İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Tasarım Bienali’nin üçüncüsü 22 Ekim- 4 Aralık 2016 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. 3. İstanbul Tasarım Bienali’nin başlığı ve teması, küratörler Beatriz Colomina ve Mark Wigley tarafından 1 Aralık 2015 tarihinde İstanbul Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi’nde yapılan medya toplantısıyla açıklandı. Beton ve Doğa yazarımız Özlem Yalın sanatatak adına basın toplantısını izledi ve yazdı.
Tasarım insan için olduğuna göre ve herşey tasarım olduğuna göre gelecek tasarım bienalinde “her şey” bizi bekliyor olacak anlaşılan. Aralığın ilk günü ile birlikte nihayet sonbahardan kışa dönüşmüş, ısıran bir soğuk işliğinde giriyorum Arkeoloji Müzeleri’nin bahçesine. Neden buraya daha sık gelmiyor insan?
Sanayi-i Nefise Mektebi’nin mimarlık bölümünün kurucusu ve ilk mimarlık hocası olan Fransız asıllı mimar, İstanbullu levanten Alexandre Vallaury’nin elinden çıkma binaya doğru yöneliyorum. Kendisi Osmanlı döneminin en önde gelen entelektüellerinden biriydi ve İstiklal caddesindeki Emek Sineması dahil pek çok dönem binasına da imza atmıştı. Güzel Sanatlar Akademisi daha sonda Cağaloğlu’nda başka bir binaya taşınınca, bu bina da Arkeloji müzesi olarak kullanılmaya başlandı. Şimdilerde ana bina cephesi tümü ile kapatılmış; yenileniyor.
İlk fikrinin aklıma 2009 yılında düştüğü ve 2012’de büyük patırtı ile hayata geçirdiğimiz İstanbul Tasarım Bienali’nin 3.sü için düzenlenecek basın toplantısı dolayısıyla buradayım. Bu kez organizasyondan hiç bilgi almadım meraklı ve heyecanlı bir biçimde tırmanıyorum binanın rampasını…
İskender’inki başta olmak üzere tarihin çeşitli dönemlerine ve şahıslarına ait mezartaşları ve lahitlerle dolu serin mekandan merdivenlere ulaşıyorum. Basın toplantısı için küratörlerin özellikle seçtiği mekan Arkeoloji Müzesi’nin kütüphanesi. Bu küçük ama duvarlarında kavradığı kitaplarla kocaman olan oda, müzenin 29 yıl boyunca müdürlüğünü üstlenen Osman Hamdi Bey’in müzecilik adına kazandırdığı yaklaşımın bir somut atmosferi gibi. Osman Hamdi bey, bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ni oluşturan Müze-i Hümayun’un müdürü Alman Dr.Philip Anton Dethiér’ in ölümünden sonra, 4 Eylül 1881 yılında II. Abdülhamid tarafından müzeye müdür olarak atanmasıyla birlikte Türk müzeciliğinde yeni bir dönem başlatmış. O’nun zamanında müze, dünyanın sayılı müzeleri arasında girerek arkeoloji bilimi için pek çok önemli keşfe imza atmış. Binaların kapasitesi yetmediğinde Levanten mimar Vallaury’e doğrudan bir müze olarak kullanılmak üzere yeni bir bina yaptırması da Osman Hamdi’nin yaklaşımının somut bir göstergesi değli mi zaten?
22 Ekim 2016 tarihinde kapılarını açacak olan ve 6 hafta süreceği belirtilen 3. İstanbul Tasarım Bienali eş küratörlerinden Mark Wigley de daha sözlerinin başında duyduğu saygıyı ve minneti dile getiriyor Osman Hamdi ‘ye. Tarihi kitaplardan oluşan arka fonun ön tarafına yerleştirilmiş olan geometrik ekranlarda, toplantı başlamadan karşılamıştı bizi yepyeni bienal teması: İnsan mıyız? / Are we human? diye soruyordu.
Daha ilk bakışta güncel sanatın öncü etkinliklerinden olan İstanbul Bienali’nin 2013’teki teması “Anne ben barbar mıyım? “ sorusunun üstümde yarattığı etkiyi yarattı bu tema bende. Ve günümüzde yaşananları düşününce “Hayır ! değiliz tabii ki“ diye cevap veriverdim içimden.
Zaman zaman sunumlarda izleyicilerime “ tasarım” konusunda bir şeylerden bahsetmem gerektiğinde sıkça başvurduğum bir durumdur “insanın da tasarlanmış bir makine“ olduğu. İnsan gibi evren de doğada eşsiz bir tasarımın küçük birer parçasıdır bana göre.
İstanbul Tasarım Bienali, 3. edisyonunda bu konuyu esaslı bir biçimde irdeleyecek gibi görünüyor. Mimarlık tarihçisi, teorisyeni ve akademisyeni olan ikili Mark Wigley ve Beatriz Colomina tarafından sunulan bu tema kapsamında tasarımın hayatın her yerinde olduğuna önemli bir vurgu yapılıyor. Oldukça detaylı ve somut örnekler eşliğinde sundukları tema metni, insanda bir heyecanı ve büyük bir kaygıyı da beraberinde getiriyor; öyle geniş bir oyun alanı ki, buradan nasıl bir mesaj çıkacak diye endişe duyulabilir en başta. Küratörlerin alt metinlerini dinledikçe, bir yandan gözlerimin takılı kaldığı harika kitaplardan örülü duvarlarda geziniyor bir yandan da biraz daha farklı düşünmeye başlıyorum.
Wigley ve Colomina somut örnekleri arasında mimarlıktan, kentten olabildiğince az bahsediyorlar, verdikleri örnekler daha çok ürünler ve eşyalar üzerine yoğunlaşıyor. Diğer bir uçta da tasarımın hayatla, insanlarla olan ilişkilerine o kadar çok vurgu yapıyorlar ki, biraz daha seviniyorum. Karşımda, tasarımın yöneticilik mertebesinde önemsenen bir alan olruğunu, sadece Apple in değil; örneğin 3M in bile "CDO Chief Design Officer“ı olduğundan bahseden küratörler duruyor.
Bundan daha umut vaat eden bir tasarım etkinliği olabilir mi?
Yaşasın yine tasarım konuşmaya başladık diyorum kendi kendime. Birbiri ardına kurgulanmış görsellere baktığımda, engellerini teknoloji ile aşan insan portreleri görebiliyorum. Vitrivius’tan günümüze kadar çeşitli beden görselleri, sinir sistemleri, damarlar ve iskeletli olan görüntüler… Robotlar..el figürleri.. Haritalar…Animasyonlar… El tarayıcılar.. Teknoloji ile harmanlanmış “teknik” insan algısı içindeyim.
Merakla dinlemeye koyuluyorum.
Küratörler anlatımlarını 8 ana cümle etrafında gerçekleştiriyorlar:
– Tasarım daima insanın tasarımıdır.. Wigley, söyle açıklıyor bu cümlesin : ” tasarlanan herşey insan içindi veya insanın ta kendisiydi bir bakıma.. tasarım insana hizmet eder gibi göründüyse de , iddiası hep insanı yeniden tasarlamak oldu.
– İnsan tasarlayan varlıktır. Biz bu cümleyi ”İnsan düşünen varlıktır” olarak biliyoruz. Düşünen varlık insan, her zaman kendisi için araçlar üretti; hatta her zaman yeni araçlar üretmek için araçlar üretti.
– Türümüz sonsuz tasarım katmanları arasında durmaktadır. Bu mesajın açılımında uzayın derinliklerinden günümüzde bizi donatan sosyal medya ve teknolojinin diğer arayüzlerine kadar çok katmanlı bir yapıdan bahsediliyor çokça ama bir yandan da her sabah uyandığımızda üstümüze giydiklerimizden, yüzümüze sürdüğümüz makyaj boyalarına kadar her şey tasarlanmış durumda..
– Tasarım insanın kabiliyet alanını kökten genişletir. Tasarımdan bahsederken islında insan trünün de gelişiminden bahsediyoruz. Insanlık geliştikçe tasarlanan nesneler ve gereçler de gelişiyor; değişiyor.
– Tasarım sürekli köklü eşitsizlikler yaratır. Bugün sadece giysilerimiz veya telefonlarımız tasarlanmıyor. Davranış biçimlerimiz yönlediriliyor. Genetik kodlarımız değiştiriliyor. Yiyeceklerimiz yeniden tasarlanarak, tohumlar bile elden geçiriliyor.
Sunumun bu kısmını dinlerken bizi yöneten politikacıların “siyaseti dizayn etme” cümleleri geliyor aklıma.
Bir sonraki cümle ile ister istemez bugün içinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal çıkmazların tam ortasında buluyor insan kendisini:
– Görmezden gelmenin tasarımı bile tasarımdır… Bir yandan tasarımla donatılmış, en iyi biçimlendirme çabası ile sürdürdüğümüz yaşamlarımızı yaşarken, diğer yandan savaşlar, göçler, kanunsuzluklar ve insallık dramları ile donatılmış durumda yaşamlarımız ama hiçbirimizin gündelik yaşantısını etkilemiyor olup bitenler. Fiziksel çevrenin ötesinde her alandaki politikanın, iklimin veya tohumun yeniden tasarlanabildiği böylesi bir dönemde “tasarımın da baştan tasarlanması gerekiyor” diyor bu iki mimarlık profesörü.
Sunumlarındaki son iki madde ise eleştirel yaklaşımlarını ortaya koyuyor:
– “ İyi tasarım” anesteziktir. Gerek bizlerin gerekse, ülkelerinden savaş nedeni ile göç eden insanların, su ve ekmekten sonraki en önemli gereksinimleri cep telefonları. Botlarla denizleri aşan insanların naylona sarılmış cep telefonu görselini izliyoruz bir yandan… Sabah uyanır uyanmaz telefonumuzu kontrol ediyor olmamıza dikkat çekiliyor. “İyi tasarım” bizi etkisi altına alıyor ve kavrıyor. Eğer bu anestezik etkiden kurtulmak istersek köklerimize dönmemiz gerekir..
ve son madde ile bitiriyorlar:
– Anestezisiz tasarım, insanlığa dair yeni sorular sorar. Evet tasarımcı olmak soru sormaktır zaten.. Kafamda hemen “nasıl?” sorusu canlandı. Biliyorum ki sonuca ulaşmak için fikirlerin / sonuçların/ çıktıların elenmesi, azaltılması ve derlenmesi gereklidir. Bu nedenle örneğin mimarlar, reklamcılar, modacılar, tasarımcılar yani biz yaratıcı sektörlerin aktörleri biref denilen açıklamalar olmadan pek bir iş yapmaya koyulmayız.
Önümdeki bu heyecanlı sunum ve açıklamalar bana ucu bucağı olmayan bir derya deniz gibi göründü. Briefi belirsiz, her yere çekebileceğim bir iş tanımı gibi daha çok.. Tasarım insan için olduğuna göre ve herşey tasarım olduğuna göre gelecek tasarım bienalinde herşey bizi bekliyor olacak anlaşılan.
Wigley anlatımının sonunda bu bienalin arkeolojik bir bienal olacağına vurgu yapıyor. Eşzamanlı olara arkadaki ekranda okuyorum: “ Bu bienal bir arkeoloji projesi. Bazı tasarımcıları öne çıkarmak ya da olağanüstü bir geleceği hayal etmek yerine gerçek hayatın bilim kurguyu geride bıraktığı günümüz dünyasında tasarımın yeri üzerine çok mecralı bir belgesel çalışması olmayı hedefliyor.”
“Bienal, günümüz tasarımının uçlardaki halini, ilk standardize ( bu kelimeyi ekrandakileri birebir aktarıyor olmasam kullanmazdım ) süslemeler ve ilk ayak izlerinden en yeni dijital ve karbon ayak izlerine uzanan, türümüzün 200.000 yıllık tarihi bağlamına yerleştirecek.”
Türkiye ve yakın çevresinden arkeolojik eserler bienalin kalbinde yer alacak ve tasarıma dair güncel düşüncelere farklı bir açıdan bakmamıza olanak verecek, biçiminde sloganlarla son buluyor sunum.
Kalkıyorum, hızlı hal hatır sormaların arasından, tekrar lahitlere kısa kısa bakarak kendimi önce bahçede buluyorum. Dösim’in tasarlanmış hediyelik eşyalar satan dükkanından bir emaye nazar boncuklu kolye alıyorum kendime.
Ürünler hala “ kopyala – yapıştır “ mantığı ile yapılıyor diye geçiriyorum aklımdan. Tasarlanmış pek bir şey bulamıyorum bu nedenle ve ofisime, kendi gerçek hayatıma geri dönüyorum. Bu genel kavramsal çerçeveye bakıldığında tıp alanından, kentsel tasarıma kadar her alanda pek çok işin bu bienalde sergilenebileceğini düşünebiliriz. Pek çok farklı alanda bir tasarım olgusu ve bilinci yaratması bakamından oldukça heyecan verici. Ancak küratörlerin satır aralarından benim sezinlediğim, daha çok zanaatler, kökler, insanın üretme ihtiyacı, yerleşim ihtiyacı gibi temel tasarım çıkışlarına yoğunlaşılacak gibi; elbet teknolojik evrimden geri durulamayacak. Özellikle böyle bir başlık taşıyorken insanın gözünün önüne bol bol genetik bilimi, 3D basılmış uzuvlar, genetiği ile oynanmış tohumlar; canlılar. biyokimya projeleri, yazılımlar vesaire geliyor.
Dedim ya ucu olabildiğince açık bırakılmış. Diğer uçta arkeolojik bir bienalin bizim arkeolojik değerlerimizi bienalin merkezine oturtuyor olması ise bana bizlerden önceki medeniyetlerin yemeklerini hangi kapta pişirdikleri, hangi araç gereçlerle avlandıkları, nerelerde yaşadıkları gibi tarihten çıkıp günümüz zaanaatlarıyla örtüşen pek çok konuyu kapsayacağını düşündürtüyor. Bekleyelim görelim. Bienalin açık çağrısı 1 Şubat 2016 tarihinde gerçekleştirilecek. Burada biraz daha tanımlı bir çerçeve ile karşılacağımızı düşünürüm.