A password will be e-mailed to you.

Bazı yazarlar bir dönemi anlatır, bazıları ise o dönemi okura yaşatır. Audrey Magee, ikinci grupta yer alıyor. Yüzleşme ve Koloni ile savaşın, kimlik mücadelesinin ve sömürgeciliğin bireysel hikâyelerde nasıl yankılandığını ustalıkla işleyen Magee, İrlanda’nın en güçlü çağdaş yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Dünya Kadınlar Günü öncesinde, Yüzleşme ile Women’s Prize for Fiction, Koloni ile Booker Ödülü’ne aday gösterilen yazarın eserlerini daha yakından inceledik ve Türkçedeki çevirmeni Niran Elçi’yle Magee ve romanları üzerine konuştuk.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşıyor. “Kadınlar vardır, kadınlar her yerde!” diye sesimizi yükseltiyor, üreten, yazan, çeviren tüm kadınları selamlıyoruz.

Kurgu edebiyata yönelmeden önce The Times, The Irish Times ve The Guardian gibi önemli yayınlarda gazeteci olarak çalışan Audrey Magee’nin gazetecilik geçmişinin izlerini romanlarında da görmek mümkün. Tarihi ve siyasi gerçeklikleri yalın ve kesin bir üslupla ele alan Magee, edebiyatında süsten kaçınarak doğrudan anlatımı tercih ediyor. Yazarın gazetecilikten romancılığa geçişi, derin psikolojik ve tarihsel angajman gerektiren temalar üzerine şekilleniyor.

İlk romanı Yüzleşme 2013 yılında yayımlandığında, İkinci Dünya Savaşı sırasında sıradan Almanların yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde ele alışıyla dikkat çekti. Yaklaşık on yıl sonra yayımlanan Koloni ise post-kolonyal temaları samimi bir karakter çalışmasıyla harmanlayarak Magee’nin ününü daha da perçinledi.

Magee’nin edebiyatı; netliği, ölçülülüğü ve tarihsel detaylara gösterdiği titizlikle öne çıkıyor. Gereksiz süslemelerden kaçınırken duygu ve gerilimi alt metinlerle aktarması, eserlerinin etkileyiciliğini artırıyor. Karakterleri siyah-beyaz ahlaki kalıplara oturtmadan, çok boyutlu ve çelişkili halleriyle ele alması, anlatılarının en güçlü yanlarından biri. Yüzleşme‘de Nazizm’in nimetlerinden faydalanan ama ideolojik bağlılığı olmayan bireyleri işlerken Koloni’de iyi niyetli entelektüellerin farkında olmadan kültürel yıkıma ortak olabileceğini sorguluyor.

Yüzleşme: Ahlak ve Hayatta Kalma

Audrey Magee’nin ilk romanı Yüzleşme (Undertaking), İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerini, aşk ve mantık üzerine kurulu bir evlilik aracılığıyla gözler önüne seriyor. Savaşın insani bedelini, bireylerin hayatta kalmak için verdikleri ödünleri ve sıradan insanların dehşet dolu olayların parçası haline gelişini çarpıcı bir dille anlatıyor. Yazar, yalın ama güçlü üslubuyla hem cephede hem de sivil hayatta savaşın etkilerini titizlikle resmediyor.

Romanın merkezinde, Doğu Cephesi’nde savaşan Alman askeri Peter Faber ve Berlin’de yaşayan Katharina Spinell yer alıyor. Birbirlerini hiç tanımadan evlenen bu çift, savaşın sunduğu avantajlardan yararlanmayı hedefliyor. Peter cephede ölümle yüzleşirken, Katharina Berlin’de Nazi rejiminin nimetlerinden faydalanarak daha konforlu bir yaşama adım atıyor. Bu paralel anlatım, savaşın bireyler üzerindeki farklı etkilerini vurgularken, okuru ahlaki ve tarihsel açıdan sorgulamaya teşvik ediyor.

Peter, öğretmen olmayı hayal ederken, savaş onu bambaşka bir yola sürüklüyor. Nazi Partisi’ne yakın isimlerden Dr. Weinart’ın telkinleri, onun bu ideolojiye giderek daha fazla bağlanmasına neden oluyor:

“Güzel bir gelenek ama dilerseniz aile geleneğinden kurtulabilirsiniz.”

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Kendi kararınızı verin. Bu sizin hayatınız, Bay Faber. Babanızın hayatı değil. Büyükbabanızın hayatı da değil.”

Faber bira yudumladı.

“Aklınızda bir şey var mı?”

“Yakında Berlin dünyanın merkezi olacak, Bay Faber.”

“Kesinlikle, Dr. Weinart,” dedi Bay Spinell.

“Yeni imparatorluğumuzu eğitmeniz, yeni vatandaşlarımıza gerçek bir Alman olmanın ne demek olduğunu anlatmanız gerekecek.”

Peter ve Katharina’nın hayatları, savaş ilerledikçe farklı yönlerde gelişiyor. Peter yeniden gittiği cephede giderek acımasızlaşıp insanlığını yitirirken Katharina Berlin’de lüks bir hayat sürmeye başlıyor. İkili arasındaki gerilim ve dönüşüm, romanın temel çatışmasını oluşturuyor. Savaşın ilerlemesiyle seçimlerinin gerçek bedelleri ortaya çıkıyor ve her iki karakter de kendi ahlaki sınırlarıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu bağlamda kitabın Türkçedeki adı olanYüzleşme, romanın ruhunu mükemmel bir şekilde yansıtıyor.

Magee, savaş sırasında bireylerin etik değerlerinin nasıl sınandığını ve hırslarının hayatta kalma güdüsüyle nasıl çatıştığını inceliyor. Peter başlangıçta sıradan bir askerken, zamanla şiddete duyarsızlaşıyor ve korkunç eylemler gerçekleştirdikçe insanlığından uzaklaşıyor. Nazi propagandası ve savaşın yarattığı çaresizlik, askerlerin ideolojik bağlılığını sarsıyor:

“Burada olmamızın bir sebebi var öyle değil mi?”

“Evet. Asker olduğumuz için buradayız.”

“Hayır, Fuchs. Rusya’yı komünistlerden ve Yahudilerden temizlemek için buradayız. Ki karımla çocuğumun daha güzel bir geleceği olsun.”

“Asker olduğumuz için buradayız, Faber. Hepsi bu.”

Peter zamanla ideolojiden uzaklaşıp hayatta kalmanın tek önceliği haline geldiğini fark eder. Donmuş toprakta ölüm kalım mücadelesi verirken artık bir devlet davası için savaşmadığını, sadece yaşamak istediğini anlar. Katharina ise Berlin’deki güvenliğini ve statüsünü korumak için Nazi rejiminin yanında yer alarak farklı bir ahlaki yozlaşmaya doğru yol alır. Magee böylece suç ortaklığının çok yönlü bir tasvirini sunarak çaresizlik ya da hırsla hareket eden sıradan insanların nasıl daha büyük şiddet ve baskı sistemlerinin suç ortağı haline gelebildiğini ustalıkla tasvir eder.

Kötülüğün Sıradanlığı

Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, Magee’nin Nazi Almanyası’ndaki karakterleri üzerinden somutlaşıyor. Fanatik ideolojilere körü körüne bağlı olmayan bu bireyler, sistemin sunduğu fırsatları benimseyerek onun bir parçası haline geliyor. Peter’ın cephedeki bir arkadaşının, “Karını korumak için adam öldürdüğünü, çocuğun evinde kalabilsin diye bir çocuğu evinden attığını söylerken kafan biraz daha az bozuluyor,” sözleri, kötülüğün çoğu zaman radikal inançlardan değil, kişisel çıkar ve rahatlık arayışından kaynaklandığını vurguluyor. Yüzleşme, bireylerin ahlaki değerleriyle çatışan durumlara nasıl uyum sağladığını ve gündelik seçimlerin nasıl daha büyük trajedilere dönüşebileceğini sorguluyor. Magee, karakterlerini kahraman ya da kötü olarak keskin çizgilerle ayırmak yerine, olağanüstü koşullarda yönünü bulmaya çalışan sıradan insanlar olarak işliyor. Kitabı okurken biz de sıradan insanların nasıl büyük bir kötülüğün parçası haline geldiğini ve küçük tercihlerin nasıl büyük sonuçlar doğurduğunu adım adım sorguluyoruz.

Bir Ada Hikayesi: Koloni

Tolstoy’a atfedilen ama doğruluğu kesinleşmemiş bir söz vardır: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Koloni bu tanıma birebir uyuyor; bu romanda adaya bir değil, iki yabancı geliyor ve adanın alışılmış düzeni altüst oluyor. Audrey Magee, İrlanda’nın batısında, yalnızca 92 kişinin yaşadığı izole bir adada geçen ikinci romanında sömürgecilik, kimlik ve aidiyet temalarını işliyor. Okur olarak, hem ada halkı ile adaya gelen yabancıların gerilimlerine hem de arka planda Kuzey İrlanda’daki mezhep çatışmalarına tanıklık ediyoruz.

Adaya motorsuz, geleneksel bir İrlanda teknesiyle gelen ressam Lloyd, adanın uçurumlarını resmederek kariyerine yeni bir soluk getirmeyi amaçlarken; adalıların JP olarak hitap ettiği dilbilimci Jean-Pierre Masson ise ölmekte olan Galceyi belgeleyerek akademik kariyerinde ilerlemek istemektedir. Ancak her iki karakterin de kendi amaçlarını gerçekleştirme çabaları, ada halkının günlük yaşamına müdahale ettikçe gerilim artar. Koloni, bireysel ve toplumsal kimlik çatışmalarını, sömürgecilik ve modernite gibi büyük temalarla harmanlayarak okuru hem duygusal hem de entelektüel düzeyde etkilemeyi başarıyor.

Lloyd ve JP: İki Farklı Misyon, Aynı Sömürgeci Tavır

Bay Lloyd, orta yaş bunalımının ortasında hem sanatsal hem de kişisel bir yeniden doğuş arayışında. Yaptığı manzara resimleri sanat dünyasında ilgi görmezken Gauguin’in Tahiti’yi kendi sanatsal vizyonuna göre şekillendirdiği gibi, Lloyd da bu kayalık Atlantik adasına sanatıyla damga vurmayı hayal ediyor. Ancak, ada halkını ve hatta doğayı kendi vizyonuna göre yeniden şekillendirme çabaları hem ada halkıyla hem de kendi iç dünyasıyla kaçınılmaz bir çatışmaya yol açıyor. Kendisini sanatçı olarak görse de hareketleri tam bir sömürgeci refleksi taşıyor.

Diğer yabancı Fransız dilbilimci JP ise beşinci kez adaya geliyor. Akademik araştırması başlangıçta yalnızca ölmekte olan Galceyi belgelemeye yönelik gibi görünse de kısa sürede bu çabanın yalnızca akademik bir mesele olmadığını, aynı zamanda kendi geçmişiyle hesaplaşmasının bir parçası olduğunu anlıyoruz. Cezayirli bir anne ve Fransız bir babanın oğlu olan JP, annesinin çocukken Arapça öğrenmesi konusundaki ısrarına direnmişken şimdi benzer bir dilin yok oluşuna karşı mücadele ediyor. Bu durum, yalnızca bir dili koruma çabasının ötesinde kişisel bir kimlik arayışına dönüşüyor. Buna babasının Fransız sömürgeciliğini savunan ve JP’nin annesini küçümseyen tavırları da ekleniyor.

Lloyd ve JP’nin çatışması, yalnızca kişisel gerilimlerden ibaret değil. Lloyd, İngiliz olmanın getirdiği sömürgeci refleksle JP’nin Galceyi yaşatma çabalarını küçümsüyor. İkilinin şu diyalogu, bu gerilimi açıkça ortaya koyuyor:

“Ve buraya Gaelceyi kurtarmak için geldiniz, öyle mi?

..

            Yardımcı olma istiyorum, evet.

            Neredeyse ölmüş bir dile nasıl yardımcı olacaksınız?

            Kitap yazıyorum.

….

            Siz ve kitabınız elli sene gecikmişsiniz, Bay Masson.

            Evet, İnglizce konuşanlar buna inanmayı tercih ediyor.

            Peki, Fransızlar ne düşünüyor May Masson.

            İrlandacanın desteğimizi almaya layık kadim ve güzel bir dil olduğunu.”

Lloyd, gençlerin İngilizce konuşmayı tercih ettiğini, çünkü bu dilin onlara daha fazla fırsat sunduğunu savunurken, JP dil kaybının yalnızca bireysel tercihlerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir süreç olduğunu belirtiyor. Bu tartışma, ada halkının modern dünya ve kendi kültürel mirası arasında sıkışmışlığını gözler önüne seriyor.

JP’nin doktora tezinden bölümler aracılığıyla sömürgecilik geçmişi boyunca İngiltere’nin İrlanda üzerindeki etkisini, İrlanda halkının Protestanlar ve Katolikler olarak ikiye bölünmesi ve bu bölünmenin derinleştirilmesindeki rolünü ve İngilizcenin hâkim dil haline gelme sürecini de okuyoruz. JP, genç adalıların zaman zaman İngilizceye kaymalarını eleştirir ve pek çoğunun Dublin, Londra ve Boston’a göç etmiş olmasından üzüntü duyuyor. JP ile Mason arasında daha ilk andan itibaren kendini hissettiren gerilimse aslında iki ülkenin sömürgecilik geçmişiyle de yakından ilişkili. Lloyd’un, kendisinin adadaki varlığını sürekli eleştiren JP’ye Neden Cezayir’e gidip Fransızcanın sebep olduğu hasarı incelemiyorsun? Siz de tıpatıp aynısını yaptığınız halde neden buraya geldin ve İngilizlere ne kadar korkunç olduklarını anlatıyorsun? diye sorması da bu gerilimin bir diğer yansıması.

Kimlik Arayışı ve Kişisel Hesaplaşmalar 

Ve karşınızda iki gözümüzün çiçeği James: İzole bir adada, az sayıdaki gençten biri ve köklerinden kopma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Balıkçı olan babası, dayısı ve dedesinin denizde trajik ölümü ona epey duygusal bagaj yüklemiş. Balıkçılıktan nefret etmesi ve adaya bağlı geleneksel yaşamdan uzaklaşma isteği, yaşadığı bu kayıplardan kaynaklanıyor. JP ona inatla Galce adı “Seamus” diye seslense de James “Bu senin seçimin değil,” diyerek kendi kaderini şekillendirme çabasını sürdürüyor.

balık olmayan bir şey, boya ve yağ kokarsam, buradan ayrılmam gerektiğini, gerçek bir adalı, bir balıkçı olmadığımı herkes anlar, başka yerde olması gereken bir şey olduğumu, anneme, anneanneme, büyükanneanneme bakmak zorunda olmadığım bir yere gitmem gerektiğini ki şimdi bir de göz kulak olmam için anadilimi veriyorlar bana, o anneyi de ben kurtaracakmışım, onu ve diğer tüm anneleri de öyle. Ben o kadar çok anne istemiyorum.

James, Lloyd’un gelişiyle birlikte resme olan yeteneğini keşfediyor. Ressam ona destek sunuyor, hatta Londra’da bir sergi açma teklifinde bulunuyor. James için bu, adadan kaçışın bir yolu gibi görünüyor ancak roman boyunca sanat ve özgürlük arasındaki ince çizgi sürekli sorgulanıyor.

Mairéad, James’in annesi, adada sıkışıp kalmış bir başka karakter. Kocasını, kayınpederini ve kardeşini denizde kaybetmiş genç dul, adanın gelenekleri ve annelik sorumlulukları arasında sıkışmış hissediyor. Lloyd’a çıplak poz vermesi ve JP ile yaşadığı ilişki, onun kendi kimliğini ve özgürlüğünü bulma çabasının bir yansıması. Onun hikâyesi, bireysel arzular ile toplumsal beklentiler arasındaki gerilimleri en iyi şekilde yansıtıyor.

Ve tabii ki Bean Uí Fhloinn, adanın en yaşlı kadını… Fazla diyaloğu olmasa da varlığıyla adanın kültürel hafızasını temsil ediyor. Onun ağzından dökülen şu sözler, dilin yalnızca kelimelerden ibaret olmadığını, bir halkın ruhunu taşıdığını gösteriyor:

“Başka yerlerde, ağaçları olan korunaklı yerlerde, hayatın basitliğini saklamak, gerçekte olduğundan griftmiş gibi göstermek daha kolay…Sahip oldukların için Tanrı’ya şükret ve sürekli olarak bir sonraki parlak şeyi kovalamayı bırak derim ben. Evet, bunu yapanlar saksağanlardan farksız.”

Tarihin Kreşendosu: Kuzey İrlanda Çatışmaları

Romanın arka planında 1979’da Kuzey İrlanda’daki mezhep çatışmalarının sesi yankılanıyor. IRA ve Protestan paramiliter gruplar arasındaki şiddet tırmanırken ada halkı da bu olayları kendi yaşamlarına yansıtıyor. Magee, tarihi olayları soğuk, nesnel bir dille anlatıya ustalıkla yedirerek adayı, İngiltere’nin İrlanda’yı tarih boyunca ve hala devam eden bir şekilde sömürgeleştirmesinin bir mikrokozmosu haline getiriyor.

Haber bültenlerinin kreşendo tarzında bir arka fon müziği gibi yarattığı gerilim, ağustos ayının sonunda, Kraliçe’nin kuzeni Lord Mountbatten’ın, bombalı saldırıda öldürülmesiyle zirveye çıkıyor.  Bu olay, ada halkı arasında bile fikir ayrılıklarına neden oluyor. Kimilerince İngiliz zulmüne bir yanıt olarak görülürken kimileri masum bir insanın ölümünü sorgular.

Audrey Magee, 12 yıllık gazetecilik deneyiminin getirdiği ustalıkla Koloni’yi sade ama etkileyici bir üslupla kaleme alıyor. Doğanın büyüleyici güzellikleri, fırtınaların dehşeti, sıcak çayların huzuru, mavinin sayısız tonu, elmalı turtaların tatlılığı, bisküvilerin çıtırtısı ve hatta bir tavşanın deşilen bağırsakları gibi ince detaylar, hikâyenin atmosferini adeta elle tutulur hale getiriyor. Roman, biz okuyuculara gerçek bir edebi ziyafet sunarak iyi edebiyatın o iştah açıcı kokusunu burunlarımıza taşıyor.

Niran Elçi’yle Audrey Magee Üzerine

Audrey Magee’nin değişik bir tarzı var. Her iki kitap da diyalog ağırlıklı. Özellikle Yüzleşme. Koloni’de de diyaloglar oldukça yoğun, üstelik diyalog tırnakları da yok. Bu son son yıllarda sık karşılaştığımız bir tarz. Siz ne düşünüyorsunuz Magee’nin yazım tarzı hakkında.

Şahsen ben takip etmeyi kolay buldum. Öğrenciliğimizden beri “akışından anlamak” kavramı ile okuyoruz metinleri. Magee’nin tarzında da diyalogları hem metnin “akışından” hem de formatından anlıyoruz. Magee iç ses ile diyaloğu, birincisi için “paragraf başı yapmadan”, ikincisi için paragraf başı yaparak vurguluyor. Bunu fark ettikten sonra, metin akışına da dikkat ederek anlatıcının sesini, karakterin iç sesini ve sesli diyalogları rahatlıkla ayırt edebiliyorsunuz.

Magee’nin gazetecilik geçmişi yazım tarzını etkilemiş mi sizce?

Gazeteciliğin kendine özgü bir üslubu olduğu doğru. Benim fikrime göre Magee’nin, belagat sanatından çok olay akışına ve duygulara odaklanmasını sağlamış olabilir. Kitaplarında da ortamı tasvir eden paragraflar olmakla birlikte, nispeten sadeler ve olay akışına ve karakterlerin deneyimlerine, duygularına fon oluşturacak kadar yer veriliyorlar.

Magee’nin romanları, ahlaki karmaşıklıkları ve incelikli karakterleriyle biliniyor.  Audrey Magee sıklıkla savaş, kimlik ve insan ilişkileri temalarını işliyor. Gazetecilik geçmişinden devam edecek olursak bunun ele aldığı konuları etkilediğini düşünüyor musunuz?

Daha geçen gün sosyal medyada bir yorum okudum ve bana, aslında bilinçli veya bilinçsiz olarak zaten bildiğimiz bir şeyi güzel özetliyormuş gibi geldi. “İnsan doğası mutlak değildir, hayatın şartlarına dayalıdır ve hayatın şartlarına göre değişir” minvalinde bir yorumdu. Keşke kaynağını hatırlayabilsem.

İnsan denen varlık mutlaklar ile tasvir edilemez. Mutlak iyi ve mutlak kötü, mutlak ahlaklı ve mutlak ahlaksız insan yoktur. Hepimiz, bir yandan yaşam mücadelesi verirken, bir yandan da kendimize göre iyi ve ahlaklı olmaya çalışıyoruz.

Magee’nin hikayelerindeki çekişmeli, gerilimli ortamlarda bu tür ayrımları yapmak daha da güçleşiyor. Kendinizi iyi ve ahlaklı bir insan olarak görüyorsunuz, ama bir savaşın ortamında yaşasaydınız değerlerinize ne kadar uyabilirdiniz? Ne kadar “yoldan çıkardınız” ve ne sebeple? Ya da bir adada küçücük bir toplumun ortasında, dünyanın umursamadığı bir bireysiniz. Bu, seçimlerinizi nasıl etkilerdi?

Bunlar hepimizin her gün yaptığı seçimler ve bence, kendi doğrularımızdan daha fazla sapmamıza yol açmayacak ortamlarda yaşamadığımız için kendimizi şanslı saymalı, o tür ortamların hiç yaşanmamasını ummalıyız.

Koloni’deki dil özellikle kültürel kimlik ve sömürge tarihiyle ilgili gerilimleri vurguluyor. Bu temaların etkisini korumak için bu unsurları Türkçeye nasıl aktardınız?

Ben Koloni’deki gerilimlerin daha çok hikaye ve üslup ile ifade edildiğini düşünüyorum. Yazarın kullandığı üslupları yansıtma çabası yeterli oldu. Bir karakterin romantik düşünceleri, bir başkasının yaşam tarzını yansıtan kısa, dolaysız ve sert sözleri, gazete haberlerinin sade ve haşin dili… Çoğu yerde olduğu gibi, yazarın önderliğine güvenip, onun aktarmak istediklerini aktarmaya çalıştım.

Bu temaların Türk okurlar arasında nasıl yankı bulduğunu düşünüyorsunuz?

Türkiye bir açıdan net, diğer açıdan karmaşık bir ülke. Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra ülkemiz de sömürgeleştirilmeye çalışıldı ve Kurtuluş Savaşı vererek sömürgecileri yurttan attık. Bu kısmı net. Bu ve benzer kitaplarda, o çaba başarılı olsa ne halde olacağımızı görüyorsunuz. Diğer yandan ülkemiz bir kültürler potası ve o kültürler sürekli etkileşiyor. Hayat ve siyaset basit değildir ve o etkileşimler de, dış etkilerden arı saf etkileşimler değildir. Bu kısmı da karmaşık. Türk okurlar, hayata ve siyasete hangi taraftan bakarlarsa baksınlar, kendi görüşlerini destekleyen bir şeyler buluyorlardır bu kitaplarda.

Audrey Magee’nin romanları uluslararası alanda oldukça beğeniliyor ve övülüyor. Sizce Türk okurlar onun eserleriyle nasıl bir bağ kurdu ve bu eserlerden ne gibi çıkarımlar yaptı?

Romanlar esasında hikayeler anlatıyor ve kimi okur hikayelerin kendisinden, kimi okur hikayelerin geçtiği ortamların tasvirinden, kimisi yansıtılan iç çatışmaların, duyguların anlatımından hoşlanıyor. Sonuçta hepimizin istediği, içinde bulunduğumuz yer ve andan kopmak, bir başka dünyaya yolculuk etmek ve duygularımız ve düşüncelerimizle, bir süre o diğer dünyada yaşamak. Magee bizi o dünyalara göndermeyi başarıyor.

Umarım kendi varsayımlarımızı sorgulamamızı, karşı tarafın fikirlerini merak etmemizi sağlıyordur. Samimi diyalog her türlü barışın temeli.

Julie Otsuka ve eserleri hakkındaki yazımız ve çevirmeni Duygu Akın’la yaptığımız söyleşi için tıklayın.

Daha fazla yazı yok
2025-03-06 09:14:01