A password will be e-mailed to you.

İlksen Başarır ve Mert Fırat son filmleri Bir Varmış Bir Yokmuş’tan hareketle Türkiye sinemasının bugününü, erkekleri, erkekliği ve aşkı sinema yazarlarımız Arda Karaböcek ve Burak Kaplan’la birlikte masaya yatırdı. (Önemli bir not: Mert Fırat bugün Kargart’ta sanatatak ve Kargart fikirbirliği projesi #5Dakika’da saat beşte sahne alacak.)

Burak Kaplan ve Arda Karaböcek: Bir Varmış Bir Yokmuş ’un hikâyesini masallar üzerine kurma fikri nasıl ortaya çıktı? Kurbağa Prens ya da Oduncunun Karısı masalları nasıl dahil oldu günümüz İstanbul’unda geçen bir aşk hikayesine?

Mert Fırat: Biz zaten genelde filmlerimizi masallar üzerine kuruyoruz. Çektiğimiz tüm filmler ya masal ya şiir üzerine kuruludur mesela. Amerikan sineması ya da Avrupa sineması bunu uzun zamandır yapıyor zaten. Üstelik filminizin hikâyesini bir masal üzerine kuruyorsanız, seyirci de kolayca filme girebiliyor. Karakterlerden birinin adını söylediğin an, ya da masalın ismini zikrettiğin an, seyirci hemen zihnindeki dosyayı açıyor. Bu da hikâyeyi anlatan kişilerin işini oldukça kolaylaştırıyor tabi. O yüzden de biz masal kahramanlarını ya da bazen roman kahramanlarını düstur ediniyoruz kendimize. Atlıkarınca ’da da Suç ve Ceza romanının içindeki masalsı durum vardı mesela. Özetle, masalların anlatılan hikâyelerde bir katman yarattığını, anlaşılması kolay kodlar ve göstergeler ürettiğini gördüğümüz için çerçevesini buna göre kurmaya karar verdik ve oradan hareketle yazdık Bir Varmış Bir Yokmuş’u.

 

Türk Sineması’nda özellikle son yıllarda karşılaştığımız pek çok aşk hikâyesinin biraz zorlama dramatik çatışmalar kurmaya çabaladığını gözlüyoruz. Zengin kız – fakir oğlan hikâyeleri, ölümcül bir hastalığa yakalanan ana karakterler sıkça karşımıza çıkan tipik öğeler. Oysa sizin sanki hiç böyle bir derdiniz yok gibi. Çatışmayı oldukça gündelik meselelerin üzerine kurmak niyetiyle hareket ediyormuşsunuz hissine kapıldık biz. Ne düşünüyorsunuz?

Mert Fırat: Biz neredeyse çatışma bile kurmak istemiyoruz ve formal olana da çok inanmıyoruz. Her hikâyenin kendi dinamiği olduğunu düşünüyoruz. Hikâyeleri de inandığımız yerden, bildiğimiz yerden anlatmak istiyoruz. Bu sebeple de filmlerimizde zorlama dramatik çatışmalar yaratmaktan, onlara fazladan malzeme yerleştirmekten kaçınıyoruz. Açıkçası bir akademisyenin ya da sinema yazarının yazacağı bir makalenin tatlı malzemesi olmaya çabalamıyoruz. Onlara tatlı paslar atalım diye uğraşmıyoruz. Dolayısıyla bu hikâyenin zirve noktası neresi, çatışması sağlam mı, şu mu bu mu hiç onlara takılmıyoruz. Elbette bir senaryo doktorumuz var. Onunla birlikte çalışıyoruz, notlar alıyoruz, raporlar çıkarıp farklı izleklerde yürüyoruz. Fakat sonuçta oluşturmak istediğimiz his ve yapmaya çalıştığımız şey gerçekten hikâyenin kendisinin bize ne yapacağımızı, filmi nasıl çekeceğimizi bize önermesiydi. Hatta yapabilseydik şunu da yapmak isterdik, hiçbir hikâye kurmamak. Çocuk kızla tanışır, beraber olurlar sonra ayrılırlar. Bu klişeden kaçsak ve bu sıralamada olmasa, doğrusal ilerlemeyen bir şey kursak dedik. Denedik de bunu yapmayı ama orada da şöyle bir sıkıntı oluyordu. Anlaşılmasında bazı sıkıntılar doğuyordu. Bu sefer o istemediğimiz pası da atmış olacaktık insanlara. Sonra onlar böyle o sahneyi alıp oraya koyacaklardı, öbürünü başka bir yere koyacaklardı, aman ne güzel olacaktı Allah! Biz gerçekten taltif edilmek için ya da gerçekten iyi pasların atılarak belirli egoların tatmin edildiği işler yapmak istemiyoruz. Çünkü gerçekten onu çok namussuz buluyoruz. Yani film yazarken nasıl sözde yaratılmış çatışmalardan kaçıyorsak yer yer, bir tarafıyla hayatta da öyle durmaya çalışıyoruz. Kimin neyi beğeneceğine, nasıl yazacağına takılmadan gerçekten biz nasıl hissediyorsak öyle işler ortaya çıkarmaya çabalıyoruz. Yoksa kuvvetli ama yapay bir çatışma kurup, oradan bir hikâye çıkarmak o kadar kolay ki. Her gün dizilerde izliyoruz onları işte! Kısacası biz neyin satacağı üzerinden değil de neyin bu hikâyeyi doğru çalıştıracağı üzerinden bir şeyler yapıyoruz.

 

Hazır TV dizilerinden bahsetmişken, hemen o konuyla ilgili bir soruyla devam edelim istiyoruz. Dizilerin abartılı senaryoları olduğu kadar abartılı yönetmenlikleri, oyunculukları da oluyor. Günümüzde bu abartının sinema filmlerine de yansıdığını biliyoruz. Özellikle oyunculuklarda bir diziymiş gibi davranma durumu söz konusu bugün. Siz bunu hissediyor musunuz?

İlksen Başarır: Hissediyoruz elbette. Zaten artık pek çok sinema filmi özen gösterilerek çekilmiyor. Özellikle ana akım sinema dediğimiz yerde, durum böyle maalesef. Ben bu filmleri ne izleniyor merak ettiğim için takip ediyorum. Hatta şunu söyleyebilirim, televizyon dizileri kimi zaman daha özenli olabiliyor bu filmlerden. Özellikle ilk 3-4 bölümü gerçekten iyi çekilen diziler var bugün piyasada. Filmlerdeki bu özensizliğin nedenine kafa yorduğumda ise bunun tek bir sebebi olabilir diye düşünüyorum. Ne kadar özensiz, ucuz yaparsam o kadar çok izleniyor bu filmler gibi bir gerekçeyle hareket ediyor olabilir bu filmleri çekenler. Başka bir açıklaması yok sanırım. Sonuçta bugün dağıtımcı bile çıkıp sana bu filmin afişi şu renk olsun, yazısı kırmızı olsun, pembe olsun, bu aydınlık bir film olsun diyor.

Mert Fırat: Yine de bu filmler seyredilmesin demiyoruz biz. Recep İvedik’in 7 milyon seyredilmesini istiyorum ben. Sonuçta bu film yapımcısına para kazandırıyor, sinema salonuna kar getiriyor, orada çalışan adamın maaşını ödüyor, bu anlamda çok yararlı. Çünkü afişinden, senaryosuna ne kadar ucuz olursa olsun gişede o kadar iyi sonuç alamayan örnekleri de gördük. Seyirci özensizliği seviyor diye de bir gerçek yok yani. Bu sene 130 tane film çekildi, sonbaharda da pek çoğu vizyona girdi bu filmlerin. Yok, Sabit Kanca yok Olur Olur, kaçar kovalar bilmem ne gibi. Hiçbirinin de gişeden istediğini alamadığını gördük. Dolayısıyla biz de aynısından kötü bir film yapalım da gişemiz başarılı olsun diye de bir garanticilik mümkün değil burada. Demek ki oyuncusuna bakıyor, demek ki komedisinin kalitesine bakıyor, demek ki öğrenilmiş bir koda bakıyor. Bütün bunları göz önüne aldığımızda aslında meselenin kaliteyle ve nitelikle ilgili olduğunu görüyoruz yine!

 

Bir Varmış Bir Yokmuş’u konuşmaya devam edelim. Nehir’in evinde bir baret ve gaz maskesi görüyoruz. Son sahnede de arkada bir Ethem Sarısülük posteri çıkıyor karşımıza. Gezi direnişini ve ruhunu açıkça hissettiriyor film bize. Seyirciye bir göz kırpmak mı istediniz tüm bu detayları filme yerleştirerek?

İlksen Başarır: Bu filmin karakterleri bizim yazdığımız karakterler, nerede ve nasıl yaşadıkları da belli. Dolayısıyla evet, elbette ki o bareti de gaz maskesini de oraya bilerek koyduk. Benim pek çok arkadaşımın evinde orada, kapının hemen yanında duruyor gaz maskesi ve baret. Kimse evinde yatağının altına kaldırmadı onları. Bizim karakterlerimizin de kapısının yanında duruyor onlar işte. Kısaca şöyle söyleyebilirim, bu detayların filmimizde yer almasından kaçınmadık biz. Orada Ethem Sarısülük posteri var diye kamerayı öbür tarafa çevirmedik aslında.

Mert Fırat: Zaten fonu da bu İstanbul’un, bizim karakterlerin yaşadığı hayatın fonu da bu. Onlar bir şeyi oldurmaya çalışan, bir şeyle hesaplaşmaya çalışan, her şeye rağmen var olmaya çalışan karakterler. Sürekli sistemle de kendileriyle de kavga eden karakterler aslında. O yüzden de fonlarına çok net oturuyordu. Gerçekten çok özellikle yerleştirmeler yapmamamıza rağmen seçtiğimiz mekânlar gereği, Beşiktaş olsun Kadıköy olsun, Gezi ruhundan izler taşıyan detayları dışarda bırakmamaya özen gösterdik.

 

Beraber ürettiğiniz işleri incelediğimizde hikâyenin yapı kurumunun hemen hemen hep erkek karakter üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Atlıkarınca, Başka Dilde Aşk ve şimdi yeni filminizin hikâyesinde de aynı yapı kurumu tercihi var. Neden böyle bu durum?

Mert Fırat: Aslında hayatın kendisi de öyle. Biz egemeni eleştiriyoruz filmlerimizde. Egemen de erkek olduğu için bunu da aynı şekilde kurmaya çabalıyoruz filmlerimizde. Zaten bütün sorunu çıkartan erkek olduğu için hayatta, dolayısıyla zaten asıl mesele de o adamın nasıl durdurulacağı ve nasıl dönüştürüleceğiyle ilgili, o adama ne yapacağımızla ilgili, çünkü dert ‘o adamlar’. Tabi ki sorunlu bir kadının hikayesini çekmek de mümkün, neden olmasın. Yine de gerçekten erkeğe oranla çok az olduğu için o fantastik bir filmin konusu olur herhalde. Üstelik bizim kalemimizi daha çok yazdıran şey egemene saldırmak. İktidarla olan dertlerimiz hakkında bir şeyler söylemek istiyoruz biz. Dolayısıyla belirleyenin de ölçenin de erkek olduğu bir dünyada ‘o adamlar’a saldırıyor filmlerimiz de. Kafamız böyle çalışıyor.

 

Filmdeki Kurbağa Prens masalı da bu yüzden mi farklı anlatılıyor? O kurbağayı öpmek değil de duvara mı fırlatmak gerekiyor yani?

Mert Fırat: Orijnali öyle aslında o masalın.

İlksen Başarır: Filmde masal anlatan başka bir karakter var ya, Judith. Biz onunla tanıştığımız zaman, o bize masalları anlatmaya başladı ve masalların bize anlatılan versiyonlarının aşırı derecede yumuşatılmış olduklarını gördük. Yoksa aslında çok vahşi ve sertmiş bütün o masallar, korku filmi gibi daha çok. Karınlar deşiliyor, bir şeyler parçalanıyor, kollar kopuyor filan. Kurbağa Prens’le ilgili de onu anlatmıştı işte. Masalın ilk versiyonunda, orijinalinde çok tacizci bir kurbağaymış o masaldaki. Prensesi sürekli rahatsız eden bir tipmiş. Beni de oraya götür, ben de geleceğim, bana yemeğinden ver, ben de yatağında yatacağım, bilmem ne. Aslında orada diyor ki masalı anlatan, yani biri sana böyle davranıyorsa artık ona sen iyi davranmak, öpmek zorunda değilsin. At gitsin, eğer anlarsa o zaman düzelir. Tabi biz Judith’le de konuşurken bütün bunlara güldük ettik filan ama bir yandan da şunu düşünmek lazım, bütün bu masallar bize çocukluğumuzdan beri anlatıldığı için yine erkek egemenliği meselesinde aslında hepimizi çocukluğumuzdan bugüne kadar kodlayan şeyler bunlar. O yüzden de biz hep erkek egemenliğinin yeniden yorumladığı ve bize anlattığı masalları dinlemek durumunda kalmışız . Oysa ki aslı böyle değilmiş bu masalların. Biz de bu yüzden filmin içinde yer verdik bunlara.

Mert Fırat: İyileştirilecek erkek yok aslında. Yani sen bununla zaman kaybetmemelisin. Bu şey gibi, sınır olduğunu kabul etmek gibi, hani ‘parka giremezsin’i kabul etmek gibi! Çünkü kabul edersen sınır diye bir şey var onu kabul edersin, burada da durum aynı işte. İyileştirmenin peşinde koşmaya başladığın andan itibaren de iktidarı ‘o adamlar’ın eline teslim etmiş oluyorsun. Dolayısıyla masalda da bunu anlatıyor sana. Sen o tacizci kurbağaya eyvallah deyip, evine almaya, beslemeye başladığında belli bir zaman sonra artık senin yatağına da girmek istiyor, seninle uyumak da istiyor ve sen ona hayır diyemiyorsun. Tam bunu anlatıyor aslında hikâye. Senin hayır diyemediğin ve sürekli kadın olarak suistimale uğradığın ve bir şekilde sömürüldüğün bir dünya düzeninden bahsediyor.

 

Filmin finaline dair bir sorumuz olacak. Bir Varmış Bir Yokmuş’un kapanış sahnesi, ilk filminiz Başka Dilde Aşk’ın kapanışına oldukça benziyor. Her iki filmde de bir kavuşma durumu var ama bir yandan da bundan sonra ne olacak sorusunu sorup perdeyi kapatıyor iki film de. Kesin bir cevap vermiyor izleyicisine. Açık uçlu, hikâyeyi yarıda kesen finalleri seviyorsunuz sanırım siz…

İlksen Başarır: Biz biraz öyle sonları seviyoruz galiba. Biraz şey gibi, bazen o sonu algılamak gerçekten senin ruh haline bağlı. Mutlu sonla mı bitti yoksa hüzünlü mü bitti bu hikâyeyi seyirci yorumlasın istiyoruz. Başka Dilde Aşk örneği üzerinden anlatayım, filmin finalinde kız kapıya geliyor, oğlan kapıyı açıyor ve kız filmin en başında söylediği cümleyi yeniden söylüyor. Bu final mutlu bir final mi bilemiyoruz mesela. Çünkü o dakikadan sonrası iyi mi olacak, her şey düzelecek mi yoksa aynı şeyleri en baştan yaşamaya mı başlayacaklar, orasını bilemiyoruz işte. Senin kafanda ne olacak, biz biraz onunla ilgileniyoruz yani! Değil mi?

Mert Fırat: Evet, öyle. Bir de ilişki aslında tam da orada, finalde başlıyor ya o önemli bizim için. İkisinin de sıfırladığı, artık tamam bitti, önümüze bakalım dediklerinde başlıyor doğru ilişki. Kötü anılardan, açık yaralarından kurtulmuş, onları iyileştirmiş olarak birbirlerinin karşısına dikildiklerinde bitiyor her iki film de. O yüzden belki de bu sahneleri filmlerin finalleri olarak tasarlayıp koyduk oraya ama aslında birer son bile değiller benim için, başlangıçlar.

 

Peki, Mert Fırat ve İlksen Başarır beraber çalışıyorlar ve ürettikleri işlerde iyi bir uyum yakalamışlar. Yine de birbirinizden ayrı çalışmayı, ayrı senaryolar yazmayı ya da ayrı yönetmen ya da oyuncularla çalışmayı düşünüyor musunuz?

İlksen Başarır: Mert zaten çalışıyor, dolayısıyla orada bir sorun yok. Başka biriyle birlikte senaryo yazmak konusuna gelince de elbette ki çalışabiliriz. Şu an çalışoyuruz hatta. Ali Aydın’la bir şeyler yazıyoruz. Anlaşabileceğimiz ve sevdiğimiz insanlarla çalışabiliriz, bunu söyleyebilirim. Ali, bizim iyi bir arkadaşımız, hayat görüşlerimiz aynı ve iyi de anlaşıyoruz. Bu sebeple onunla çalışırken bir sıkıntı yaşamıyorum. Yine de kiminle yazıyor olursanız olun, üç kişi bir şey yazmak çok zor iş, bu tartışılmaz. Bir de biz inandığımız şeyi yapmak istiyoruz, sevdiğimiz hikayeleri anlatmak istiyoruz ve elbette ki bunu herkesle yapamayız. Dolayısıyla evet, Mert’le beraber çalışmaya devam edeceğiz. Başka insanlar da aramıza katılacaktır mutlaka ama!

Mert Fırat: Yeni yönetmenler arıyoruz, yeni senaristler arıyoruz. Yeni oyuncularla her zaman çalışmaya özen gösteriyoruz.

İlksen Başarır: Ben başkasının yazdığı bir hikayeyi de çekmek istiyorum mesela. Biz yazacağız, ben çekeceğim, Mert oynayacak diye bir derdimiz yok.

Mert Fırat: Her yıl 70-80 tane senaryo geliyor bize, sadece Kutu Film’e. Kimisi kısa kimisi uzun 70-80 senaryo geliyor. Bunların hepsini de okuyoruz. Bakıyoruz bir şey olur mu, başka bir yönetmenle eşleyebileceğimiz senaryolar var mı diye. Çünkü biz her şeyin ötesinde film yapımcısıyız aynı zamanda. Film yapıyoruz. Yönetmen, oyuncu, senarist tüm bu kimlikleri bir yere koyduğumuzda bir film şirketimiz var. Kolektif çalışıyoruz ve bu tarz bir çalışmaya inanıyoruz.

İlksen Başarır: Bunun yanında birbirimizin filmlerinde çalışmamız gerektiğine de inanıyorum ben. Çünkü her şey daha kolay olabilir öyle. Mesela benim bir yönetmenin setine gidip, yardımcı yönetmenlik yapmam çok faydalı olabilir. Fikirsel bir şeyden bahsetmiyorum burada. Tamamen teknik bir şeyden bahsediyorum. Benim yardımcı yönetmenlik yaparken seti idare etmem ve program yapmamla daha az deneyimli birinin aynı işi yapması arasında bir fark var. Elbette en iyisini ben yapıyorum demiyorum ama çok daha hızlı çözebiliriz yani. Eğer film yapmak istiyorsak, bence mutlaka bir yerden sonra böyle çalışmamız gerekecek çünkü maddi olarak Türkiye’de bir kaynak olmadığı için bir noktadan sonra insanlar film yapamayacaklar. Böyle giderse bir yönetmen, özellikle de bizim jenerasyondan bir yönetmen beş yılda bir film yapabilecek. O yüzden daha fazla bir arada durup, öyle çalışmak gerekiyor.

 

Kişisel olarak merak ettiğimiz, son sorumuzu soralım o zaman. Alternatif dağıtım imkanlarına inanıyor musunuz? Yurt dışında – özellikle bağımsız filmlerin – internet üzerinden erişilebilir olması ve sinema salonlarına bağımlı olmadan farklı bir mecradan izleyicileriyle buluşmaları durumu söz konusu. Türkiye’de böyle bir imkanımız olsa, tercih eder miydiniz bu yolu?

İlksen Başarır: Keşke! Biz bunu çok istedik ve denedik aslında. Filmi hiç vizyona sokmasak bile diye düşündük hatta. Sadece internetten göstermenin bir yolunu da aradık ayrıca. Ama güvenli bir yolunu bulamadık. Çünkü bir kere internete koyduğunuz zaman, o oradan anında yayılıyor. Kontrol edemiyorsunuz maalesef. Torrent, torrent olmazsa capture ediyor birileri, oradan Youtube! Dolayısıyla biz de biraz zor yani o iş. Yoksa ben çok isterim deneyimlemek böyle bir şeyi.

Mert Fırat: Aynen, ama yani bunun bir yöntemini bulsak çok rahat ederiz tabi. Büyük rahat ederiz!

 

Hadi dayanamadık, bir soru daha o zaman. Bir Varmış Bir Yokmuş’un gişesinden memnun musunuz? 160 bin kişiydi biz en son baktığımızda sanırım. Ne diyorsunuz?

Mert Fırat: Biz en fazla 300 yüz bine filan geliriz diye bekliyorduk zaten. Dolayısıyla memnunuz yani. Aşağı yukarı nerelere geleceğini biliyoruz yani bizim filmin. Piyasada çok film var bir de. Hangi birine gidecek seyirci. 300 kişiyle, 400 kişiyle açılan filmler var bugün.

İlksen Başarır: İşte o Çekmeköy Underground’u, 765 kişi izlemiş. Bu inanılmaz!

Mert Fırat: Rezalet abi! Çok da güzel film işte.

İlksen Başarır: Bir de şöyle bir şey var tabi. Biz bu filmle Eskişehir’e, İzmir’e, pek çok yere gittik, üniversitelere. Kimsenin umrunda değil yani. Öğrenciler filan, sinema bölümü, yani film mi geldi, ne oldu, kimin filmi… Hiç kimsenin umurunda değil. Özür dileyerek söylemek zorundayım bunu. Tek konuşulan şey Grinin Elli Tonu, arkasından başka bir şey filan. 4-5 tane öğrenci var gerçekten sinemayla ilgilenen. Dolayısıyla haftada 8 film giriyor tamam da kim izleyecek ki bu filmleri. En çok nerede neyin afişini görürlerse onu izliyorlar işte!

Daha fazla yazı yok
2024-11-01 12:26:07