A password will be e-mailed to you.

30 Kasım’da sıradışı bir konser bizleri bekliyor. Tekfen Filarmoni’nin Yaşar Kemal’i anacağı İdil Biret’in de katılacağı konserin solisti Bülent Bezdüz, konser öncesi sorularımızı yanıtladı.

 

-Siz "Grammy alan ilk Türk"sünüz? Her yerde sizin için böyle yazıyor. Grammy aldığınızı öğrendiğinizde neredeydiniz? Neler hissettirmişti size?

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, Grammy Ödülü, Londra Senfoni Orkestrası ile yaptığımız canlı kayıtların değerlendirilmesi sonucu, eserin başarılı yorumlanması ve de görev alan sanatçıların uyumu gibi birçok sebepten verildiği için, bu Grammy ödülünü tek başına üzerime almam çok doğru olmaz. Diğer yandan da bir solistin bile başarısızlığı böyle bir kaydın kaderini değiştirip, sonucu olumsuz etkilyebileceğini düşünürsek, bu kayda önemli bir katkım olmuştur diyebilirim. Evet ilk Les Troyens Operası kaydı, 2 Grammy ödülü aldığında Hollanda’daydım. Nederlanse Opera ile Turandot provaları yapmaktaydık. İkinci Grammy’i Falstaff Operası’na 2006 yılında verildi. Bu eserde baş tenor rolünde görev aldığım için Colin Davis ve 2 solist arkadaşımla birlikte Los Angeles’a davet edildim. Ancak, o tarihte Fransa’da, Nancy Operası’nda Aşk İksiri operası için prova aldığım için ödül törenine katılamadım. Her iki sefer de ulusal basından ve bazı dergilerden haberi okuyana kadar ,yaptığı işe her zaman aynı özeni gösteren biri olarak durumu farklı algılamadım. Tabii ki LSO ile yaptığımız kayıtlar gerek orkestra gerek solist kalitesi, koro ve yorumlama açısından çok başarılı performanslardı. Daha önce birçok opera temsilinde buna benzer büyülü atmosferlerde aynı duyguları hissetmişimdir. Ama bu sefer doğru, zaman doğru yer ve kayıt edilmiş olması diye ifade edebiliriz. Tabii ki bir Türk sanatçı olarak Grammy listesinde adımın olması, benim mesleğime verdiğim değerin takdiri ve bana emek verenleri mutlu ettiği için memnun olmuştum .

 

-Klasik müzik dünyasından biri olarak bugüne kadar en çok hangi konuda zorluklar çektiniz?

AB ülkelerinde Türklerin konumlandırıldığı çalışma alanları birkaç kuşak öncesine kadar sınırlı statülerle belirlenmişti. Hele ki opera sanat alanında, bir Türk sanatçıdan, Leyla Gencer dışında pek de büyük ve uzun soluklu bir çıkış yaşanmadı. Ben son 20 yılımın yarısını Dünya’nın birçok opera salonunda temsiller vererek geçirdim. Bu yola çıktığım ilk yıllarda, bağlı bulunduğum Devlet Opera Balesi kurumundan izin alırken oldukça zorlandım. Bu nedenle benden sonraki sanatçılara bu yolu benim açtığımı söylesem yanlış olmaz. Ancak daha çok da vize kuyruklarında moral bozan ve insanlık onurunu aşağılayan talihsiz olaylarla uğraştım. Dünyada sanat alanında T.C. pasaportuyla başarıya yürümek için insanın çok cesur olması gerekir. Haksız durumlarda şikayetim oldu ama tabiyetimden asla olmadı. Zaten, sanat sizi kanatları altına aldığında, kazandığınız itibar ve sahneye yansıyan ışığınız tüm zorlukları aşmanızı sağlarken, her alkışa çıktığınızda her şeye rağmen orada olduğunuza değdiğini görüyorsunuz. Keşke devletimiz, futbolculara verdiği desteği sanatçılardan esirgememiş olsaydı ve özel bir pasaportla bu prosedürlerle boğuşmaksızın mesleğimizi icra edebilseydik.

 

-La Traviata’nın sizin için özel bir yeri olmalı. Şimdilerde Ferzan Özpetek de hatta İtalya’da sahneye koyarak yorumladı. La Traviata’yı hiç izlememiş birine nasıl anlatırdınız?

La Traviata, lirik bir tenorun, istese de istemese de en çok söyleyeceği rollerden biridir. Çünkü gerek konusu gerekse Verdi’nin eşsiz müzikleriyle bilindik ve çok sahnelenen bir eserdir. Benim de Alfredo karakteri, 250 temsilden fazla söylediğim bir roldür. Ama bir yıl ara verip yeniden özlemle seslendirdiğimi de eklemek isterim. Esere konu Kamelyalı Kadın’ı ilk okuduğumda çok etkilenmiş, çoğu zaman göz yaşlarıma yenik düşmüştüm. Her ne kadar "Türk filmi mi bu?" dedirtecek yanları da olsa, hayatın gerçeğinde sık yaşanır bir konudur. Alfredo’nun bir partide görüp aşık olduğu bir hayat kadınına olan (Violetta’ya) aşkını ifade edebilmek için bir yıl beklemesindeki naiflik, Violetta’nın çok hasta olmasına rağmen bu aşka olan inancıyla, herkesin başını döndürecek gösterişli hayattan vazgeçmesi, "ne aşklar var" dedirtecek kadar güzel bir başyapıttır.

 

-Bağlama çalan opera sanatçısı aslında bize hiç yabancı değil. Ruhi Su örneğimiz var yakın müzik tarihimizde. Onunla ilgili türkülerle ilgili neler söylemek istersiniz?

Evet Ruhi Su bir fenomendir bu alanda. Çünkü bana göre türküleri ne tam türkü ne de opera şarkıcısı gibi yorumlamıştır. Ancak tanıdığımız, bildiğimiz ezgilere, hem yüreği hem de siyasi duruşuyla farklı bir yorum getirmiştir. Şimdilerde opera sanatçımız bariton Tuncer Tercan, Ufuk Karakoç gibi sanatçılarımız da bu tarzın takipçisidir. Ben türküleri, tenor Ömer Yılmaz gibi tam türkü tadında aslına, gırtlak biçimine uygun icra etmeyi ilke edinmiş bir şarkıcıyım. Belki şive konusunda taviz verebilirim. Ama bu diğerlerine getirdiğim bir eleştiri gibi algılanmasın, çünkü onları da beğenerek dinlerim, aynı üstad Ruhi Su gibi.

 

-Yaşar Kemal üzerine Tekfen orkestrasıyla ilgili yapacağınız çalışma çerçevesinde türkü seven biri olarak Yaşar Kemal romanı, yazınıyla size ne gibi katkılar yaptı?

Yaşar Kemal’in Teneke adlı eserini daha önce tiyatro oyunu olarak beğeniyle izlemiştim. Gerek eser gerekse Fikret Kaymakam karakterinden etkilendiğimi ifade etmeliyim. Konu evrensel bir konudur aslında. Güç ve mevki sahibi insanlar, rant söz konusu olduğunda bütün bir toplumun çıkarlarını kendi çıkarlarının gerisine atabiliyor olması…

 

-En sevdiğiniz Yaşar Kemal romanı hangisidir? Hatta cümlesi?

İnce Memed, ödev olarak okuduğum bir eseridir. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’yı Teneke gibi etkileyici bulmuştum. Özellikle de savaşın toplumsal etkilerine işaret etmesi ya da "Deniz Küstü’" adlı eserinde doğa ve insana dair değerlerin çürüyüşüne yaptığı vurgular, romandaki karakterlerin, yaşadıkları çevre ve birbirinden farklı kişilikler, oldukça güzel anlatılmıştır.

 

-Peki İdil Biret gibi bir piyanistin bu anma gecesinde çalıyor olması…

Bundan 13 yıl önce, İdil Hanım Antverp’te La Traviata temsilime gelmişti. Ne kadar heyecan vericiydi. Sanıyorum yine aynı heyecanla bu sefer aynı sahneyi paylaşıyor olacağım.

 

-Tekfen Filarmoni çok özel bir misyona sahip çıkıyor. Bir sanatçı olarak bu misyonu nasıl aktarmalı?

Dünya ve ülkemiz ekonomik bir krizde. Dünyada ne zaman kriz yaşansa, bundan sanat ilk planda etkilenir. Ülkemizde devlet destekli kurumların yanında dünyada sayısı oldukça fazla ama ülkemizde özel sektörün desteğiyle yol alan birkaç sanat kurumundan biri olan, Tekfen Filarmoni yüklendiği misyonun üstesinden başarıyla gelmekte. Emek ve destek veren herkesi tebrik ediyorum.

 

-Siz bildik bir klişeyi aslında bozuyorsunuz, klasik müziğin kuşaklararası yapıldığını… Yani genetik olarak aileden geçtiğini… Öyle değil mi?

Genetik aktarım hiç şüphesiz bir gerçektir. Ancak klasik sanatlarda, bir kişinin var olabilmesi için genetik aktarımın ötesinde, imkânlar ve sosyal çevrenin etkisi de çok önemli bir faktördür. Bunu, iki sanatçı adayı evlat yetiştiren bir baba olarak da rahatlıkla söyleyebilirim. Ben ekonomik şartları kısıtlı ve farklı bir kültürden geliyorum ancak Annemin sesi eğer eğitilebilmiş olsaydı, çok önemli sopranolarla başa baş giderdi diyebilirim. Ya da sekiz kardeşimin hepsinin müzik kulağının olması, ya da çocuklarımın eşim gibi absolut işitme becerisi şartlar ve zamanlama doğru olmadığında, sanatsal olarak hiçbir anlam ifade etmez. Ben, belki de bunca zorluğa rağmen bir parça başarabilmenin gerçeğiyim. Çok istemek, çok çalışmak ve mesleğine aşık olmanın başarısı. Biraz da şans…

 

-En unutamadığınız konserlerinizden biri olacak şüphesiz Yaşar Kemal’i anma konseri, ama başka hangilerini hatırlıyorsunuz?

Ben her temsil, her konseri samimiyetle belirteyim ki önemserim. Ancak yaşandığı şartlar bakımından bazılarının maneviyatı daha yüksektir. 100. Yıl Üniversitesi Rektörü, Sn. Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın zorlu günler sonrasında aklandığı süreçte verdiğim konser benim için çok anlamlıdır mesela.

 

-Tenor olarak hangi tenorun sesine, disiplinine hayransınızdır?

Benim için Luciano Pavarotti bir semboldür. Bildiğim ve duyduğum en akademik ve net söyleyiş biçimini adeta resimler. Ayrıca mesleğine saygısı ve duruşu da gerçekten de erdemli ve örnek temsil eder.

 

-Sanatatak okurlarına özel olarak ölmeden önce dinlemeleri gereken 5 arya ismi ya da opera söyler misiniz peki?

Beni bu meslekle tanıştıran bir arya değil bir Napoliten şarkıdır. Bunu dinleyip de beğenmeyecek kimse düşünemiyorum. O nedenle onunla başlayım. R. Falvo’nun "Dicitencello vuie" adlı Napolitan şarkısı, G. Bizet’in İnci Avcıları Operası’ndan Nadir’in aryası "Je crois entendre encore" (Alain Vanzoi ya da Alfredo Kraus’dan dinlenebilir.) Donizetti’nin L’Elisir d’Amore Operası’ndan, Nemorino’nun aryası "Una furtiva lagrima", Maria Stuarda’dan Leicester’in duettino öncesi aryası "Era d’Amor L’immagine", Puccini’nin Tosca adlı eserinden Cavaradossi’nin aryası ‘E lucevan le stelle" (Luciano Pavarotti’den dinlenir.) 

 

– Peki opera söylerken, İtalyanca mı Almanca mı?

Kesinlikle İtalyanca ve sonra Rusça diyebilirim.

 

-Popüler müzikler dinler misiniz? Mesela rock, pop? Kimleri?

Ben bir Dire Straits hayranıyım. Ancak, Queen’in ve bazı şarkılarıyla, Scorpions’ın anılarımda yeri vardır.

 

-Türkiye’den hangi vokalin opera söylerse çok başarılı olacağını düşünürsünüz?

Müzik kulağı olan herkes şarkı söyleyebilir. Hele iyi eğitilise. Ancak, bazı sesler vardır ki, onları duyduğunuz anda adları aklınıza gelir. Mesela Franco Corelli, Pavarotti, Domingo gibi. Ama iyi şarkı söyleseler bile, bazı seslerin benzerlerinden ayıramayız. Bir çok konservatuvar eğitimi alanın bile tam başarılı olamadığı bir alanda, “şu ses şu olur” demek o kadar zor ki.

 

-Yakın projelerinizden bahsedebilir misiniz?

Yaklaşık 20 yıllık yoğun ve uzun turnelerden sonra, şimdilerde daha kısa prova gerektiren konserlere yöneldim. Bu sezon Tekfen Filarmoni konseri sonrası, Mersin Operası Orkestrası ve İstanbul Senfoni ile Yılbaşı Konseri, Mersin’de Romeo ve Juliet, Yevgeni Onegin, İsveç’te ise La Traviata temsillerim olacak. 

Daha fazla yazı yok
2024-11-24 10:13:42