirle resim yapılmaz. İstanbul’da on tane genç sanatçılar tarafından sergi açılıyorsa, bu sergilerin konuları hep kentle ilgili. Kentle alakalı kavramlar üzerine… Kentsel dönüşüm, Sulukule meselesi gibi… Kent sanatçıları biçimlendiriyor bu doğru. Ben o yüzden burada çalışmak istemedim çünkü kentin içinde, kentin biçimlendirdiği bir kent sanatçısı olmak istemedim.
Sanat, illa bir şeyin sanatçısı olma durumu mudur? Tabii öyle bir şey de vardır ama o tıkanır… Bugün internete gir, estetik yaz, bin tane estetik çıkıyor. Grek estetiğinin de kaç yüz senedir süregelen hükümranlığına sinir oluyorum. Postmodern sonuçla dönmesine de sinir oluyorum. Bir fark yok… Okullarda eskiden Grek öğretiliyordu şimdi Batı modernizmi..,
Rönesans, İspanya, Fransa, Amerika, Amerika’dan postmodern olarak dönüş, bunu izlemeye, takip etmeye, Grek’i takip ettiğimiz gibi Batı avangardını da takip etmeye mecbur muyuz? Yakındoğu’lu bir sanatçı olarak bunu kabul etmek zorunda mıyız? Gençler, ‘biz Batılı’yız’ diyorlar. Bizim kuşak nasıl akademide Grek’i tanımak zorunda kaldıysa, bugün gençler de Batı modernizmini, avangardını tanımak zorunda kalıyor. Bunu da isteyerek yapıyorlar, sorgulasalar…
-Kent üzerine çalışan bir ressamın aslında ithal bir tavırla bunu yapıyor olduğunu mu iddia ediyorsun?
Evet, bu ithal bir tavır. Diğer bir sürü ithal tavırlar gibi… Kent üzerine çalışmak bu ithal edilen tavırlardan sadece bir tanesi… Bizim kendimize özgü bir tercihimiz olamaz mı? Kent üzerine çalış tamam ama kendine özgü çalışabilir misin bu önemli… Cihat Burak da kent üzerine çalışmış…
-Peki senin hala “ekspresyonist” olmanı, Batı’ya ait bir tavrı benimsemeni konuşursak…
Aslında bunu konuşmamız çok önemli… Mesela Alman ekspresyonist Emil Nolde’nin bir resmiyle senin bir resmini yan yana koyduğumuzda seni ayırt etmek gerçekten çok güç… Alman resmi gibi deyip geçmek bu benzerliklerden hain tuzaklar kurmak mevcut ortamda çok yapılan bir şey ama… Ben mesela bugün tıpkı Nolde gibi boyamayı kendi anadili dışında başka bir dilde yazan bir yazara benzetiyorum… Benim eğitimim yağlıboya nedeniyle böyle… Teknik olarak ekspresyonist olabilirim… Ama içerik olarak Alman ekspresyonizmine benzemiyor benim resmim. Ben bir sürü yollardan geçtim. Göçe göçe geliyorum. Bir süre Siyahkalem mesela… Uzak bir kerterizdir, oradan geçtim. Mezopotamya’dan geçtim. Resmimde kültürel göç söz konusudur. Canımın istediği, aklımın estiği yerlerde dolaşıyorum aslında…
-Şu anda realizmin yükselişine tanık oluyoruz değil mi? Figür resim mi, soyut resim mi kavgalarından sonra 1940ların… Taner Ceylan’ın başarısının etkisi olduğunu düşünüyorum bu yükselişte…
Ama bu güzel bir şey aslında… Yeter ki şematik olmasın. Yeter ki sanatçılar tarafından yaşanarak yapılmış olsun. Taner Ceylan’ı çok başarılı buluyorum ve seviyorum da… O sanatçı olmanın sabrını ve sanata nasıl vakit harcanması gerektiğini bilen bir sanatçı. Biraz aceleci olsaydı yaptığı işler böyle olmazdı. Erken boşalmıyor mesela o… Birkaç hata buluyorum. Son boksör portresinde mesela… Öte taraftaki gözde, fotografik dolayısıyla mekanik perspektif var. O resmi gerçekten bakarak yapsaydı o hata olmazdı. Ama mesela şunu kesinlikle söylüyorum, on sene sonra Taner’in resimleri muhteşem olacak.
-Onunla son söyleşimizde çok ilginç bir şey söyledi: ‘O kadar büyütüyorum ki fotografik imgeyi sonuçta ben figür resmi yapmıyorum aslında yüzey resmi yapıyor oluyorum…’ Yanılsama resmi yapmıyor aslında Taner Ceylan, gerçeklikten alıp o an’ı gerçekliğe teslim etmiyor aslında resmin gerçekliğine teslim ediyor… Bu sözleri bunu fark etmemi sağladı…
Doğru söylüyor. Yüzey resmi yapıyor. Ben de yüzey resmi yapıyorum. Ama davranışımız farklı. Ben kıpırtıyı, swing’i seviyorum… Onsuz olmaz. Cazdaki o ritim duygusunun en tatlı, güzel, oturmuş halidir swing… Swingi olmayan müzik sıkıverir insanı. Bir çalkalanma derdim var benim. Koyular açıklar arasında… Büyük lekelerle küçük lekeler arasında… Deseni kağıdın üzerine çizerken bile swing yapıyorum, sonuçta doğuyla batı arasında bir swing oluyor bu…
-Figüre yüklediğin anlamı da konuşalım… Chuck Close’un bir sözü var, hümanizma öldü, insanın kendisi bir ideali temsil etmekten çok uzak dolayısıyla figür resminden söz edemeyiz, diyor. Ne diyorsun?
Kuramsal olarak bu söz doğru. Ama sadece söz. Yine Grek’e geleceğiz. O süreç içinden atılmış bir söz. Sanat tarihi bir ana arterdir Mısır’dan, Yunanistan’dan günümüze postmoderne gelmiştir, o arteri izlemek zorunda olan ve o arteri sorgulayarak yine o arterin içinde yer alanın ürettiği bir söz… Bu arterin içinde düşünürsen dediği doğru, ama ben bu arterden gitmiyorum, yan yollara sapıyorum. Ömer Uluç’un viraj alma lafı budur. (Ömer’i gördüğünde Yavuz viraj alıyormuş de çok sevinir…) Viraj alma lafı çok önemlidir. Ömer Uluç, viraj aldığı için o güzel şeyi yapabildi…
-Tamam o zaman aldığın son viraja gelelim… Fark eden oldu mu?
Bazı galericiler söyledi… Biraz daha sükunet, belki de yaşla ilgili bir şey olabilir. Şunu biliyorum ki artık eskiz yapmıyorum, kafadan dalıyorum. Binbir çağrışımla… Yerde çalışıyorum. Resmin etrafında dönerek boyuyorum.
-Pollock gibi?
Pollock gibi ama ben figür resmi yapıyorum… Transparan boyalar kullanıyorum, vernik kullanıyorum. Madem boyayla oynamayı seviyorum. Boya canavarı gibi onunla oynuyorum. Her santimetresinden sorumluyum yaptığım işin… Kazara yapılmış hiçbir şey yok.