Bir ailenin, bir dönemin, bir ülkenin tarihini anlatsa da, Unufak özünde bir erkeğin romanı. Anası babası, kardeşleri, karısı, çocukları hep Kevork’un ekseninde dönüyor, hep onu anlamaya çalışıyorlar hikâye boyunca. Bu ilgi ve anlayış neticesinde de Kevork’u bazen haklı buluyor, bazen mazur görüyor, bazen bağışlıyor, neticede seviyorlar. Öte yandan Kevork roman boyunca kimseyi anlamakla ilgilenmiyor, kimse onun şefkatine mazhar olamıyor. Gözü kendinden başka, kendi kıyametinden başka hiçbir şeyi görmüyor. Halbuki etrafındaki herkes aynı deliliğin, aynı parçalanmışlığın, aynı yoksulluğun, aynı cehennemin içinde. Kevork’un kırılganlığına da, şiddetine de empati duymakta güçlük çekiyor okur. Buna karşılık, romanın kadın karakterleri daha sahici, daha derinlikli ve şüphesiz çok daha fazla anlaşılmayı hak ediyor.
Bu yazı boyunca, romanın merkezinde olan ama Kevork’un gölgesinde kalan dört kadın karaktere daha yakından bakmaya çalışacağım. Her biri, Kevork’un varlığından ve yokluğundan farklı şekillerde etkilenmiş; kimi zaman susarak, kimi zaman haykırarak seslerini bulmuşlar. Yazının dört bölümünde nene/anne Fındık, anne Azad, kardeş Maro ve eş Anna’ya odaklanarak, her birinin kişisel hikâyeleri ve ait oldukların kuşak ve tarihsel dönem bağlamında kurdukları kadınlık hikâyelerini anlamaya çalışacağım.
Takuhi/Fındık: Ölüp de sağ kalanlar
O saniyeye kadar olan her şeyi hatırlıyorum. Her şeyi. Hiçbir anı çıkmadı aklımdan. Ama Ankin Ebe’nin çığlığından, o ilk kurşunlardan sonrası boşluk, zifiri karanlık. Bana ne olduğunu anlamadım oğul. Öldüm. Bildiğim o. Ben öldüm. Ölüm nasıl bir şey dersen, onu bilmiyorum. Öldüğümü biliyorum, ölümün nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Ak mı kara mı, gün mü gece mi, sıcak mı soğuk mu, yaş mı kuru mu? Cennet ne tarafta, cehennem nerede. Belki sen bile bir parmak boyunla benden fazlasını bilirsin ölüm hakkında ama bende hiç iz yok. Sadece yokluk var.
Sonra beni almışlar, benden yeni bir ben yapmışlar. Beni diriltmişler. Ama ben bunların nasıl olduğunu anlamadım. Benim bildiğim, ben öldüm, başka da bir şey bilmiyorum. Komşu Abdal köyünde dediler ki ölüleri gömmek için geldiklerinde beni kadınlardan birinin altından çıkarmışlar akşamın karanlığında. Çok yarası var, yaşamaz ya, ölene kadar ihtimam gösterelim, huzur içinde uğurlayalım, sevaptır demişler. Askerler ölenleri öylece bırakıp kadınları kafile edip yola çıkarmışlar. O garipleri orada bir çukur kazıp gömmüş Abdo’nun erkekleri. Sonradan kadınların ziyaret yerine döndü, yakın uzak köylerden kadınlar gidip mum yakıyor, başlarında dua okuyor dediler. Ben hiç gitmedim, dönemezdim ki geriye. Dönsem bile ne yapacaktım, kendi mezarımda mum yakıp dua mı edecektim. Sonra ben o komşu köyde uyandım, Abdolar’da, orada geçirdim tırnaklarımı yaşamaya. İz yok dedim ya, işte, sen biliyorsun, bende o günden kalan iz, şu kolumdaki ara sıra sızlayan yara, bir de çolaklığım. Durmadan ben buradayım diyen. Durmadan, sen öldün, Senekerim’le Ağacan ağaların öldü, anan baban öldü, yengelerin, yeğenlerin öldü diyen. Sen de öldün, ölmeden öldün, ölenle ölünmez ama sen öldün diyen. (s. 32-33)
Unufak’ın ilk kuşak kadın karakteri Takuhi/Fındık ölüp de sağ kalmıştır. Bildiği öldüğüdür, ama hayattadır da. Yaşamın, ölümün, hayatta kalmanın ötesinde bir yerdedir. Ölenle ölüp toprağın altına girememiş, İsa misali ölümden dirilip göğe yükselememiş, ölü haliyle dirilerin arasında sıkışmıştır. Yine de yaşar, yaşamanın yolunu bulur. Evlenir, değirmen döndürür, anne olur, nene olur… Dahası, “ölmez de sağ kalırsa” (s. 28) yaşadıklarını anlatmaya ahdetmiştir. Köyünün Osmanlı askeri tarafından nasıl basıldığını, erkeklerin nasıl toplanıp götürüldüğünü, kendisinin nasıl kurşuna dizildiğini, bütün ailesinin nasıl öldürüldüğünü anlatmak Fındık’a düşer. Ailesinin, köyünün, Alasor’un soykırım tarihi Fındık’ın anlattığıdır. Yaşarken kendi ölümünü anlatır Fındık. Ağıt yakar gibi bir hayat…
Romanın ilk kuşak kadın karakteri, canına kast edilmiş, ölümden dönmüş olsa da bu anlamda güçlüdür. Söz onundur. Fındık’ın sesi, sadece geçmişin tanıklığı değil, aynı zamanda bugünün vicdanıdır. Onun anlatısı, kişisel bir hatıradan ibaret kalmaz; büyük bir felaketin, toplumsal bir çöküşün ve kolektif bir parçalanmanın belleğine dönüşür. Bu anlamda Fındık, romanın en dirayetli, en güçlü karakterlerinden biridir – çoğu Ermeni ailesinde böyle bir kadın muhakkak vardır. Onu güçlü kılan, yalnızca hayatta kalması değil, yaşadıklarını dile getirebilmesidir. Hatırlayan ve anlatan bir figürdür. Anlatmak, bir tür direniş biçimidir Fındık için—hem kendisi hem de toprağa karışanlar adına.
Roman ilerledikçe, Fındık’ın hayatta kalma ve anlatma gücünün yerini, sonraki kuşak kadın karakterlerde farklı biçimlerde ortaya çıkan sessizlikler, kırılmalar ve masalsı anlatılar alır. Her biri kendi koşulları içinde bir tür var olma biçimi geliştirir. Azad susarak direnir; Maro bedenine sığınır; Anna hayatının çilesini gerçeküstüyle harmanlayarak sürdürür hikâyesini.
Azaduhi/Azad: Sessiz İsyan
Almanya’da Kiel diye bir şehre gitti Azad. Aram çocuklara derslerinde lazım diye yalan söyleyerek Müsü Melkon’dan bir atlas istedi. Adam ertesi gün atlası getirince Aram odasına çıktı, merakla Almanya’yı gösteren sayfayı buldu, parmaklarıyla Kiel’i aradı. Almanya’nın ta tepesinde bir yerdi. Mümkün olan en uzağa gitmişti Azad, ondan kaçmıştı. (s. 95)
Fındık’ın tek oğlu Aram, adı “doğuştan heybetli” Azaduhi Der Hampartzumyan’la evlenir. Lakin hem Soyadı Kanunu hem de nüfusa kayıt sırasında Aram’ın beceriksizliği yüzünden Azaduhi’nin o azametli ismi gider, yerine onu neredeyse görünmez kılan, adeta süklüm püklüm Azad Devran kalır. Sanki bu ilk feragat – ya da belki terk ediş – Azad’ın kaderi olur. Adından sonra oğlundan vazgeçmesi, bunun ağırlığına dayanamadığı noktada yaşadıkları Anadolu şehri T’yi terk etmesi gerekir. Kente göç eden sayısız benzerleri gibi, İstanbul’daki hayatı eğretidir, yoksulluk ve dışlanmışlık üstüne çullanır, hayata tutunmakta zorlanır. Çok geçmeden, zaten bağlanamadığı büyük şehri terk etmeye, Gastarbeiter olarak Almanya’ya gitmeye karar verir. En küçük oğlunu da alıp Sirkeci Garı’ndan trene bindiği gibi Devranların hayatından uzaklaşır.
Adını ve ilk oğlunu savunamayan Aram’a ve ataerkil düzene isyan gibi okunabilir belki bu kaçış. Yine de romandaki diğer birçok karakterin aksine anlatıcı rolü üstlenmeyen, sesini duymadığımız Azad, okur için kısmen bir muamma olarak kalır. Almanya’da biriktirdiği parayla bir ev alıp yeniden İstanbul’a yerleşmesini, kocası Aram’ı sadece Pazar günleri eve kabul etmesini, öte yandan zamanında ahlaksız diye nefes aldırmadığı kızıyla ileri yaşında aynı çatı altında yaşamasını anlamak kolay değil.
Fakat romanın ikinci kuşak kadın karakteri olarak, bir neslin portresinde belirgin olan oradan oraya sürüklenmenin, zorunlu vazgeçişlerin, yerleşememenin, dışarda kalmanın, dayatılmış sessizliğin temsili bağlamında önemli bir yer tutuyor Azad. 1900 civarı doğduğunu tahmin ettiğimiz Fındık’ın direnişi hayatta kalmak ve anlatmak olurken, büyük ihtimalle 1920’lerin ikinci yarısında doğmuş, çocukluğu ve gençliği taşrada ve geleneksel aile baskısı altında geçmiş Azad, şehre adım atar atmaz erkek egemen düzene sessiz de olsa isyan etmenin yolunu buluyor. Hiçbir isyanı mutlak özgürlük sağlamasa da ardı ardına gelen zincirleme itirazlar –köyünden, şehirden, kocasından, çocuklarından, gurbetten kaçış ve hepsini terk ediş ve tekrar terk ediş – Azad’ın kısmi kurtuluşu oluyor.
Maryam/Maro: Tek parça kalanlar
Böyledir, sevildiğini bilirsen tek parça kalırsın, tek parça kalırsan yuva kurmak ne ki, en zor işlerin bile altından kalkarsın. Ben de, abim de, kardeşlerim de bunu bilmedik çocukken, fıttırmamız, deliliğimiz bundan. Ben o deliliği çocuklara geçirmek istemedim, bende olan benle bitsin gitsin, onlara miras kalmasın diye uğraştım. Kendimce bir yol buldum, eğlenceye vurdum işi, abilerim yapamadı. Hadi Harut’un ölümü arpadan oldu, seçtiği hayatın bedeliydi, nice güzel gün görse de su testisi su yolunda kırıldı ama Kevork abim hayattan alacağını da alamadı. Hep o bitmez hıncı, hasedi yüzünden. Yine de affettim ben abimi, yoksa sindiremezdim bana da, etrafımdakilere de yaptıklarını. (s. 133)
Azad’ın oğlu olacağını hayal ederek karnındayken Tavit diye diye sevdiği Maryam/Maro, hayatını sanki o dokuz ay süren saltanatının özgüveni ve dokunulmazlığıyla yaşayan, müsterih, başka türlü bir kadın. Romanın üçüncü kuşak kadın karakteri, 1960’ların İstanbul’unda kendinden öncekilerin ve sonrakilerin çilekeşliğine hiç benzemeyen, şimdi-burada bir hayat yaşıyor. ‘Benim Sinemalarım’ın Nesibe’si gibi yaşı büyük erkeklerle sinemalara, muhallebicilere, gazinolara, kuytulara gitmekten çekinmiyor. Adamların onu güzel bulmasından, peşinden koşmalarından, üzerine titremelerinden hoşlanıyor. ‘İlk aşkı’ olan sinemada görüp vurulduğu bütün rolleri oynamak, bütün aşkları yaşamak, kendi hayatının başrolü olmak istiyor.
Roman, kötü yola düşmese de dile düşmüş bir kadını, başkalarının dilinden kurtarıp başka bir aynada gösteriyor. Çevresi ne derse desin, Maro’nun öznelliğine hiç halel gelmiyor. Yalnızlar’ın Fatma/Gülgün’ü gibi, ayna karşısında hayranı olduğu aktrisleri taklit edip hepsini de kendine yakıştırmasını beceriyor. Babasının, abisinin, kocasının, sevgililerinden birinin elinden – aynı Fatma/Gülgün gibi – bir kadın cinayetine kurban gitmesi an meselesi gibi görünse de biraz şans biraz mücadele, kendince buluyor tek parça kalmanın yolunu. Maro’ya sorarsanız, sevildiğini bildiği için hayatı hafif yaşayabiliyor, o yüzden kardeşleri gibi unufak olmuyor. Lakin Maro sadece sevilmenin peşinde değil, aynı zamanda sevmeyi de biliyor. Mütemadiyen seviyor, sevmek istiyor, sevdikçe yaşıyor, yaşadıkça seviyor.
Neticede, Fındık yarı ölmüş gibi, esas ömrü mazide kalmış gibi, yüzü geçmişe dönük yaşarken; Azad sanki bugünün ona bir vaadi yokmuş gibi durmadan yarına, başka bir ihtimale koşarken; Maro ne düne ne yarına kafa yoruyor, tasasızca tekrarı olmadığını bildiği şimdinin tadını çıkarıyor.
Anna: Beddua Lügatimiz
İkna edemeyince baktı ki tatlı dil işe yaramıyor, ağzını bozdu. Yüzün gözün bir şeye benziyor diye kendini bir halt mı zannediyorsun, daha dün sidikli donunla kapının önünde dolanıyordun, kalır mı, hep böyle pamuk şeker gibi mi olacaksın, ablanın başına geleni unuttun mu, neler çektik bilmiyor musun! Saydırdı da saydırdı, baktı ki sözümden dönmüyorum, ne yapsın, boyu devrilesice, gözü kor olasıca diye beddua ede ede sırtını dönüp gitti. İstedi mi, kafasının tası attı mı ağzını fena bozardı annem. Diliyle, bedduasıyla kalbine mıhı saplar, canını öyle yakardı. Benim de beddua lügatim zengindir, anamdan mirastır (s. 149-50).
Anna’nın Devran ailesinden gelmediği sanki adından bile anlaşılıyor. Diğer üç kadının isimlerini ya kısaltıyor ya değiştiriyor hayat. Takuhi, Fındık oluyor, Azaduhi, Azad oluyor, Maryam, Maro oluyor. Anna ise babası Vartan’ın verdiği isimle yaşıyor roman boyunca. Belki adı tek parça kalıyor Anna’nın ama çektiği çile bir parça azalmıyor. Kevork’un hayatına girmesiyle birlikte bir şiddet sarmalına sıkışıyor; aşağılanıyor; baskıdan, kıskançlıktan, fakirlikten nefes alacak yeri kalmıyor.
Yine de uzun süre sabrediyor Anna, dayanıyor. Bazen kısacık yüzü gülüyor, bir umuda kapılıyor, fakat talih bir verdi mi üç alıyor bu melodramatik hikâyede. Anna romanın baş kadın kahramanı olmasına rağmen Fındık’ın dirayeti, Azad’ın karizması, ya da Maro’nun albenisine kıyasla uzun müddet silik kalıyor. Kevork’un hikâyesini anlatanın esas Anna olduğunu düşünürsek, belki de bunu kasten yapıyor. İyi aile kızı, çıtı pıtı, pamuk tenli, peri kızı Anna’nın masalı, mutlu sonla bitmiyor!
İyi evlat, sadık eş, namuslu kadın olmanın yetmediği; azıcık huzur ve gün yüzü görmek için yalvar yakar ettiği duaların cevapsız kaldığı; artık umudunu kaybettiği noktada Anna da prenseslikten istifa ediyor. Kevork’un “işkenceci polis soğukkanlılığıyla” attığı dayaklardan birinin sabahında, onun da “eşek sudan gelinceye kadar” dayak yemesi için kocasını karakola şikâyet ettiğinde, gözüne karakol kilise, komiser papaz, talebi adak gibi görünüyor. Ve derhal beklenmedik bir süper güç icat ediveriyor kendine: anasından miras, zaten zengin beddua lügati, zayıf prensesin sihirli değneği oluyor. Anna’nın bedduaları tutuyor! Sahip olduğuna inandığı bu büyük güç sayesinde anlatıcılığı destansılaşıyor, rüyaları vahye dönüşüyor, baktığı fallar doğru çıkıyor, sanki hayatının ve hatıralarının üstüne büyülü gerçekçilik serpiliyor.
Neticede romanın en genç kadın karakteri, önceki üç kadından farklı olarak geçmişin, yarının, bugünün ötesine, zamanın ve gerçeğin bükülebildiği bir enleme geçebiliyor. Anna sesini ecinnilik âleminde buluyor. O zaman yaşasın cadılık!
***
Unufak, Kevork’un romanı dedim en başta, ama roman aynı zamanda ters açıdan kadınların varoluşlarını merkeze koyuyor. Takuhi/Fındık’ın bitmeyen ağıdı, Azad’ın sessiz, sebatkâr isyanı, Maro’nun deliliği durdurmak için kurduğu hassas dengeler ve Anna’nın yaralı ama inatçı varlığı. Her biri kendi kuşağının, kendi döneminin, kendi acısının içinden konuşarak, belki Kevork’un hiç görmediği, görmeyi seçmediği başka bir hayat ve hakikat kurgusu örüyorlar. Bu dört kadın da anlatıyı kuran, hafızayı taşıyan, hikâyelerinden güç alan karakterler. Romanın gerçek kalbi onlarda atıyor. Belki bu yüzden, Unufak aynı zamanda bir erkeklik eleştirisi. Peki romanın sonunda, Fındık’ın çolak kolundaki sızının Artun’a sirayet etmesi – yani bir bakıma belleğin ve aktarım mirasının, Takuhi’nin oğlunun oğlunun oğluna geçmesi – reva mı bize?