A password will be e-mailed to you.

Hollywood, Holokost temalı filmler çekmeyi seviyor malum ve çekmeye de devam edecek. Bu yılın bu temadaki filmi de Brady Corbet’nin yönettiği ve senaryosunu Mona Fastvold ile birlikte yazdığı “The Brutalist” oldu.

“The Brutalist”, Holokost’tan kurtulup, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Amerikan Rüyasını” yaşamak için ABD’ye göç eden Macaristan doğumlu, Bauhaus eğitimli mimar László Tóth (Adrien Brody)’un yolculuğunu ve hayat hikâyesini anlatıyor. Başlangıçta yoksulluk içinde çalışan László, kısa süre sonra hayatının seyrini 30 yıl boyunca değiştirecek bir kontrata imza atar.

Geçen yıl bu zamanlar Jonathan Glazer’in Martin Amis‘nin aynı adlı romanından uyarladığı “The Zone of Interest” (İlgi Alanı) filmini konuşuyorduk. Bu filme yazdığım kritiğimde de değindiğim gibi Holokost’u, defalarca bu temayı konu edinmiş olan filmlerden daha farklı ele alarak, katledileni değil katliamın sorumlusu olan ve buna kayıtsız kalan kitlenin bir prototipi olarak bir ailenin günlük yaşamını röntgenlemeye davet ettiği bir anlatıda sunuyordu. Şiddeti göstermeyen Glazer, tek bir yakın plan kullanmadan genel resimlerde kalarak seyirciyi, herhangi bir  karakterle özdeşlik kurmasına müsaade etmeden tam mânâsıyla ‘seyirci’ konumunda bırakıyordu.

Bir Mimarın Kendini İnşası

Brady Corbet de Glazer gibi şiddeti ve soykırımda yaşananları göstermiyor ama onun gibi bizi seyirci konumunda bırakmıyor. Aksine yakın planlarla, mimikler ve uzun uzun sarılmalar gibi bedensel actinge dayalı mizansenlerle László’nun duygusuna olabildiğince katıyor. Amerika’ya gelip yeni bir hayat kurmaya çalışan mimar karakterinin hikâyesini, eserini yaratma mücadelesiyle paralel giden bir “kendini inşa etme” anlatısıyla harmanlıyor.

Hollywood’un Holokost temalı yapımlarında SS subaylarına, toplama kamplarına, işkenceye maruz kalan Yahudiler’e, gaz odalarında ya da mahkumlara açtırdıkları çukurlarda istiflenmiş ceset yığınlarına şahit olduk yıllarca. Yahudiler’i finalde Nazi soykırımından kurtaran hep Amerikan askerleri oldu (Sovyet askeri ikinci plana atıldı) ya da üst düzey SS subaylarıyla işbirliği yaparak kurduğu fabrikası “sayesinde” Yahudiler’i kurtardığı için “kahraman” olarak lanse edilen Oscar Schindler’leri izledik. “Bu sayede” -László’nun karakter arkı da dahil- gösterilmeyene ve anlatılmayana bugüne kadarki film deneyimleriyle kafi derecede vakıf olan seyirciler olarak muhtemel bir Amerikan Rüyası hikâyesine doğru yol aldığımızı düşünebiliriz; bilhassa ilk sahneyi baz alırsak. Film bittiğinde ilk sahneyi başa sararsak Amerikan Rüyasının bir kabusa dönüşme anlatısının özeti olarak bile yorumlayabiliriz.

Ama O Ne Muhteşem Sahnedir!

Öyle iyi tasarlanmış bir açılış sahnesi ki filmi değil sadece onu bile konuşabiliriz. Bambaşka temalı filmlerde sıkışmışlığın, klostrofobinin, bilinçaltının, deliliğin, buhranın, dibe vurup çıkmanın ve nice kaotik duygunun referans sahnesi olabilecek düzeyde enfes ve etkili.

“The Brutalist”, “Uvertür – iki ana bölüm – Son Söz”den oluşan dört bölüme sahip.

László, Philadelphia’ya kuzeni Attila (Alessandro Nivola)’nın yanına gelir, onun mobilya mağazasının deposunda kalmaya başlar. Attila, Hristiyan bir kadınla evlenmiş, dinini ve soy adını değiştirmiştir; yaşadığı ayrımcılığa aslını ve kimliğini yok sayarak çare bulmuş, hayatını yeniden kurmuştur. Bir gün mağazaya Harry Lee (Joe Alwyn) isminde zengin, genç bir adam gelir ve babasına sürpriz olarak kütüphane yaptırtmak istediğini söyler. Attila, yanına László’yu da alarak bu işe koyulur.

László bir yandan çalışırken bir yandan da Avrupa’da kalan eşi Erzsébet (Felicity Jones) ile yeğeni Zsófia’yı (Raffey Cassidy) yanına getirmeye çalışır.

Adrien Brody – Felicity Jones

Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce) kendisine yapılan sürprizden hoşlanmaz, kütüphanesini beğenmez; Attila, László ve diğer çalışanları evden gönderir, paralarını da ödemez.

Protestan Van Buren’in evinden kovulan László, kuzeninin Katolik karısının iftirası sonucunda Attila’nın evinden de kovulur.

László ile kötü bir başlangıç yapan Van Buren, onun Avrupa’da saygı duyulan bir mimar olduğunu ve eserlerini öğrendiğinde ayağına kadar giderek bir iş teklifinde bulunur; diğer bir yandan da eşini ve yeğenini getirebilmesi için László’ya yardımcı olur. Bu teklif, Van Buren’in annesinin adını taşıyan ve halkın kullanacağı büyük bir binanın yapılmasıdır ve projenin başına László getirilir.

Guy Pearce – Adrien Brody – Isaach De Bankolé

Bundan sonrasında László’nun sanatçı ruhuyla eserini inşa etmeye girişini, tutkusunu, önüne çıkan engelleri, Erzsébet’in gelişini, aralarındaki cinsel soğukluğu, ölümden kurtulup geldikleri özgürlük ülkesinde hissettikleri aidiyetsizliği, travmalarını törpülemek isterlerken yaşadıkları baskı ve ayrımcılığı izlemeye başlarız.

Bu ayrımcılıktan payını Yahudiler kadar siyahiler de alır. László’nun kütüphane inşasında birlikte çalıştığı -evsizlerle birlikte kaldığı sırada tanıştığı- Gordon (Isaach De Bankolé) da Van Buren’in ırkçı söylemlerine maruz kalır.

Amerikan Rüyası Bitti, Kurtuluş İsrail’de!

Brady Corbet, “The Brutalist” ile “Amerikan Rüya”sının alt üst oluşunu, Protestan ve Katolik Hristiyanların sergilediği Yahudi düşmanlığı ile ayrımcılığı Uvertür’den sonra gelen ve birbirinden net olarak ayrılan iki temel bölümle, katmanlarını aça aça veriyor.

Senaryo da her bölüm için farklılıklar gösteriyor. İki saat otuz beş dakikalık süresine rağmen temposunda, ritminde herhangi bir sorunu yok filmin ancak ikinci bölümü, ilk bölüm kadar güçlü bulamadım. İlk yalpalamanın -her ne kadar büyüleyici karelere ve atmosfere sahip olsa da- İtalya bölümü ile başladığı kanısındayım.

Burjuvanın entelektüel ve sanatçı “düşkünlüğü”ne, sömürebildiği ve kendisine itaat ettirebildiği oranda kabul edebildiği şerhi düşerken, ona tecavüzcü demekten de geri durmuyor “The Brutalist”, ancak buradaki sorun metaforik olarak anlattığı şeyi bir de göstermesi; fiili anlamda da bir tecavüz sahnesine maruz kalıyoruz.

Venedik’te gondolla açılan “Son Söz” bölümü olmalı mıydı hâlâ çok emin değilim ama 1950’lerin atmosferinde mücadeleyle, umutla, hayal kırıklıklarıyla hayatını inşa etmeye çabalayan idealist bir sanatçının tutkusuna kapılmış giderken, bir anda kendimizi 1980 yılında, 1. Mimarlık Bienali’nde bulmamız ve bu hissiyatımızın bıçak gibi bir anda kesilivermesi filmden de karakterden de hızlıca uzaklaşmamıza sebep oldu. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. Sanki bir belgesel izlemişiz de geldiğimiz noktada karakterin geçmişine dair gerçek varsayılan arşiv görüntülerini de o gerçekliğin deliliymiş gibi kabul etmemizi bekleyen senaryo matematiğini biraz garipsedim doğrusu. Bu şekilde bir son sözün filme kattığı bir değer de yok kanaatimce.

Bunun dışında Harrison Lee Van Buren ile László arasındaki kör göze parmak, çiğ diyaloglu (“Size tahammül ediyoruz”!) ve zoraki performanslı (belli ki oyuncular da ikna olmamış) sahne de olumsuz mânâda aklımda kalanlardan biri oldu.

Adrien Brody – Guy Pearce

Kapitalizm, antisemitizm, aidiyet, yabancı nefreti temalarını Holokost mağduru  yetenekli bir mimar ve zengin bir iş adamının ilişkisi üzerinden veren ve bu yıl Oscar’da En İyi Film ödülünün en güçlü favorilerinden biri olarak gösterilen “The Brutalist”in aslında en arızalı kısmı, “Amerikan Rüya”sının hüsrana uğrattığı karakterlerinin eşliğinde, kurtuluş istikâmetini İsrail olarak göstermesi. Çok sık tekrarlanan “Bizi burada istemiyorlar.” repliği gibi Yahudi vurgusunu öne çıkarmak için altını kalın kalın çizme gayreti kör göze parmak bir anlatı ama aynı zamanda filme dair önemli tartışma alanı açan kısımlar. Aslında ben filmi bu yönüyle de önemsiyorum.

Yahudiğin/Yahudiler’in uğradığı zulme yıllardır fokuslanan kameraların, bir gün odağına Hristiyan Bat’nın ve Amerika’nın desteği ile bu kez zulmeden tarafta olan İsrail’in katliamlarını da almasını temenni ediyorum pek çoğunuz gibi.

VistaVision ve Dönemin Ruhu

Corbet şahane bir reji koyuyor ortaya ama temelde proje tasarımı zaten çok iyi kotarılmış.

“The Childhood of a Leader” ve “Vox Lux”ta da birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Lol Crawley ile yeniden işbirliği yapan Corbet, 70’lerin epik filmlerinin tadını veren güçlü bir sinematografiye imza atmış. Film, Alexa ve Betacam’la çekilen bazı sahneleri dışında büyük oranda VistaVision formatta çekilmiş. 1954’te üretilen bu formatı yine aynı dönemi anlatan bu filmde kullanmak ruhuna da uymuş. VistaVision’un görüş alanı çok geniş ve çok yüksek çözünürlüğe sahip. Mimari bir film için de isabetli bir tercih olmuş.

Filme adını da veren Brütalist mimari akımı, 2. Dünya Savaşı sonrasında halkın konut yetersizliğinden kaynaklı ihtiyaçlarının karşılanmaması ve ekonomik sıkıntılar sebebiyle ortaya çıkmış. Betonun yoğun ve saf olarak kullanıldığı büyük binalar yapılmış; beton, kalıbından çıkartıldığı gibi yani bölünmeden, bütün olarak, büyük ebatlarda (boyasız ve sıvasız ham haliyle) kullanılmış. Lol Crawley’in kadrajları da bu stille paralel gösteriyor baktığımızda; olabildiğince mekânı gösteren geniş resimler ve uzun uzun çekilmiş fix ve estetik planlar… Misal Erzsébet’in, kocasının başına gelenlerden sonra Van Buren’e hesap sormak için evine gittiği yemek yedikleri sahnenin rejisi de konuşulmaya değer. Aslında genel işlevi aksiyon ağırlıklı sahneyi ya da sahneleri (mekânlar arası bağlantı kurarak planlara bölmemek ve dolayısıyla aksiyonu da bölmemek adına) tek planda çekmek için kullanılan steadicam kamera bile en geniş açıda bir süre sabit kaldıktan sonra harekete geçip, açılıyor.

Sinema büyüleyici bir sanatsa “The Brutalist”, “Bir tuğla da ben koyayım” diyen filmlerden kuşkusuz. Her yönetmenin zanaatı ayrı ama Brady Corbet burada epey ihtişamlı bir örneği sunuyor. Süresi de hiçbir şekilde handikap değil; kaldı ki filmlerin süreleri, onların başarılı olup olmadığına dair bir kıstas da değil.

Görsel tekniği, kostümleri, oyunculukları, gerilim ve coşkuyu hissettiren Daniel Blumberg imzalı müzikleri (Van Buren’in akşam yemeğine katılan Laszlo’nun, konuklar tarafından sorgulandığı sahnenin fonunda Wagner çaldığını (!) da es geçmeden) ile 2024 sineması adına epey kalburüstü bir yapım olarak anılacak.

 

Daha fazla yazı yok
2025-02-07 11:44:42