Pera Müzesi ünlü heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti’nin retrospektif bir yaklaşımla hazırlanmış Türkiye’deki ilk kapsamlı sergisini sunuyor. Bu vesileyle, 2001 yılında kaybettiğimiz sanat eleştirmeni David Sylvester’in, Alberto Giacometti ile orantılama konusundaki mücadelesi ve göz yapmanın zorlukları hakkındaki söyleşisini sunuyoruz.
David Sylvester: Siz her zaman çok dar bulduğunuz bu daralan orantılarınızın istemsiz oluştuğunu söylüyorsunuz. Ama çalışmalarınız hep bu yönde sonuçlanıyor. Aslında bu sonuçlara varmak istemediğinizi ama zorunda kaldığınızı söylüyorsunuz.
Alberto Giacometti: Belli bir süre boyunca hacme tutunmak istedim ama orantılar kaybolacak kadar küçüldüler. Sonra belli bir yüksekliğin altına inmemek istedim ve o zaman da orantılar daraldı. Bütün bunlar bana rağmen, olmasın diye uğraştığım zamanlarda bile olmaya devam etti. Ben onları genişletmeye çalıştıkça daha da daraldılar. Bunun gerçek açıklaması nedir bilmiyorum. Bunu bilmenin tek yolu yaptığım işi yapmaya devam etmek. Ama şu ana kadar söyleyebileceğim tek şey, gerçeğe uygun oranlanmamış bir kafa, gerçeğe uygun oranlanmış bir kafaya göre daha gerçekçi gözüküyor ve bu bana daha çok sorun yaratıyor.
D.Sylvester: Ayakta duran figürleriniz üstünde çalışırken onların üstünde eksiltme yapmaya çalıştığınızda daha fazla dolgunlaştıklarını söylediğinizi duymuştum. Bunun neden olduğunu açıklayabilir misiniz?
A.Giacometti: Her zamankinden daha iyi bildiğim bir şey var ki ne kadar fazla eksiltmeye çalışırsam o kadar dolgunlaşıyorlar. Ama neden olduğunu hala bilmiyorum. Şu an bir büst üstünde çalışıyorum ve tek yaptığım şey eksiltmek. Ama olması gerektiğinden iki kat daha dolgun oldu. Bu yüzden daha da eksilttim, eksilttim, eksilttim … ve gerçekten bunda kayboldum. İşte ondan sonra bana materyal bir yanılsama olarak gelmeye başladı. Önünde belli bir miktar kil var, en başta aşağı yukarı hacmi doğru bir biçimde verdiğini hissediyorsun. Ama sonra daha gerçekçi yapabilmek adına eksiltmeye başlıyorsun. Eksiltmekten başka hiç bir şey yapmamana rağmen gitgide daha da dolgunlaşıyor. Aynen materyalin kendisi gibi bunu sonsuza kadar esnetebilirsin. Küçük bir kil parçasıyla çalışıyor olsan bile ne kadar çalışırsan o kadar büyür.
D.Sylvester: Bunun açıklaması daraldıkça içindeki enerjinin yoğunlaşması olabilir. Bu yoğunluktan dolayı da içeride tutulan enerjinin şiddeti daha da artıyor. Bu artan şiddet heykelin daha çok alan kapladığı izlenimini yaratıyor. Ne kadar alan kaplarsa o kadar da dolgun gözüküyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
A.Giacometti: Büyük olasılıkla bu da bunun bir parçası ama başka bir şey daha var. Bir kafanın yüzeyini tastamam bir heykele kopyalarsam o kafanın içinde ne vardır? Koca bir ölü kil kitlesi dışında hiçbir şey. Yaşayan bir kafanın içi, yüzeyi kadar organiktir, değil mi? O yüzden gerçek gibi görünen bir kafa, örneğin Houdon’un yaptığı bir kafa heykeli, bir köprü gibidir, yüzeyi bir kafayı andıran bir köprü; ama kilden yapılsa içi boşmuş hissine kapılırsın. Taştan yapıldığı zaman o taş kütleyi hissedersin. Ve yine de, kil de olsa, taş kütle de olsa yanlış bir şeyler var çünkü hiçbir benzerlik yok; çünkü senin kafanın içerisinde organik olmayan bir milimetre bile yok.
Yani bir anlamda, benim dar kafalarımın içerisinde onları ayakta tutacak kadar kilden fazlası yok. O içerideki de kesinlikle gerekli. Bunun, canlı bir kafayla, sadece dış yüzeyinin bir kopyasıyla olacağından daha fazla benzerliği var. Bu yüzden kafayı andıran bir resim yapmanın olası olduğunu düşünürken heykel söz konusu olduğunda bu olasılığın daha düşük olduğunu ya da olmadığını düşünüyorum.
Bu öğleden sonra British Museum’da Yunan heykellerine bakarken tek gördüğüm devasa kayalar; devasa ölü kayalar. Onlara bakan bir insanı inceliyorum; hiç kalınlığı yok, neredeyse şeffaf. Çok da hafif. O kitlenin ağırlığının yanlış olduğunu anlıyorsunuz. Canlı biri, çok şişman bile olsa kendini hafif tutar. O yüzden, gerçek boyutlu ama incecik insan figürleri yapıyorsam bir sebebi olmalı: o sebeplerden biri şu ki gerçek olmaları için, onları tek elimle kaldırıp taksinin arkasına yerleştirebileceğim hafiflikte olmaları gerekiyor.
D.Sylvester: Doğadan yapılma bu heykelleri boyadığında problem daha da güçleşiyor çünkü yüzeyde tıpatıp bir illüzyon yaratabiliyorken içeride bronz, kil, vs. dışında bir şey olmadığından bu anlamda yanlış daha da büyüyor.
A.Giacometti: Hem evet hem hayır. Örneğin bir heykel boyalı olmadığı zaman daha dar gözüküyor; boyalı olduğunda neredeyse gördüğümüz gibi gözüküyor. Önce genişletip sonra boyasaydım ne olurdu bilmiyorum. Boyayabilmek için hacminin tahmin ettiğinden daha az olması gerekir. Çünkü açık renkler genişler, hacmi genişletir (kanvasın üstünde gördüğün de budur, değil mi?). Yani büyük ihtimalle, boyanabilmesi için bir heykelin ilk düşündüğüne göre daha dar olması gerekir.
Bir gözü gördüğüm haliyle yapamadım hiç, biliyorum. Ne resimde ne heykelde bunu başarabildim, hatta heykelde daha az, çünkü bir göze doğrudan baktığınızda çok şişkin gözükmüyor. Yandan baktığınızda ise neredeyse sivri gözüküyor, öyle değil mi? Yani iki çelişkili durum: gerçekte, aynı anda hem oldukça geniş hem de sivri. Aynı anda hem yuvarlak hem de sivri olan bir şeyi nasıl yapabilirsiniz?
İyi bir ışıkta göze doğrudan baktığınızda gördüğünüz gibi modelleyebilmek için gözün kavisini verebileceğinizi düşünürsünüz; ama bu bana dünyada yapılabilecek en imkansız şey gibi gözüküyor. Sadece benim için değil, herkes için, her yerde her zaman. Beni etkileyen gözler sadece “yüksek stil” denen heykellerden. Özellikle Mısır ve Bizans heykelleri.
D.Sylvester: Gerçekte siz de heykellerinizi düzensiz olsa da sıklıkla boyadınız.
A.Giacometti: Heykel yapmaya başladıktan bir süre sonra bazılarını boyadım ve sonra onların hepsini yok ettim. Bir kaç kez yeniden aynı şeyi yaptım. 1951 yılında bir seri heykeli boyadım. Boyadığınızda şekilde neyin eksik olduğunu görüyorsunuz. İnanmadığınız bir şeyin üzerini boyamak işe yaramıyor. Bir ay önce tekrar denedim. Boyayarak formdaki bozuklukları ortaya çıkartıyorsunuz.
Eğer altında bir şey yoksa, bunu boyayarak kendimi bir şeyi başardığımı yanılgısına düşürebilirim. Bu yüzden resmi feda edip form üzerinde çalışmalıyım. Aynı şekilde, kafayı çalışmak için tüm bedeni feda etmek zorundayım. Bir yaprağı çalışmak için tüm manzarayı feda etmeliyim ya da bir bardak için tüm objeleri.
Bir yıl öncesine dek yuvarlak masada bir masa örtüsü çizmenin kolay ama onu tam manasıyla gördüğüm gibi çizmenin imkansız olduğunu düşünüyordum. Önemli olan o örtüyü tam olmasa da mümkün olduğunca, biraz daha anlayana dek dert etmemek. Resmi, heykeli, kafaları ve her şeyi feda edip kendinizi bir odada, aynı masanın, aynı örtünün, aynı sandalyenin önünde durmakla sınırlandırmalısınız. Ama ne kadar uğraşırsam bunun o kadar zorlaşacağını baştan biliyorum. Hayatım yavaş yavaş bir hiçliğe indirgendi. Bunu yapmak gerçekten çok üzücü çünkü her şeyi feda etmek istemiyorsunuz. Ama yapılabilecek tek şey de bu belki. Belki, bilmiyorum.
Her ne olursa olsun, bir masa ve sandalye arasındaki bir buçuk ayak boyu mesafesine daha duyarlı olalı beri bir oda, herhangi bir oda eskisine göre son derece büyük gelmeye başlıyor. İçinde yaşamamı sağlayacak kadar büyük. Yavaş yavaş bütün yürüyüşlerimi ortadan kaldırıyor.
İşte bu yüzden artık yürümüyorum. Yaptığım yürüyüşler restoranta, kafeye ya da gitmek zorunda olduğum yerlere sadece ki buralara bile yürümektense arabayla gitmeyi tercih ederim. Yürümekten keyif almıyorum artık. Bir ormanda yürüyüşe gitmek ilgimi çekmiyor çünkü Paris’te bir kaldırım üzerinde gördüğüm bir ağaç bana yetiyor. İki tane görmek beni korkutuyor. Eskiden seyahatlere çıkmak isterdim ama artık dışarı çıkma fikrine tamamen soğuğum. Bir şeyler görme merakım azaldı çünkü masanın üstünde duran bardak beni eskisinden daha fazla şaşırtıyor.
Eğer önümde duran bu bardak beni daha önce gördüğüm tüm bardaklardan daha fazla şaşırtıyorsa ve eğer hiç bir mimari harikanın beni bir bardaktan daha fazla etkileyemeceğini düşünüyorsam, Hindistan’a kadar gidip o ya da bu tapınağı görmeme gerek yok. Çünkü önümde çok daha fazlası var. Eğer bu bardak git gide daha da harikalaşıyorsa, dünyadaki tüm bardaklar da harikalaşır. Aynı şekilde diğer nesneler de. Kısacası, her şeyi yapmak istemektense kendini tek bir bardakla sınırlandırdığında tüm diğer nesneler hakkında daha iyi bir fikrin oluyor.
Herhangi bir şeyin ufak bir parçasına sahip olmanız durumunda evrenin tümünü anlama şansınız, bütün gökyüzüyle uğraşmanız sonucu elde edeceğinizden daha fazladır. Bir bardağı gördüğünüz gibi basitçe çizmeye çalışmak daha mütevazi bir davranış. Ama bunun bile neredeyse imkansız olduğunu bilmenizden dolayı, bunun bir tevazu veya kibir olup olup olmadığını söyleyemezsiniz. Sonuç olarak her şey olduğu yerde döner durur.
Çeviri: M. Selin Gebeş
Orijinali için: http://www.theguardian.com/artanddesign/2003/jun/21/art.artsfeatures1