14. İstanbul Bienali’nde Ermeniler üzerine iş üreten sanatçıların bulunduğu bazı mekanları ele aldım.
“Ya hep beraber hayatta kalacağız ya da hep beraber yok olacağız. Ben yaşama güdüsünün galip geleceğine inanıyorum.” Etel Adnan
14. İstanbul Bienali açılışında konuşma yapan Carolyn Cristov Bakargiev bir feminist aktivisti olduğunu, insanların dünyada yaşayan en tehlikeli tür olduğunu ve bütün çanlılar için insanlarla mücadele edilmesi gerektiğini dile getirdi. Bakargiev, konuşmasının devamında İstanbul’un geneline yayılan bienalin herkes için farklı bir rotanın beklediğini ve herkese faklı bir okuma hazırladığını dile getirdi.
Bende kendimce bir rota belirleyip bu doğrultuda hareket ettim. 14. İstanbul Bienali “Tuzlu Su” konsepti bana göre iki başlık altında ele alınabilir. İlki, Ermeni katliamının yüzüncü yılı dolayısıyla üretilen işler; “Ermeni Günceleri” olarak isimlendirdiğim bölümü. Diğeri de T.S. Eliot’un “İşte dönüyorum çöplü armudun etrafında” dizesinden yola çıkarak dünyanın insanların bir çöplüğü haline geldiğini gösteren bölümü. Bu yazıda “Ermeni Günceleri” olarak bir başlık altında topladığım ve Ermeniler üzerine iş üreten sanatçıların bulunduğu bazı mekanları ele aldım.
İlk durak olarak bienale Mexico City den katılan Francis Alys’ın Depo’da sergilenen The Silient Of Ani (Ani’nin sessizliği) videosu ile giriş yapmak istiyorum. Video, bir zamanlar Ermenilerin en büyük başkenti olan Ani şehri hakkında bilgi veriyor. Animasyonlarla yeniden yaratılan ve tekrardan yıkılan şehir videoda oldukça sade bir dille şehre olanlar anlatılıyor. Bin bir kilise şehri olarak bilinen Ani şehrinde yüz binlerce insanın yaşadığı fakat zaman içinde istilacıların uğrak merkezi haline gelmesinden dolayı yakılıp yok edildiğinden ve orada yaşayan insanlar ya öldürülmüş ya da yerlerinden edildiğinden bahsediliyor. Ani şehrinden günümüze sadece kalıntıları ulaşabilmiş ama işin kötü yanı bu kalıntılara bugün bile sahip çıkılamaması ve yok olmasına göz yumulmasıdır.
Belki de bu yüzden Ermeniler kendi yaşantılarına dair her şeyi kapalı kapılar arkasında ve aç gözlerden uzakta saklamaya çalışıyor. Sabancı Üniversitesi’nde bulunan Kasa Galeride işi bulunan Beyrut’lu sanatçı Walid Raad “okuyucuya bir diğer mektup” tam da bunu anlatıyor. Galeride, birinin evine onun izni olmadan girmişim gibi tedirgin adımlarla dolaşıyorum ve onun kutsalını kirlettiğimi hissediyorum. Ermeni motiflerinin üzerine işlendiği ahşap nakliye sandıklar karanlıkta üst üste istiflenmiş. Sanatçı gerçek bir hikayeden yola çıkarak şekillendirdiği sandıklar bir zamanlar istilacıların elleri arasında yok olan bir tarihi oldukça kırılgan bir dille anlatıyor.
Geçmişi elinden alınan Ermenilerin geleceği de yok edilmek isteniyor ve hala Türkiye’de yaşayan bazı insanlar bu yönde çaba sarf etmeye devam ediyor. İstanbul’u bir bilmeyen olarak bienal mekanlarını harita ve telefondaki İKSV uygulamasına bakarak bulmaya çalışıyorum. Yoldan çevirdiğim bir taksiciden beni Hrant Dink Vakfına götürmesini istiyorum. Taksici, böyle bir adres karşısında “nasıl davranacağını” daha önceden biliyor olacaktı ki sağa çekip adresi bulamayacağını ve inmem gerektiğini söylüyor. Taksiden iniyorum ve taksicide “vatandaşlık görevini” yapmış gibi gaza basıp uzaklaşıyor. Farklı bir taksici ile nasıl bir şeyle karşılaşacağımı kestiremediğim için yürüyerek Hrant Dink Vakfı ve Agos’a gidiyorum. Agos’tan içeri girdiğimde, zamanın bir an için durduğunu ve tüm yaşananların belgelendiği bir arşiv odasına girdiğimi hissediyorum. Zaten Agos’ta sergilenen Ayreen Anastas ve Rene Gabri’nin işi de adeta insanlardan geriye kalan anılardan tekrardan bir yaşam oluşturma çabası gibi geliyor. Cam bir masa içinde sergilenen fotoğraflar, notlar, kartpostallar, çizimler ve kitaplar bir zamanlar yaşananları tekrardan dile getiriyor. Bienal görevlisi ve aynı zamanda bir Agos çalışanı, bize mekanı tanıtıyor ve Hrant Dink’in çalışma masasının olduğu odaya götürüyor.
Duvarlar boydan boya portrelerle ve çerçevelenmiş evraklarla kaplı ve adeta farklı bir sergi salonuna giriyoruz. Duvardaki resimler o odada yaşananlara tanıklık etmişti ve pek çoğumuz gibi olanlara sessizlik içinde izlemekle kalmış. Her şey yaşanan açıların bir göstergesine dönüşmüş. Agos gazetesinin arşivlediklerine de baktıktan sonra mekandan çıkıyoruz.
Bu yazı için son durağım İstanbul Modern… İstanbul Modern bienal işleri ile doldurulmuş ve tüm o kalabalık içinde bir masada oturan, siyahlar içinde genç bir kadının Bihter Buğer’in kara kaplı bir defterden, Etel Adnan’a ait olan el yazmalarını okumaya çalışırken görüyorum. Bende masadaki defterden birini alıp okuyorum. Defterde, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortadan kalkan Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen parçalanmaları ve sonrasında yaşanan acılar anlatılıyor. Etel Adnan, şu sözlerle yazısını bitiriyor “Ya hep beraber hayatta kalacağız ya da hep beraber yok olacağız. Ben yaşama güdüsünün galip geleceğine inanıyorum.” Ezilen halklar, her zaman umut barındıran bir dile sahip olmuşlardır ve istemlerini oldukça insani bir şekilde dile getirmeye çalışırlar fakat iktidarların kulakları genellikle bu istemlere kapalıdır.
Son olarak yine İstanbul Modern’de sergilenen Aslı Çavuşoğlu’nun Red/Red (Kırmızı/Kırmızı) işi ile yazımı bitirmek istiyorum. Çavuşoğlu, Ararat kırmız böceğinden eski bir teknikle ürettiği mürekkep ile eskitilmiş kağıtlar üzerine desenler çiziyor. Desenler kırmızının farklı tonları ile değişerek kan kırmızısına, Türkiye kırmızısına ve kanayan bir yaraya dönüşüyor.