Donna Tartt’ın son kitabı The Goldfinch, Fabritius’un aynı isimli resminin sergilendiği Metropolitan Müzesi’ndeki bir patlamayla başlıyor. 30 yaşında ölen, Rembrandt’ın en başarılı öğrencis Fabritius yaptığı deneysel çalışmalarla, döneminin en yetenekli genç sanatçılarından kabul ediliyordu. Vermeer’in onun tekniğinden etkilendiği düşünülüyordu.
“Bir natürmortta ne zaman sinekler ya da böcekler görürsen – solmuş bir çiçek yaprağı, elmanın üzerinde siyah bir nokta – bil ki ressam sana gizli bir mesaj veriyor. Sana yaşayan şeylerin sürüp gitmediğini söylüyor – her şey geçici. Yaşamda ölüm. O yüzden natürmort diyorlar. Belki bütün bu güzelliğin ve açan çiçeklerin arasında fark etmezsin baştan, ufak küf lekesini. Ama daha yakından bakarsan – işte orda.”
Geçmiş bütün bedenlerde izini bırakıyor. Hepimiz, yok oluşun o “siyah noktasını” içimizde bir yerlerde taşıyoruz. Kendi kırılganlığımızda fark ediyoruz bu rahatsız edici, gözden kaçırılması kolay ayrıntıyı: bir trafik kazasının metalik şiddetinde, haber vermeksizin hiddetlenen doğanın ayrım gözetmeyen yıkıcı kudretinde, doktorun ağzından çıkan anlaşılması güç ama kötü haber olduğu belli Latince kelimelerde. Başkalarının kaybında anlıyoruz ne anlama geldiğini natür mortlardaki bu gölgelerin. Hayatımızı doldurduğumuz eşyaların arasında sırıtan bu kuru kafalar neden aptal bir şakaya gülüyormuş gibi görünüyorlar? Çünkü onlar biliyor. “Ben dediydim” diyorlar “hehe, sen de öleceksin.” Sevdiğiniz, birlikte çalıştığınız, Facebook’ta paylaşımlarını ‘like’ ettiğiniz, yolda karşılaştığınız herkes bir şeyler kaybetti, kaybediyor. Bütün kalpler, iyilikle dolu olanlar, iyi olduğunu düşünenler, nefret ve bencillikle dolu olanlar, hepsi, bir gün taşıyamayacağını düşündüğü kadar büyük bir acı tarafından kırılacak. Nihayet, herkes kendi sonuyla, eninde sonunda yüzleşecek. Memento mori (öleceğini unutma) ya da belki Valar Morghulis (tüm insanlar ölmeli).
Rembrandt’ın en parlak öğrencisi Carel Fabritius, sanatının zirvesinde, 12 Ekim 1654’te birkaç yıldır yaşadığı Delft şehrinde, Oude Kerk’in (Eski Kilise) eski zangoçlarından birinin portresi üzerinde çalışıyordu. Stüdyosunun yakınlarındaki şehrin barut depolarından biri patladığında, saat öğleye yaklaşıyordu. Fabritius, bu yaşlı din adamının suratındaki çizgileri izlerken, kendi yaşlılığını ve ölümünü de düşünmüş müydü acaba? Birçok resminin de altında kalıp yok olduğu stüdyosunun yıkıntısından yedi saat sonra çıkarıldığında hala hayattaydı. Hastaneye götürülürken öldü. Henüz otuz yaşındaydı Fabritius ve yaptığı deneysel çalışmalarla, döneminin en yetenekli genç sanatçılarından kabul ediliyordu. Vermeer’in onun tekniğinden etkilendiği düşünülüyor. Mozart ya da Heath Ledger gibi biraz daha uzun yaşasaydı acaba daha neler yapardı dedirtenlerden. Ne yazık ki Fabritius’un mirası, hayatta kalan birkaç resimden ibaret.
Donna Tartt’ın son kitabı The Goldfinch, Fabritius’un aynı isimli resminin sergilendiği Metropolitan Müzesi’ndeki bir patlamayla başlıyor. Annesiyle okula giderken yağmura yakalanarak girdikleri sergide, Saka resminin sergilendiği salonda, 13 yaşındaki Theo Decker patlamadan sonra yıkıntılar arasında uyanıyor. Ölmekte olan Welty ismindeki bir adam, Theo’ya yüzüğünü emanet ediyor ve bir East End adresine götürmesini istiyor, ardından da, enkazın arasında duran Saka resmini göstererek resmi kurtarmasını. Sarsılmış bir şekilde resmi alıp müzeden çıkmayı başarıyor Theo, fakat o gecenin sabahına karşı annesinin öldüğünü öğreniyor. Böylece resmin ve Theo’nun, East End’deki bir antika tamircisinden, Las Vegas’ın terkedilmiş ucuz evlerle dolu bir mahallesine ve Amsterdam’ın karanlık, dar sokaklarına yolculuğu başlamış oluyor. Babasının yanında yaşamak için gittiği Las Vegas’ta Boris’le tanışıyor. Birlikte, Theo’nun babasının genç sevgilisi Xandra sayesinde evlerinden hiç eksik olmayan uyuşturucuya başlıyorlar. Bali çekerek, her gün sarhoş olarak geçirdikleri günler boyunca hayat dolu, geleceği umursamayan, dürtülerinin peşinden koşan Boris’le arkadaşlıkları, bütün bu kayıplar, alkolik babalar, boş evlerde geçen çocuklukları arasında birbirlerine karşı duydukları (bazen cinselliğe varan) sevgi, kitabın belki de en iyi yazılmış kısımlarından.
The Goldfinch ile, patlamanın ardından oradan oraya savrulan Theo’nun hikayesine 20’li yaşlarına dek eşlik ediyoruz. Bütün bu süre içinde Saka, herkesten gizli de olsa, hayatının en değerli hazinesi. Arada çıkarıp bakıyor bu ışıldayan, minik, paha biçilmez güzelliğe. Çizgilerini, ağırlığını ve ruhunu kalbine kazıyor. Ayağındaki zincirle tüneğine tutsak saka gibi, o da hayatını “önce ve sonra” olarak ikiye ayırarak kaderini değiştiren geçmişte ki o felaketten kaçamıyor. Patlamanın sarsıntısını kemiklerinde taşıyor, yıllar geçse de ne zaman yüksek sesler duysa o güne geri dönüyor. Fabritius’un öldüğü yıl çizdiği bu şahaser, bu uyuşturucu bağımlısı, kırık kalpli, nihilist çocuğun sorumluluğunda, Theo’nun bir parçası haline geliyor. Sanat aşığı annesine, yaşamını ortadan ikiye ayıran o felakete, aynı felakette tanıştığı ve aynı travmayı taşıyan, Welty’nin yanındaki küçük kız Pippa’ya duyduğu aşkla karışık duygudaşlığa, sonradan yanına çalışmak için girdiği Welty’nin kardeşi, antika tamircisi Hobie’nin yıpranmış, tarih dolu nesnelere duyduğu tutkuya dair, büyülü bir nesneye dönüşüyor Fabritius’un Saka’sı.
Peki resmi gerçekten bu kadar önemli kılan ne? Fabritius’un zamanında popüler bir evcil hayvandı saka kuşu. Resmin Flemenkçe ismi Her puttertje küçük su çıkaran gibi bir anlama geliyor. Minik bir kovayla bir kabın içinden su çıkarma numarasını öğrenebilen bu kuşların, resimlerde sık sık görülmelerinin sembolik bir anlamı da vardı elbette. İsa’nın, çocukken arkadaşlarının ona getirdiği oyuncak kuşlarla oynadığı ve mucizevi bir şekilde bu oyuncakları canlandırdığı, gerçek kuşlar haline getirdiği anlatılır. Yine İsa’nın çilesine şahit olan bu kuşun, sendeleyerek Golgotha tepesine çarmıhını taşırken İsa’nın kafasındaki dikenli tacı yemeğe çalıştığı ve bu sırada üzerine İsa’nın kanının sıçramasıyla boynundaki kızıl lekeyi aldığı söylenir. Bir de o zamanlar saka’nın kışın çamurun altında uyuduğu ve baharın gelişini müjdelediği düşünülürdü. Bütün bu hikayelerle birlikte, saka sembolik anlamına kavuştu: yeniden doğuş.
Fakat Fabritius’un Saka’sı, bu sembolik anlamının ötesinde, başka sürprizler de saklıyor. Teknik konuşmak gerekirse Saka, bir trompe l’oeil. Bir illüzyon. Uzaktan bakıldığında gerçekten tutsak bir sakayı görüyormuşsunuz izlenimini veriyor. Ama resmi özel yapan bu değil:
“Farz edin ki, resmin geri kalanına bakarak bir ilüzyona kapıldınız ve daha da kandırılmayı bekleyerek, belki realizmin doruğuna ulaşmayı umarak nihayet kuşa odaklandınız…Tam bu noktada resim gerçek olmayı reddediyor. Aksine, fırça darbelerinden oluşan bir mozaikten başka bir şey olmadığında ısrar ediyor…”
A4 boyutlarındaki bu ufacık sanat işi, sanatın temelindeki çelişkilerden birini, oyuncul bir şekilde gözler önüne seriyor.
Saka, hem resmin yarattığı illüzyonda, hem de Fabritius’un bu küçük yaratıkla karşılaştığı yüzyıllar önceki o günde, iki kere tutsak. Fakat hala direndiğini düşünüyorum. Hollandalı ustaların çizdiği bütün o kurukafaların, ölü hayvanların, solan yaprakların arasında Saka, inatla yaşam dolu. O boncuk gözlerinde ne saklıyor acaba? “Evet, acı çekiyorum, ama boş ver be, hala hayattayım.” diyormuş gibi geliyor bazen. Fakat yine de ağaçları, gökyüzünü özlüyor muydu diye endişeleniyorum. Özgür olma dürtüsünü, bir açlık gibi hissediyor muydu bedeninde? Bir şeylerin yanlış olduğu sinyali, sinir bozucu bir alarm gibi bütün gün kafasında ötüp duruyor muydu? Belki de halinden memnundu. Hayatta kalmak için mücadele etmek zorunda değildi. Bir sakayı mutlu eden nedir kim bilir. Her ne olursa olsun, sakanın varlığında değerli bir şey olduğunu reddedemiyorum. Boktan hayatını yaşamak zorunda. Birisi anlar mı, dinler mi umursamadan, ötüp şakımaktan utanmadan.
Donna Tartt, uzunca bir kitap olan The Goldfinch boyunca birçok temayı ele alıyor. Theo’nun bağımlılıklar, endişeler, hayal kırıklıklarıyla dolu iç dünyasını ve hikayenin geçtiği mekanları, oldukça sade bir dille, aşırı duygusallıktan uzak bir anlatımla hayata geçiriyor. Kitabın sonunda Theo, geçmişine bakıp neler öğrendiğini kendisi şöyle anlatıyor:
“Neyse bize kendimizle konuşmayı öğreten, önemlidir: şarkı söyleyerek kendimizi umutsuzluktan kurtarmayı öğreten her neyse. Ama resim bana aynı zamanda birbirimizle zamanın ötesinden konuşabileceğimizi de öğretmişti. Ve sana, var olmayan okurum, çok ciddi ve acilen söylemem gereken bir şey olduğunu düşünüyorum, ve bunu sana şu anda odada yanı başında duruyormuşçasına acilen söylemem gerekiyor. Yaşamın – başka ne olursa olsun – kısa olduğunu. Kaderin acımasız fakat belki de tesadüfi olmadığını. Doğanın (yani Ölümün) her zaman kazandığını ama bunun ölüme boğun eğmek ve yaltaklanmak zorunda olduğumuz anlamına gelmediğini. Burada olmaktan belki her zaman hoşnut olmasak bile, kendimizi tamamen kaptırmanın yine de görevimiz olduğunu; kalplerimizi ve gözlerimizi açık tutarken, başından sonuna kadar bata çıka bu pislik çukuru boyunca ilerlemenin görevimiz olduğunu. Ve ölümümüzün tam orta yerinde, organikten gelip aşağılayıcı bir şekilde tekrar organiğe gömülürken, Ölümün dokunmadığını sevmenin büyük bir sevinç ve ayrıcalık olduğunu. Çünkü felaket ve unutulma tehlikesi bu resmin peşini tarih boyunca bırakmadıysa – aşk da peşini bırakmadı. Ölümsüz olduğu kadarıyla (ve öyle) benim de o ölümsüzlükte küçük, parlak, değişmez bir parçam var. Var; ve var olmaya devam ediyor. Ve kendi aşkımı güzel şeyleri sevmiş, ve sahip çıkmış, ve ateşten çıkarmış, ve kaybolduklarında peşinden koşmuş, ve kelimenin tam anlamıyla elden ele verirken muhafaza etmeye ve kurtarmaya çalışmış, zamanın enkazından bir sonraki ve bir sonraki nesle ışıl ışıl şarkılar çığıran insanların tarihine katıyorum.”
Belki bir resim, ya da insan, ya da nesne için, her neyse, yaşamak, yalnızca kendin için yaşamaktan daha iyi. En azından bazılarımız için. Hayatın sonunun ne kadar anlamsız, beklenmedik ve yakın olabileceğini bilenlerimiz, gerçekten kalbini açmanın, kırılacağını, ezileceğini bile bile kalbini açmanın değerini (ve hatta bunun ne demek olduğunu) bilenlerimiz için, belki ölümsüz olanı sevmek daha iyidir. Kendimiz yaratmak zorunda kalsak bile bu ölümsüz şeyi, bir başka şeye adamak hayatımızı ve bunu çekinmeden bedenleştirmek, “Ben” diye sızlanmaktan, popüler tabiriyle “içe dönmekten”, hayatın anlamını başarılarımızda, tükettiklerimizde, gelecekteki ardı arkası kesilmeyen hedeflerde aramaktan daha değerli olabilir. Hayatımın çok zor bir döneminde, ayrılıklar ve ölümlerle dolu bir zamanda, Donna Tartt’ın The Goldfinch’i bana, karanlığın ve bataklığın içinden, bunu fısıldadı.
“Bir resim kalbine gerçekten işlerse ve görme, düşünme ve hissetme şeklini değiştirirse, “ha ben bu resmi evrensel olduğu için seviyorum”, “ben bu resmi seviyorum çünkü bütün insanlığa hitap ediyor” diye düşünmezsin. Kimse bir sanat işini bu yüzden sevmez. Bir sokak arasından duyulan gizli bir fısıltıdır. Şşt, sen. Oğlum bak bi. Evet, sen. Bireysel bir kalp sarsıntısı.”
Kaynak:
http://www.independent.co.uk/