Burak Kaplan, !f Istanbul kapsamında gösterilecek Motör: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması filminin yönetmeni Cem Kaya ile konuştu.
Burak Kaplan: Filminiz Motör: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması belli bir dönemin Yeşilçam filmleri üzerinden ilerliyor olsa da aslında günümüz Türkiye sinema ve dizi sektörüne dair de çok şey söylüyor. 60’lı ve 70’li yıllardan gelen bir izdüşümü mü bu, yoksa kopyalamak bizim kanımızda mı var?
Cem Kaya: Kopyalamak bütün kültürel faaliyetlerin temelidir ama günümüzde negatif algılanır ve kriminalize edilir. Oysa ki herhangi bir sanatı öğrenmek istediğinizde önce kopyalarsınız, sürekli tekrarlarsınız ve belli bir seviyeye geldikten sonra içine yorum katar, özgün işler çıkartırsınız. Kültürel ve bilimsel alanlar, evrilen bir birikim üzerine kuruludur ve sürekli etkileşim içindedirler. Bu etkileşim olmadan yeni hiçbir şey ortaya çıkamaz. “Orijinal” olarak tanımladığımız bir esere varana kadar bir sürü görünür ya da görünmez esinlenmeler gerçekleşir. Kısaca, orijinal diye bir şey yoktur.
Dönemin sineması ve günümüzün dizilerine gelirsek, esinlenmenin evrensel bir faaliyet olduğunu görürüz. Eski filmler yeniden çekilir, yeni nesiller için güncellenirler. Bir film ya da dizi bir ülkede sükse yapmışsa, hemen o ülke içinde benzerleri yapılır. Hollywood zaten sürekli tekrara düşüyor, hem Amerikan hem yabancı filmleri adapte ediyor. Mesela 2000’li yıllarda, 90’lı yılların başarılı Fransız filmlerini bire bir kopyalamışlardır. Meşhur Homeland dizisi, Hatufim adında bir İsrail dizisinin Amerikan versiyonudur. Hatta Amerikalı yapım şirketi The Asylum yeni çıkan Amerikan filmlerinin yasal çerçeveler içinde “çakmalarını” üretmesini iş kolu benimsemiştir.
Yesilçam sinemasına gelirsek, 50’li yıllarda elektrifikasyonla beraber Anadolu kasabalarında sinemaların sayısı artar ve1948 yılında eğlence rüsmunda yapılan bir vergi indirimiyle beraber Türk filmi üretmek kârlı olmaya başlar ve böylece talep artar. Bu talebi karşılayacak altyapı eksiktir ve Türk Sineması hem kendi edebiyatından hem de yabancı filmlerden esinlenip hızlı bir üretim döngüsü içine sürüklenir. Başta Muhsin Ertuğrul, ardından Faruk Kenç veya Baha Gelenbevi gibi geçiş döneminin yönetmenleri yurt dışında eğitim almışlar, Türkiye’de yabancı filmler izleyerek büyümüşlerdir. Sinemayı yabancı filmlerin tekniklerini kopyalayarak öğrenirler. Bu da kendi filmlerine yansır. Sinema okullarının olmadığı Türkiye’de, sinema usta-çırak ilişkisi içinde gelişir ve birikim nesilden nesile aktarılır. Böylece belli bir üretim şekli gelişir.
Bu minvalde kopyalamak aslında yerlileştirmek faaliyetidir ve izini Tanzimat romanına kadar sürebilirsiniz. Ahmet Mithat’in Çengi romanı mesela, Don Kişot hikayesini anlatır, ama çok serbest bir yorumdur. 30’lu ve 40’lı yıllarda yabancı filmlerin Türkçe dublajları yapıldığında da filmlere Türkiye’de geçiyor havası verilir. Laurel Hardi filmlerinin dublajını yapan dönemin seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur mesela, bir Hacivat-Karagöz ustası gibi iki karekteri de Türkiye’ye gelmiş Amerikan turist ağzıyla kendisi konuşur. Üstelik Türklerin anlamayacağı bazı espirileri değiştirir, filmlere kendi mizahını katar. Bazı yabancı filmlere Türkiye’de geçiyor havası vermek üzere mesela dansöz sahneleri eklenir. Buradan benim çıkardığım, seyircilerin filmlerde kendilerinden bir şeyler izlemek istemesi.
Film parçaları veya yabancı filmlerin müziklerini kullanmak ise yasa dışı değildir Türkiye’de. Telif hakları kanunları mevcuttur, ancak eserlerinizi tescil ettirmeniz gerekir. Yabancı yapım şirketleri senaryolarını, müziklerini ve filmlerini Türkiye’de tescil ettirmediklerinde günümüzün deyimiyle public domain olarak algılanırlar ve kullanılabilirler. Bu public domain anlayışı Türk Sineması’nı belki biraz farklı kılar, çünkü sansürü ve dönemin zor şartlarını da kaale alırsak, tek özgür bırakıldığı alan budur.
60’lı ve 70’li yılların Yeşilçam yönetmenleri ve oyuncuları haklı olarak hep imkânsızlıklardan yakınıyorlar ve o dönemin popüler yabancı filmlerini kopyalamalarını bu nedene bağlıyorlar? Bu sizce yeterli ve anlaşılabilir bir gerekçe mi?
Elbette ki yeterli, artı onlar bize hesap vermek zorunda değiller. Kopyalamak, esinlenmek, yerlileştirmek suç değil, aksine çok doğal süreçler. Esinlenme kültürü etrafinda kurulan “ahlak” söylemi, modern dünyanın katı patent ve telif yasalarını meşrulaştırmak için yaratılmış çok yeni ve suni bir söylem. Fikr-i mülkiyet kavramı, adı üstünde fikirleri bir metaya dönüştürür. Oysa ki modernizm öncesi sözel kültürlerde hikayeler veya türküler herkese aitti. Bir aşık, yorumladığı bir türkü için telif hakkı ödemezdi.
Günümüzün telif yasalarına bakarsak, adil bir dağıtımdan çok uzağız. Mevcut yasalar, filme katkısı olan insanları değil, yapımcıları koruyor. Yüzlerce senaryosu filme alınmış, sabah akşam televizyonlarda hikayeleri dönen Safa Önal gibi bir senarist telif ücreti alamıyor. Bu da telif yasalarının düzenlenişinin çarpıklığını gösteriyor bence.
Uluslararası alanda işleyen telif yasalarının bugünkü düzenlemesi, belgesel filmciler için de çok büyük sorun, çünkü geçmişe dönük belgesellerde, fiyatları çok yüksek olduğundan görüntü veya müzik kullanabilmek imkansızlaştırılıyor. Bu bir sansür mekanizmasıdır aslında. Yüksek maliyetler yönetmenleri fonlara ve televizyon kanallarının sponsorluklarına muhtaç ediyor, onlar da içeriklere karışıyorlar. Böylece bağımsız kalamıyorsunuz.
Yine de bugünden o zamanlara ve üretilen işlere baktığımızda – kopyalama eyleminin ahlaki mi değil mi kısmına pek takılmadığımızda – ortaya müthiş yaratıcı çözümlerle üretilmiş, tuhaf ve ilgi çekici fantastik yapımlar çıktığını görüyoruz. Kopyalanmak yakışmış mı bu filmlere?
Türk Sinemasi’nın public domain anlayışı farklı bir kolaj sanatının gelişmesine yol açtı. Çetin İnanç gibi vizyonu geniş ama bütçesi dar olan yönetmenlerin, filmlerini bütün engellere rağmen bitirmelerini sağladı. Dünyayı Kurtaran Adam’da 16 farklı filmden sahneler ve 8 farklı filmden müzikler kullanılmış ama filmi yine de bir bütün olarak algılıyorsunuz. Bence çok başarılı.
Telif yasalarına takılmadığınızda gönlünüzce her şeyi özgürce kombine edebiliyorsunuz, bu da ilginç sonuçlar doğuruyor. Mesela 3 Dev Adam filminde Spider-Man, Captain America ve Meksikali güreşçi El Santo buluşuyorlar ama Spider-Man kötü karakteri canlandırıyor filmde. Ya da Demir Yumruk filminde kahramanımız üç farklı süper kahramanın kombinasyonundan oluşuyor. Kızılmaske’nin maskesi, Süpermen’in arması ve Batman’in kemerini takıyor. Bu filmde aynı zamanda tekerlekli sandalyede oturan travesti bir Fu-Manchu karakteri var.
Yine Çetin İnanç’in Rambo filmi adaptasyonu olan Vahşi Kan filminin bir sahnesinde birden zombiler çıkıyor ortaya. Bunun açıklaması da yapılmıyor ama çok eğlenceli, çünkü alışılagelmedik bir sinema seyri sunuyor bize.
Kopyalanan sadece filmler de değil sanırım. Film müzikleri de aynı durumdan muzdarip. Her yerden bir şeyler kesilip biçilmiş ve sonra ilgili ilgisiz yapıştırılmış adeta. Filmleri kopyalamayı bir ‘yeniden çekim’ başlığı altına yerleştirebiliyoruz ama müziği niye kopyalamışız? Ne düşünüyorsunuz?
Yabancı müzikler tamamen bütçe darlığı yüzünden kullanılıyor, çünkü özgün müzik yaptıracak ne maddi bir güç ne de film müzikleri yapabilen besteciler var. Kesilip yapıştırılmış müzikler çok isabetli kullanılıyor aslında. Yorgo Ilyadis gibi usta ses mühendisleri bu konuda çok başarılılar. Bir plaktan diğer plağa geçişler yapmak zorunda kalıyorlar bazı uzayan sahnelerde mesela. Sanatçı Serhat Köksal Yesilçam’in ses mühendislerini bu yüzden Türkiye’nin ilk DJ’leri olarak tanımlıyor. Dublajin, müziğin ve ses efektlerinin tek kanal teknolojisi yüzünden aynı anda ve tek seferde kayıt edildiğini de düşünürsek, çalışmaların çok titiz yapıldığını görüyoruz. Kullanılan müzikler daha önce belirttiğim gibi, Türkiye’de yasal çerçeveler içinde kullanılıyorlar. Uygulanan aslında günümüzde “sampling” olarak bilinen alıntı tekniği. Alıntılamak bir eserin unutulmamasını da beraberinde getiriyor. O müziklerin devamlı dinlenmesini sağlıyor.
Filminizi çekerken pek çok farklı yönetmenle görüşmüşsünüz. Bunlar arasında, bugün dönüp baktığında çektiği filmlerin ‘ucuz’ filmler olduğunu kabullenmiş isimler de var, çektiklerini hala yere göğe sığdıramayanlar da… Böyle bir görüş farklılığının peşinden gitmeyi planlamış mıydınız filme başlamadan önce? Yoksa çekerken kendiliğinden mi oluşuverdi?
Söyleşi konuklarımız aslında çok mütevazi yaklaşıyorlardı ve yaptıklarıyla genelde barışıklardı. Hatta benim filmlerine duyduğum hayranlığa şaşırıyorlardı. Özellikle Dünyayı Kurtaran Adam’ın yönetmeni Çetin İnanç bugüne dek istediği hiçbir şeyi gerçekleştiremediğini anlatıyor. İstediği filmleri çekemediğini söylüyor.
Bahsi geçen filmlerin oyuncularıyla ve figüranlarıyla da konuşmuşsunuz. Onlar da tıpkı yönetmenler ya da set çalışanları gibi şikayetçiler o dönemden. Kostümlerini kendileri temin ettiklerini ya da devamlılıklarını kendileri tuttuklarını belirtiyorlar. O dönem kaç filmde rol aldığını hatırlamayan bile var. Ne diyorsunuz bu konuyla ilgili olarak?
Orhan Aksoy’un, başrollerinde Kadir İnanir ve Semra Türel’in oynadığı İstanbul 79 filminden bir parça var belgeselimizde. Bu sorunun cevabı orada gizli, belki. Çift eve gelir ve elektrikler kesilmiştir. Bunun üzerine Kadir İnanır şunu söyler: “Burası Türkiye, yaşadığımıza şükret.”
Filminizde günümüz Türkiye’sinin dizi sektörüne de değinmişsiniz ki; açıkçası filmin o kısmının kendi adıma çok yerinde bir tercih olduğunu düşünüyorum. Dizilerin hızla çekilmesi, çalakalem yazılmaları ve sayıca oldukça fazla olmaları gerçekten de 60’lar ve 70’ler Yeşilçam’ını çağrıştırıyor. Sizce de artık Yeşilçam’ı televizyondan mı izliyoruz?
Elbette ki televizyondan izliyoruz, çünkü tek toplu kitle iletişim aracı televizyon artık. Yesilçam 90’lı yıllarda yapım koşulları ve bütün çarpık düzeniyle beraber televizyona taşındı. Diziler çekmeye başladılar ve dönemin bölge işletmecilerinin yerini özel kanallar ve reyting sistemi aldı.
Son olarak da kişisel bir sorum var. Sizin, filminizde anlattığınız bu avantür Yeşilçam filmlerinin sıkı bir takipçisi olduğunuzu ve çoğunluğu bu filmlerden oluşan ciddi bir arşive sahip olduğunuzu duydum. Bu filmler arasından bir favoriniz var mı peki? “Bu film bir kopya film ama ben bayılıyorum” dediğiniz bir şey?
Aykut Düz’ün “Muhteşem Serseri” filmi. Bir Amerikan western filmi olan “3:10 to Yuma” filminden esinlenmiş ama 80’li yıllar Türkiyesi’ne uyarlanmıştır. Belgesel tadında bir gerçekçilik içerir ve diyalogları çok komiktir. Bambaşka bir Cüneyt Arkın çıkar karşımıza. Amerikan filmi havası eser ama çok yerlidir. Bir diğeri mutlaka izlenmesi gereken Aykut Düz filmi, “Dört Hergele”. Clint Eastwood ve Jeff Bridges’in oynadığı 1974 yapımı “Thunderbolt and Lightfoot” filminin bir adaptasyonudur ve tek kelimeyle harikadır. Düz’ün 1986 yapımı, Serpil Çakmaklı’nın başrolde olduğu “Değişim” filmi ile 1996 yılında çektiği, aile içi şiddeti konu alan “Kıvılcım” filmi de favorilerim arasında. Necla Nazır’ı hiç böyle gerçekçi bir rolde görmemişsinizdir.