Francesco Bonami’nin 2006’da Sarah Cosulich Canarutto ile birlikte küratörlüğünü yaptığı "Infinite Painting, Contemporary Painting and Global Realism" sergisi için kaleme aldığı yazısını Hale Eryılmaz’ın çevirisi ile sunuyoruz.
Ressam Francis Bacon diyor ki ressam olabilmek için insanın kendini aptal yerine koymaktan korkmaması gerekirmiş. İkonoklast Marcel Duchamp, kariyerine, 1913’te merdivenden inen çıplak resmiyle New York’u şaşkına çeviren bir ressam olarak başlasa da “ressam gibi aptal” deyimini kullanırdı. Belki de kendi aptallığından usanıp resim yapmayı bıraktı, en azından kendisi böyle açıklıyordu; satranç oynamaya başladı ve ileride sanat tarihini altüst edecek fikirler icat etti. Yine de son çalışması olan ve 1969’da Philadelphia Sanat Müzesi’nde sergilenen “Etant donnés”, resme çok benzeyen bir heykeldi. Kapıda bir yarık, o yarıktan görünen manzara ve çimlere saklanmış çıplak bir kadın. Kendisini durmadan takip eden resim hayaletinden kaçmak için son bir çaba. Dalga geçerek ya da belki de her görüntünün, sonunda hep resme dönüşebileceği gerçeğini kabul ederek resimden kaçış.
Resimden kaçmak mümkün değil. Bu yüzden resim, görüntülerin ve soyutlamaların, boşlukların ve yüzeylerin çakıştığı sonsuz bir süreç. Aslında resim diye bir şey yok; dünyayı temsil etmek için kullanılmış bir fikir, resim; ki bu dünyaya görüntüler, resim biçiminde olduğu gibi fotoğraflar, heykeller, sinema ve video biçiminde de aktarılır. Resim, dünyayı ikiye bölen hayali bir diyafram: orada bir taraftayız ama diğer tarafta kendi temsilimizi görüyoruz. ‘Durumu resmedelim’ ifadesini alalım, bu, geleneksel, kurulu bir çeperde, durumu daha iyi anlayabilmek adına olayları yeniden düzenleme girişiminden başka bir şey ifade etmez. Resim budur, içinde kişinin, bizi çevreleyen gerçekliği daha iyi anlamaya çalıştığı bir çeper. Bu çeperin sınırları yoktur. “The Truman Show” filminde olduğu gibi bu, her şeyin yapay ama aynı zamanda gerçek olduğu koskoca bir şehir, toplum ya da dünya olabilir. Her resim bir dünyadır. Her dünya bir resimdir.
Hem eski hem çağdaş ikonoklastlar, insanın içinde kaybolabileceği bu paralel dünyalardan korktular. Din, kutsal saymıyorsa eğer, görüntülerden korkar ve soyutlamayı daha fazla tercih eder.
Nasyonal-sosyalist ya da sosyalist diktatörlüklerin materyalizmi ise soyutlamadan korkup gerçeğin peşine düştü. Rus ressam Malevich’in 1913 tarihli kara karesi, tarihin maneviyat tarafından yutulabileceği Sovyet devriminin kara deliğine dönüşmüştü. Bugün de Batı toplumu, kökten dinciliğin ürettiği manevi soyutlama çukurundan korkuyor. Batının, dünyanın geri kalanını kontrol etmek için kullandığı görüntüler, günümüz toplumunu kendi devredilemez fizikselliğine bağlı tutan olası bir çok resmin konularıdır. Görüntüler, ruhanilik ve materyalizm, “küresel gerçeklik” diyebileceğimiz bir durumun içinde birbirine karışmış haldedir. Küresel gerçeklik soyutlaması ile sarmallanmış somut gerçeklik.
Resim geleneksel, evrensel ve o yüzden küresel bir dil.
Resim, Starbucks kahve dükkanları gibi: Farklı sosyal ortamlarla çevrili ama yine de resim olarak kalarak her yerde bulunuyor. Resmin başlangıcını bilmediğimiz gibi sonunu da göremiyoruz. Tarzlar uçup gidebilir ama resim asla ölmez. O yüzden resim üstüne bir sergi kendini sadece resim ile sınırlayamaz, dünyanın ve sanatın resimle nasıl bağlantı kurduğunu göstermelidir. Tarih alanında resim, kendini sürekli uzaklaştıran bir noktadır.
İki boyutlu görüntü olarak addedilen her şey otomatikman resim olarak anılıyor.
Resim, temsil edilen gerçeğin engelli yarışı. Soyutlama da dünya kendini resim aracılığıyla unutmaya çalıştığında meydana geliyor.
Resim, pek çok sanatçının inandığı gibi bir kestirme değil, bir labirent.
Resim bir araç ya da aracı değil bir dil, bir kodlama.
Resim çizen biri illa ki Resim üretmiyor. Resim çizmeyenler de resimden kaçınıyor diyemeyiz. Evleri badana edenler bile ressamdır. Resim yaratmak, şimdiki zamanı sonsuzlukla karşılaştıracak bir dünya yaratmak demektir. Küresel gerçeklik şimdiki zaman ile sonsuzluk arasındaki farkı sorguluyor. Sadece tuvallerden oluşan bir sergi şimdiki zamandaki resmi anlatır, resmin sonsuzluğundan bahsetmez. Dünyanın farklılıklarını ve onun farklı temsiliyetlerini korumaya devam eden resim, sonsuz resimdir. Tarih ve toplumdan geçen resim geçici bir çizgi gibidir. Bir resimde mekan olabilir ama Resim Zamanı içerir. Robert Bechle’nin tuvali, belirtmek istediğim bir tek o, sedece bir resim değil, zamanın sonsuz bir bölümünün portresi. Thomas Hirschhorn’un heykeli sadece bir heykel değil, içinden kendi organlarının fışkırdığı patlamış bir görüntüdür.
Resim, geri dönüşü olmayan anlardan ibarettir. Resim, evrenimiz gibi, henüz tükenmemiş ve muhtemelen tükenmeyecek bir patlamadır. Kendilerini birbirlerinden uzaklaştıran parçalar resim olabilir ama fotoğraf, gazete küpurları, duvar parçaları, dünyanın parçaları da olabilir. Belgelenmiş dünyayı paramparça ederek onu temsili evrene yansıtan güçtür resim. Görüntüler korku yaratır, karanlık da öyle. İçinde yaşadığımız küresel gerçeklik stroboskopik lamba gibi; görüntüler, süregiden karanlık anlarla bölünüp bir görünüyor, bir kayboluyor.
Herkes Resme atıfta bulunuyor: teröristler, siyasetçiler, dini fanatikler, sanatçılar, ekonomistler. Herkes kendi tarzında bir resim inşa ederek kendi fikirlerini gösteriyor, kendi kabuslarının üstesinden geliyor, kendi faztazilerini gerçekleştiriyor. Bütün bunları söyledikten sonra resmin gerçekten ne olduğunu tanımlamak imkansız. Resmin gerçek doğası ve anlamı ancak görüntüler tarafından ya da görüntüler alındığında arda kalan boşluk tarafından bilinebilir. İzleyenler olarak biz, resmi ancak biz de Alman sanatçı Thomas Struth’un fotoğraflarındaki gibi görüntüye dönüştüğümüzde anlayabiliriz. Her sergi sonuna varılmış bir evren, olup bitmiş bir patlamadır. Serginin içinde yer alan çalışmalar, patlamanın müdahalesiz, gerçek dışı, küresel karşıtı, sonsuz biçimde sürdüğü uzaydan düşen parçalar gibidir. Sonsuz Resim.