60. Antalya Altın Portakal Film Festivali, geçtiğimiz yıl KHK ile ihraç edilen bir öğretmen ve doktorun adalet mücadelesini konu edinen ve yönetmenliğini Nejla Demirci’nin yaptığı “Kanun Hükmü” isimli belgeselin programdan çıkarılmasıyla ortaya çıkan sansür krizinin ardından gerçekleşmemişti. Böylece festival 1979 ve 1980 yıllarından sonra 3. kez iptal edilmiş oldu. 60’ıncısı iptal edildiği için bu yıl kaldığı yerden devamla, yani 60’ıncısını kutlayacağımızı düşündüğümüz festivalde bu sefer de “kaçıncıyı kutluyoruz” tartışmaları yaşandı. Açılış gecesinde ve dillerde “61’inci” ifadesi yer alsa da Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, konuşmasında “2024 Antalya Altın Portakal Film Festivali” diye bahsetti; festival afişlerinde de 2024 olarak yer alıyor.
“Pes Etmeyen Kadınlar”a Adanan Ödüller
“Hikâyemiz Birlikte” temasının vurgulandığı festivalin açılış gecesinde çeşitli başarı ve onur ödülleri verilirken bu yıl ilk kez verilen ‘Onursal Nişan’ ile festivalin bir ev sahibinin, bir yüzünün olması amaçlanmış. Ulusal Jüri Başkanı Ferzan Özpetek bu nişanı layık buldukları oyuncu Saadet Işıl Aksoy’a takdim ederken, “Festivalin bir yüzü olması çok önemli. Bunu Venedik, Cannes ve Berlin yapıyordu, şimdi biz de yapıyoruz.” dedi. Açılış gecesinde hem Saadet Işıl Aksoy’un, hem de ‘Başarı Ödülü’ alan oyuncu Farah Zeynep Abdullah’ın ülke gündeminde kaotik bir hâl alan kadın cinayetlerine değinen konuşmaları öne çıktı. “Yaşanan kadın cinayetleri karşısında inanılmaz bir acıyla bu sahnedeyim. Belki biraz sert ama ülkemizin gerçeği bu. Katledilen kız kardeşlerimizi saygıyla anıyorum ve hepimiz için adalet diliyorum.” diyen Aksoy’un ardından Abdullah da şu sözleri sarf etti: “Bugün gerçekten beynim almadı bu konuşmayı yapmayı çünkü çok fazla gündem var. Dün kötüydü, bugün daha kötü… Çok korkuyorum daha da kötü olacak diye. Kısa keseceğim. Ben bu ödülü izninizle bu erkekçiliğin ve erkeklerin egemen olduğu, henüz daha sektör bile diyemeyeceğimiz bu düzende var olmaya çalışan, konuşmaktan korkmayan, yorulan ama pes etmeyen kadınlar için almak istiyorum. Daha çok konuşacak şeyimiz var.”
Açılış Filmim Danimarka’nın Oscar Aday Adayı
Antalya’da festivaldeyken İstanbul’da da aynı günlere denk düşen FilmEkimi düzenleniyordu, bazı filmler her ikisinin de programında yer alıyordu. Bunlardan biri ve benim festivaldeki ilk filmim Magnus von Horn‘un Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve Danimarka’yı 2025 Akademi Ödüllerinde temsil edecek olan “The Girl with the Needle” (Şişli Kız) filmiydi.
Danimarka’nın en kötü şöhretli seri katilinin gerçek hikâyesinden esinlenen “Şişli Kız”, 1. Dünya Savaşı sonrasının kasvetli Kopenhag’ında geçen, yoksullukla mücadele eden genç fabrika işçisi Karoline’i merkeze alıyor. Hamile kalan Karoline’in yolu, istenmeyen çocukları koruyucu ailelere evlatlık veren gizli bir teşkilatla kesişir. Bu karanlık dünyanın derinlerine teslim olan Karoline, sonunda hem insanlığını hem de ahlaki değerlerini zorlayacak bir ikilemle karşı karşıya kalacaktır. 2020’de “Ter” ile beğeni toplayan Magnus von Horn’un bu son filmi, hem sert hem de zaman zaman tüyler ürpetici. Siyah beyaz sinematografisini, gotik korku ögeleri ve etkileyici ses tasarımı zenginleştiriyor. İki kadın oyuncusu, Vic Carmen Sonne ve Trine Dyrholm‘un performanslarıysa şahane!
Ulusal Yarışma Vakti!
Atatürk Kültür Merkezi (AKM) Aspendos Salonu’nda Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması‘nda ilk izlediğimiz film, Necmi Sancak’ın yönettiği ve dünya prömiyerini gerçekleştiren “Ayşe” oldu.
Ayşe / Necmi Sancak
Necmi Sancak, Ahmet Sancak ve Binnur Kaya’nın senaryosunu birlikte yazdıkları “Ayşe”, Necmi Sancak’ın ilk uzun metrajlı çalışması. Ayşe (Binnur Kaya), down sendromlu kardeşi Rıdvan’la (Rıdvan Sancak) birlikte, İstanbul’un varoş diyebileceğimiz ama hemen her gün çehresi değişen, bir tarafına lüks villaların da yapıldığı dış mahallelerinden birinde yaşamaktadır. Babaları hastadır ve hastanede ölümünü beklemektedir. Çalıştığı benzin istasyonuna uğrayan bir uluslararası kamyon şoförü Bekir‘den (Ali Seçkiner Alıcı ) evlenme teklifi alan Ayşe kaderiyle hayalleri arasında bir seçim yapmak zorunda kalır.
Yaşanan bir hikâyeden yola çıkan “Ayşe”, Rıdvan Sancak ve ablası Fatma Sancak’ın yaşadıklarını beyaz perdeye aktaran dokunaklı bir dram, ajitasyona kaçmayan yönünü takdir ettim. Sadece bir sahne var ki etik bir sorun teşkil ettiği kanaatindeyim, bunu es geçmek istemiyorum. Ayşe’nin kardeşi Rıdvan’ı yıkadığı sahnede zaten ne olup bittiği belli, rızası/onayı alınmamış (alınamayacak olan) down sendromlu bir bireyin vücudunun bazı yerlerinin gösterilmesine hiç gerek yoktu. Bu tip sahnelerde bu hassasiyeti unutmamak gerekiyor. Seyircide ters köşe etkisi yaratan iki çarpıcı planı var, bunları sevdim ancak sinema olarak vasatı aşamıyor. Görüntü yönetiminde Meryem Yavuz’un adını görmek şaşırttı açıkçası çünkü bir profesyonelden beklemeyeceğim ve neden olduğunu anlayamadığım kadrajları vardı. Hareketli omuz kamera hikâyenin gerçekliğine eş düşmüş, belgeselvari bir katkı da sunmuş, burası kabul ancak işlerliği tartışılır. Polis ya da baba gibi hikâyeye doğrudan katkısı olmayan yan karakterleri göstermemesi doğru hamle ama Menderes Samancılar’ın oynadığı ana rollerden birinin yer aldığı bazı planlarda oyuncunun –üstelik repliğini verirken-yüzünün yarısının kesilmesi, zaman zaman sadece burnunun girip çıkması gibi gerçekten enteresan, genişletilmeye muhtaç kalan kadrajları vardı. “Ayşe”nin en büyük kozu, rolüyle nefis bir şekilde bütünleşen Binnur Kaya! Henüz Ulusal Yarışma’da izlediğim ilk film olmasına rağmen En İyi Kadın Oyuncu Ödülünün kendisine gideceğine dair bir içsesim var. Gerçekten çok duru, çok sakin ve çok başarılı bir performans!
Galata / Kerem Mansur Doğru – Umut Osman Demirkol
Festivalde Dünya Prömiyerini yapan bir diğer film “Galata”. Bir kez daha gördüm ki bizim sinemamızın en temel sorunu, iyi fikir bulup onu geliştirememesi ve teknik-dramatik bütünlükte sinemasal bir anlatıya kavuşturamaması. Fikri gayet güzel aslında “Galata”nın; biri kadın, diğeri adam, yeni tanışan iki kişi başkalarıyla paylaşamadıkları, kendilerine sakladıkları fantezilerini birbirleriyle paylaşır ve birbirlerini yargılamaz. Bunun üzerinden bir kadın ile bir erkeğin salt arkadaşlık kurup kuramayacağına ve evliliğe dair de soruları var. Sıkıcı hayatından kaçmaya çalışan doktor Yusuf’un (Sarp Bozkurt), karısı Aysel’le (Edanur Hancı) kavga ederek evden ayrılmasının ardından, internete sızan erotik videolarıyla skandal yaratan top model Sevda (Suyumbige Dadalı) ile tesadüfen tanışmalarıyla yol alır film. İkili, Yusuf’un belgesel film projesi bahanesiyle Galata sokaklarında yürüyüşlere başlar; şehrin detaylarını keşfederken, Sevda’nın skandalları ve Yusuf’un karısı Aysel ile ilişkisi üzerinden hayat, ilişkiler, inanç ve toplumun kutuplaşması üzerine bir sorgulama da ortaya konur. Ama işte “ne kadar ve nasıl konur?” burası çok tartışılır.
Diyaloglar, oyunculuklar yapay, sakil ve amatörce; performans iyi bir laf provası düzeyinde kalmış. Doktor olmuş birinin Şems-i Tebrizi’den bihaber olması, karısı Aysel’in (30’larında, modern görünümlü bir doktor eşi) Tarkovski’yi bilmemesi ve adını bile tam getiremeyip zoraki “Tarkovi” demesi, sosyal medya gündeminde olan skandal videosuna ve “Gazeteciler kapının önünde birkaç gün evden çıkma” repliğine rağmen Sevda’nın elini kolunu sallayarak sokaklarda gezmesi, kimsenin onu tanımaması, herhangi bir gazetecinin peşine düşmemesi (1 tane bile gazeteci göremedik bu arada) gibi pek çok absürt, akla sığmayan yerleri var. Sevda mayo mankenliği de yapıyor camiye gidip namazını da kılıyor. Yusuf’unsa cinsel anlamda fantezileri var ama karısı tarafından yargılanıp, sapıklık olarak görülüyor. Modern insanlarla tutucuların karşı karşıya getirilmesini, her iki tarafın olaylara bakış açılarının arızalı yönlerini tartışan karakterler bir yandan da Türk aydınının eleştirisini (?) yapıyor. Kurgu adına bu kadar sakil bir yapımla daha önce karşılaştım mı bilmiyorum, daha oyuncunun son repliği havadayken İstanbul genellere bağlanan sahne geçişleri var. Mânâ ve huzur arayışındaki insanı anlamaya- anlatmaya çalışan bir filmin bu denli mânâsızlığa hapsedilmesi üzücü. İyi bir fikir heba edilmiş ne yazık ki.
İkinci günün filmleri dünya prömiyerlerini Antalya’da yapan ulusal yarışma filmleri oldu yine; “Hatırladığım Ağaçlar” ve “Mukadderat”.
Hatırladığım Ağaçlar / Erhan Tuncer
Hayatına son vermeyi düşünen Bahar (Hande Doğandemir), hamiledir. Düşündüğü eylemi doğum sonrasına erteler ve bebeğini bırakabileceği güvenilir kişi olarak da uzun süredir görüşmediği üniversite arkadaşı Mahir’i (Erdem Kaynarca) düşünür. Bir gece aile evini terk ederek Mahir ve babası Cemal’in (İştar Gökseven) yaşadığı eve gelir. Mahir bir kaza sonucu yürüme yetisini kaybetmiş, tekerlekli sandalyeye mahkum olmuştur; babası Cemal ise karısı tarafından, onu aldattığı için terk edilmiştir. Konusunu böyle yazınca gayet anlaşılır ancak film, seyirciyi içine almamak için direnirken, anlaşılır olmakta da direniyor. Anlatı biçemine dair sondan başa doğru aktarım iyi bir tercih olabilir ancak teknik ve dramatik tüm kalemler o kadar zayıf, o kadar olmamış ki bu da haliyle bir işe yaramıyor.
Üç kaybedenin hikâyesini çok sorunlu ve vasat altı bile denilemeyecek düzeyde bir senaryo, kamera kullanımı, replikler, oyunculuklar, ışık, makyaj ve sanat yönetimi ile aktaran “Hatırladığım Ağaçlar”, sinemaya olan sevgimizi, saygımızı hiçe sayar bir edayla karşımıza çıktı. İyi film hepimiz için göreceli olabilir, zevklerimiz değişebilir, farklı türlere ilgi duyabiliriz ancak bu filmi izleyen herkesle soru işaretine yer bırakmayacak şekilde “Bir film asla böyle olmamalı” cümlesinde buluşabiliriz. Filmde ses miksajı da çok sorunluydu ama film sonrası söyleşide yönetmen aslının böyle olmadığını, teknik bir nedenden ötürü o şekilde izlediğimizi söyledi. Yine de bazı sahnelerin genel planları ile yakın planlarının ses senkronunda / denkliğinde sorun vardı. İştar Gökseven’in zoraki oynatılmış izlenimi veren performansı, başarısız ışık çalışmasının color correctionda bile düzeltilememiş hali, kameranın bol sallantılı amatör tavrı (ki yılların görüntü yönetmeni Eyüp Boz imzası var), sığ mizansenler, sakil makyaj-sanat yönetimi ve çalınan 105 dakikamız…
Mukadderat / Nadim Güç
“Hatırladığım Ağaçlar” bizi adeta sinemaya küstürmüşken imdadımıza “Mukadderat” yetişti, iyi ki! Senaryosunu yine Erdi Işık’ın yazdığı, Ceylan Özgün Özçelik’in çektiği “On Saniye” filmini geçtiğimiz hafta Adana Altın Koza’da izlemiş ve onu da çok beğenmiştim, seyirci de çok beğenmişti. Işık, seyircinin kodlarını her yeni filminde daha iyi idrak ediyor ve temposundan ödün vermeyen iyi senaryolar ortaya koyuyor.
“Sultan”, eşini kaybettikten sonra yalnız kalma korkusu yaşayan ve hemen evlenmek isteyen bir kadının hayata bağlanmak için illa ki bir erkeğe ihtiyaç duymayacağını, kendi emeğiyle üreterek, çalışarak da mutlu olabileceğini öğrenme ve özgürleşme deneyimini bir aile komedisi içinde anlatıyor. Babalarının ölümünün üzerinden henüz bir gün geçtiği için çocukları Sultan’ın evlenme isteğine karşı çıkar. Geleneksel bir bakış açısına sahip olan oğlu Nevzat’a (Osman Sonant) göre küçük bir ilçede kimse bunu hoş karşılamaz; kızı Reyhan (Aslıhan Gürbüz) ise annesinin isteğine saygı duymaya çalışsa da çok erken verilmiş bir karar olduğuna inanır. Sultan (Nur Sürer), bir yandan kendine iyi bir eş ararken bir yandan da ticarete atılır ve “bir kadın olarak yapamazsın” dedikleri her şeyi yapmaya başlar. Önce pazarda tezgah açar ve bahçesinde yetiştirdiklerini satar, tabii biraz geçimsiz ve lafını esirgemeyen biri olarak münakaşası da erkek pazarcılarla olan mücadelesi de hiç bitmez. Evini pansiyona çevirip işletmesi ilçedeki diğer kadınlara da iş imkânı yaratır. Kadınlar yavaş yavaş kocalarından bağımsız, kendi paralarını ve kendi kimliklerini kazandıkları bir hayat yaratmanın ne denli önemli bir şey olduğunu anlamaya başlarlar. Yan hikâyede ise babalarından kalan mirasın kardeşler arasındaki paylaşımında çıkan sorunlar işlenir. Burada da Reyhan, eşit paylaşım hakkı için ağabeyi Nevzat’la bir mücadeleye girer.
Feminist tandaslı, kız çocuklarının okuması gerekliliğinin altını çizen, emekçi kadınları destekleyen “Sultan”ın her bir kadın oyuncusunun performansı şahane. “Ayşe” filminin başrolü Binnur Kaya, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü için şimdiye dek rakipsizken, potaya Nur Sürer de girmiş oldu. Ödül paylaştırılmasını sevmeme rağmen her ikisinin de almasını canı gönülden isterim. Osman Sonant, Şerif Erol, Osman Alkaş, Şirin Sultan Saldamlı, Cem Zeynel Kılıç gibi güçlü bir oyuncu kadrosuna sahip “Sultan”, Barış Işık’ın görüntü yönetiminde gayet temiz çekilmiş; üst skala bir tv/dijital platform filmi diyebileceğim, biraz da Yeşilçam tadını hissettiren bir yapıda. Güçlü ve popüler oyuncuları dışında konuşulmayı hak eden diğer bir oyuncu (?) da Nevzat’ın kahvehanesindeki yaşlı amca. Tek kelimeyle ba-yıl-dım!
“Elalem ne der?” sarmalının özellikle ve çokça kadını kuşattığı bir anlayışla halen mücadele ettiğimiz bir dönemde, kadının varlığına ve özgürlüğüne dair kelam eden bu tarzdaki filmlerin çekilmesini ve izleyiciyle buluşmasını çok önemsiyorum.
Festivalin üçüncü gününde Ulusal Kısa Film Yarışmasında üç, özel gösterim kapsamında iki film (Bulmacaşk / Melissa Pappel – Benimle Gelir Misin?/ Derya Durmaz) izledim:
Tavuk Suyuna Çorba / Deniz Büyükkırlı
Kalp krizinden öldüğü zannedilen bir adamın cesedini inceleyen doktor farklı bir semptomla karşılaşınca cesedi adli tıbba göndermeye karar verir. Buna direnen adamın karısı, kendisine periyodik olarak şiddet uygulayan kocasını zehirlediğini itiraf eder ve doktordan yardım ister. Kadın hakkında kararını veren doktoru, günün sonunda bir sürpriz beklemektedir. Yaşadığı şiddeti defalarca polise şikayet etmiş, baba evine sığınmasına rağmen evine geri gönderilmiş bir kadının, hukuk görevini yapmadığı için kendi adaletini sağlamasını anlatıyor. Bu ülkedeki nice hikâyeden biri…
Ağlamak Serbest, Gülmek Yasak! / Oğuzhan Akalın
Dedesinin ölümü üzerine ilk kez bir cenaze evinde bulunan 8 yaşındaki Nejat, evdeki kalabalık, üzüntü ve kaotik ortamın ortasında kalır. Ne hissetmesi, nasıl davranması gerektiğini bilemez ama cenaze evinde bulunan herkesin Nejat’ın ne yapması, nasıl hissetmesi gerektiğiyle ilgili fazlasıyla fikri vardır. Bir çocuk üzerinden birbiriyle tartışan ve kendi doğrularını “tek doğru” olarak birbirlerine dayatan yetişkinler içerisinde kendince bir çıkış yolu bulacaktır küçük Nejat. Toplumsal kodları, din, bilim, mistik yaşam gibi temalar etrafında deşmeye çalışan tatlı fakat sinematografisi ve rejisi zayıf kalan bir kısa film.
Sinek Gibi / Hazal Beril Çam
İstanbul’da sıradan bir günde arkadaşlarıyla buluşmak üzere sözleşen Yağmur, durakta beklerken dev bir martı gelir ve yanındaki genç kadını kapıp uçar. Panik halindeki kalabalıktan kurtulup kafeye giden Yağmur, burada arkadaşlarıyla olayın korkunçluğu ve absürtlüğünü konuşur. Üç kız arkadaş yaşanılanları anlamlandırmaya çalışırken, sohbet gündelik dertlere kayar; hayat tüm sıradanlığıyla yeniden devam eder derken son kertede yine, yeni bir trajedi yaşanır. Aslında sıra dışı bir olayla başlayan film daha sürprizli, daha şaşırtan bir finale bağlanabilirdi. İvmesi hemen düşen film merak unsurunu da yitiriyor. Öner Erkan gibi bir oyuncu da canlandırdığı rolde harcanmış maalesef.
Acı Kahve / Soner Sert
Ulusal Uzun Metraj Yarışma Filmlerine festivalde dünya prömiyerini yapan diğer bir filmle devam ediyoruz. Soner Sert’in ilk uzun metrajlı çalışması olan “Acı Kahve”, yine bir aile komedisi. Birbirini seven Gizem (Buçe Buse Kahraman) ve Mesut’un (Atay Yıldız) aileleri, tanışmak ve gençler için söz töreni düzenlemek için kız tarafının evinde bir araya gelir. Gizem’in babası Ekrem (Şerif Erol) emekli baş komiser, Mesut’un babası Hamdi (Reha Özcan) müteahhittir. Aileler keyifle sohbet ederken damadın geçmiş yıllarda bir cinayet işlediği bilgisi her şeyi mahveder. Bunu o gün orada öğrenen Gizem evlenmekten vazgeçer.
Bu cinayet davası, mahkeme tarafından taksirle adam öldürme suçu olarak kabul görülüp para cezasıyla sonuçlandırılmıştır. Oğullarının masumiyetini anlatma derdine düşen ve bu evliliğin gerçekleşmesi için Gizem’i ve ailesini ikna etmeye çalışan erkek tarafı, yıllarca kanuna hizmet etmiş, bir tane bile kanun dışı davranışı olmamış emekli baş komiser Ekrem Bey’in inadına takılır. Gizem’in annesi (Nazan Kesal) ise, kızının ekonomik anlamda kendilerinden daha iyi durumda olan bu aileye gitmesini, daha rahat bir hayat yaşamasını çok ister. Ortalık durulup, her şeyin tatlıya bağlandığı andan sonra annelerin örf, adetler ve gelenekler üzerinden düğün için alınması gerekenleri konuştukları sahne, her iki aile yapısını, ailelerin ideolojik bakışını, çıkarlar söz konusu olduğunda nasıl tavır takındığımızı, “elalem ne der”cilikten kaçamayışımızı vurgulaması bakımından önemli. Tek bir mekânda, ev içinde geçen film sıkmadan akıcılığını korumayı başarmış. Diyalogların, oyuncuların doğal performanslarının bunda etkisi var ancak yönetmenin zaman zaman oyuncu kontrolünü kaybettiğini düşünüyorum. Profesyonel oyuncular bazı noktalarda teatral acting’e kayarken, damat Mesut rolündeki genç oyuncu Atay Yıldız ise filmin bütününde çok zayıf kalıyor. Hatip Karabudak’ın kamerası tek mekâna hapsolmanın handikapını hareketli olmakla bertaraf etmiş ancak ortalama bir tv filminin sinematografik unsurlarını barındırıyor; güçlü değil, bir vaadi de yok. Toplumsal cinsiyet rolleri ve özellikle son 22 yılımızı kuşatan siyasal meselelerin fonunda aileye yöneltilen; küçük burjuva değer(sizlik)lerinin hicvedildiği, bol diyaloglu bir taşlama “Acı Kahve”.
Balinanın Bilgisi / Önder Şengül
Senaryosunu, kurgusunu, yönetmenliğini ve yapımcılığını Önder Şengül’ün üstlendiği “Balinanın Bilgisi”, Ulusal Yarışma filmleri içerisinde şimdiye dek izlediğim sinema gözüne ve sinema diline sahip tek film olarak öne çıktı. En İyi Görüntü kategorisinde iddiası yüksek. Tabii buradaki başarı Şengül’ün 2001’den bu yana sinema ve dizi dünyasında aktif olarak yaptığı görüntü yönetmenliğinden geliyor. Odağında (biraz da Reha Erdem filmlerini anımsatan yapısıyla) doğa ve kadın teması bulunan, özgün bir kadın karakter yaratan film, “Biz” ve “Ben” diye adlandırılan 2 bölümden oluşuyor.
Muğla’nın bir dağ köyünde kızıyla yaşayan dokuz aylık hamile Yörük kızı Gülsüm (Özge Cevher Yüksel) ile köyün muhtarı (Şamil Kafkas) arasında bir gerilim vardır. Köydeki erkeklerin başka şehirlerdeki madenlerde çalışmaya gönderilmesine bir tek Gülsüm karşı gelir. Gülsüm’e göre yer altındaki madenden önce yer üstünde olan, doğanın kendisi başlı başına bir madendir. Gülsüm gebelik zehirlenmesi riski taşımasına rağmen modern tıbba da karşıdır; muhtarın, karısının, etraftakilerin uyarılarına rağmen hastaneye gitmeyi reddeder. Muhtarın düzenine karşı çıkış aslında eril tahakküme ve temsiliyet üzerinden iktidara karşı duruş olarak kodlanmış ve filmin en başında Gülsüm’ün korkulukları ateşe vermesiyle simgeleştirilmiş. “Biz” bölümü bu isyanla başlarken finalini de yine isyanla yapar. Muhtarın oğlunun sünnet düğününe katılan Gülsüm’ün, arayı düzelteceği düşünülse de çocuğun sünnet bıçağını ve şapkasını fırlatıp yere atar. “Ben” bölümünde ise Gülsüm odaklı ilerleriz. Bölümün başında Gülsüm’ün hamile bir keçinin doğurmasına yardım etmeye çalıştığını ama buna gücünün yetmediğini, kocasının iş arkadaşlarından birinin müdahalesiyle keçinin doğum yaptığını görürüz Doğanın da tıpkı kadın ve toplum gibi erkek egemen kültürün baskısı altında olduğunu işlemeye çalışan eko-feminist yapıdaki film, Stoacı bir perspektiften yol alıyor. Doğayı çok seven ve ona sığınan Gülsüm’ü bir noktaya kadar anlaşılır buldum. Köyündeki diğer insanlara, düzene uyum sağlıyorlar diye öfkeli olabilir ancak fazlasıyla yabani, mesafeli bir tavırla bu denli yalnız başına kalma, neredeyse tecrit hayatı yaşama hevesi de anlaşılır gelmedi bana. Film, insanın başkalarından destek almadan kendi başına bir şeyleri başarıp halledebilmesinin önemini, bu yolla kendi iç potansiyelini keşfedebileceğini vurgulasa da –ki önemli bir bakış- doğanın bir parçası olan hayvanın bile yardımsız doğuramadığı, Gülsüm’ün bu işi tek başına beceremediğini de göstererek bazı yerlerde kendisiyle çelişiyor. Gülsüm rolündeki Özge Cevher Yüksel, sahne tecrübesi olmasına rağmen bir sinema filminde ilk kez kamera karşısına geçmiş. Çoğu yerde zayıf kalan bir performansı var ancak yeni bir yüzle tanışmak beni her zaman mutlu eder. Filmin bir artısı da müzikleri, belki buradan da bir ödül gelebilir.
Geldik dördüncü güne. Bu günü iki ulusal, bir uluslararası yarışma filmiyle kapadım.
Seni Bıraktığım Yerdeyim / Ümran Safter
Erkek kardeşinin intiharının ardından ağabeyi, eniştesi ve kardeşinin iş arkadaşı ile cenaze töreninin yapılacağı köylerine doğru yola çıkan Nihan (Damla Sönmez) bir yandan defnedilmeyebilir endişesiyle köy imamından kardeşinin ölümünün intihar olmadığını saklamaya çalışırken bir yandan da eniştesi Salim ile çeşitli konularda gerilimli zamanlar yaşar.
Bu dörtlü cast içerisinde ağabey ve iş arkadaşı karakterleri olmasaydı film bir şey kaybetmezdi; hiçbir katkıları, işlevleri yok, olabilecekken yeterince hikâyeye eklemlenmemişler. En iyi performansı gösteren oyuncu ise enişte rolündeki Hakan Salınmış. Bir noktaya kadar duygusunu veren film inandırıcılığını yitiriyor, daha doğrusu sıkıcılaşmaya başlıyor. Çünkü Nihan’ın duygularını ve düşüncelerini dış ses olarak dinliyoruz çok fazla. Sevdiklerimize geç kalmışlığımızı, din ve toplum tarafından dayatılan normları, yas kavramını varoluşsal sorgulamalar ışığında, şiirsel bir tonda ele almak istiyor film ama sinema adına hiçbir şey vermiyor. Yönetmenlerimiz bu kadar çok konuşma ve diyalog seviyorsa şayet kitap yazabilir ya da podcast yapabilirler. Naçizane tavsiyem. Filmin kadrajları da zaman zaman çok sorunlu, resim yapamayan birilerinin eline düşmüş adeta. İnsan hayret ediyor. Damla Sönmez’i iyi tanıyan, performansını çok iyi bilen biri olarak yönetmen tarafından bu kadar sönük bırakılması da diğer hayret edilesi tarafı.
Sevgili Katilim Berlin / Neco Çelik
Türkiye-Almanya ortak yapımı film, Berlin ve Paris’te çekilmiş, anadili de Almanca olan bir yapım. Jules Verne’in “Olağanüstü Yolculuklar” serisinden olan “Çin’de Bir Çinlinin Başına Gelenler” romanından ilhamla çekilmiş olduğu filmin başında vurgulanmış. Berlin’de yaşayan Jacky isimli siyahi bir kadının annesinin ölümü ve pandemi döneminde işsiz kalması sebebiyle boşluğa düşmesini, intihar etmeyi beceremediği için de bir tetikçi tutması anlatılıyor.
Tuttuğu tetikçinin öğrencisi Cello bu görevi üstlenecektir, Jacky’nin bundan haberi olmadığı gibi bu iki insan birbirlerine aşık olur. Cello pısırık, o güne dek kimseye öldürmeyi becerememiş biridir ve bu görev, ustasının yanında kalabilmesi için son şansıdır. Aşkı bulan Jacky ölümden vazgeçer ancak karar çoktan verilmiştir ve bundan dönüş yoktur. Bundan sonrasında çift saklanmaya karar verir ve Madam Bora’nın Pissoir Bar’ında büyük bir hesaplaşma yaşanır. Emrah Çelik’in video-klip estetiğindeki görüntülerini filmin “artı hanesine” (!) yazalım desem bile, çok uzun zamandır bu kadar ambalaj, bu kadar hiçbir şey anlatmayan, bu kadar zayıf, inandırıcılıktan, duygudan tamamen uzak oyunculukların olduğu bir film izlememiştim.
Derûn / Müge Uğurlar
Uluslararası Uzun Metraj Yarışma seçkisinde bulunan Derûn, Müge Uğurlar’ın ilk filmi ve temelini Mesnevi’nin ilk hikâyesi Padişah ve Cariye Kıssası oluşturmakta. Altmış yaşlarında Karadeniz’de inziva hayatı yaşayan Marife, kendisini herkesten soyutlamıştır. Bu yalnızlığın sebebiyse kırk yıl önce yaşadığı büyük aşkı ve hayal kırıklığı İlyas’tır. Bir gün İlyas’ın oğlu Ateş, babasının cenazesini köye getirir ve Marife’nin kapısını çalar. İlyas’ın vasiyeti Marife’nin bahçesine gömülmektir ama Marife hâlâ öfkeli olduğundan buna izin vermez. Tabii ilk etapta “Böyle hikâyeler var mı, kırk yıl yası tutulan ya da acısı yaşanan aşklar kaldı mı?” sorularını sormak olası ancak olsun ya da olmasın filmin bunun inandırıcılığını vermesi önemli olan ki Derûn, duygusu seyirciye geçen bir film oldu.
Marife rolünde Hatice Aslan, her zaman olduğu gibi tertemiz, sağlam bir oyunculuk ortaya koyarken, Yahya rolünde Güven Kıraç, İlyas’ın hem gençliği hem de oğlu Ateş rolünde Furkan Andıç gayet başarılı. Sami Saydan’ın coğrafyanın da hizmet ettiği nefis kadrajları ve bu eşsiz manzaraları daha da büyüleyici kılan Mercan Dede müzikleri hüzünlü aşk hikâyesinin etkisini katmerliyor. Marife’yi seven İlyas sadece yüz güzelliğine önem verirken, Yahya ise hem yüzünün hem ruhunun güzelliğiyle Marife’yi sevmektedir. Bu sebeple Yahya, Marife’ye kendi aşkının daha gerçek olduğunu ispatlama hırsına girer ama bu hepsinin mutsuzluğuna neden olacak bir sonuca götürür. “Güzelliği dışarda mı içerde mi aramalı, birine sevgimizle de zarar verebilir miyiz, öfkemizi nereye kadar kendimize yük edebiliriz, bu öfkeyle yıllarımızı neden heba ederiz?” gibi sorular filmi izlerken zihnimizde bizimle yol alıyor ve kendimizi de sorgulamamıza imkân veriyor.
Festivalin 5. gününde Ulusal Yarışma kategorisinde 4’ü kısa, 2’si uzun metraj olmak üzere 6 film izledim. Kendi adıma da heyecanlı bir gündü; kısa film seçkisinde yarışan “Rehber” (Mert Erez) filminde yardımcı yönetmen olarak yer aldığım için filmi ekibimle birlikte izledik ve daha sonra soru-cevap etkinliği için sahnede yer aldık. Etik açıdan kendi yer aldığım filme dair bir yorum yazmayacağım ama şuraya söyleşiden bir fotoğrafımızı da bırakmak isterim.
Neredeyse Kesinlikle Yanlış / Cansu Baydar
Suriye’deki savaştan kaçıp İstanbul’un arka sokaklarına sığınan Hanna ve küçük kardeşi Nader, İstanbul’un kaosunda yaşam mücadelesi verir. Hanna, bir kuaför salonunda tırnak tasarımı yaparak geçimini sağlamaya çalışırken, Almanya’ya göç etmenin hayallerini de kurar.
Bir gece İbo isimli bir genç adamla tanışır ve birlikte olurlar. Senenin epey ses getiren ve ödül alan kısa filmlerinden olan “Neredeyse Kesinlikle Yanlış“ büyük hayalkırıklığı oldu benim için; yazdıklarımdan daha fazlası filmde yok, haliyle “Ne anlattı şimdi bu?” sorusuyla kalakaldım. En büyük artısı başarılı sinematografisi; color ve sanat yönetimi çok iyi.
Rüyada Olduğunu Fark Ediyor İnsan / Baturay Tunçat
Bir otelde çalışan Veysel, hayatı boyunca hiç uyumamıştır. Gece vardiyasında olduğu bir gün otelde konaklayan misafirlerden biri resepsiyonu arar ve uyku ilacı ister.
Herkesten sakladığı bu özelliğini bir eksiklik olarak gören Veysel, kadının da kendisiyle benzer bir durumda olduğunu fark eder ve aralarında bir sohbet başlar. Bu sohbet yer yer sıkıcı olsa da filmin fikrini cazip ve hoş buldum. Sohbetten sonra gelen sekans daha akıcıydı.
Hayaller, Umutlar ve Dönen Yunuslar / Adil Burak Aydın
E-devlet sistemine giren yeni bir teknolojiye göre herkes, önceki yaşamında kim olduğunu öğrenebilmektedir. Aynı evi paylaştığı arkadaşlarının hemen hepsi tarihten ünlü bir figürün reenkarnesi olduğunu öğrenirken bir tek Erdi sisteme giriş yapamamaktadır. Yonca ise Ming isminde hiç tanınmayan, ünsüz birinin reenkarnesi olmayı dert etmektedir. Erdi, Yonca’yla varoluş krizini bertaraf eden bir sohbeti tamamladıktan sonra sisteme girerek daha önceden kim olduğunu öğrenme derdiyle ilgilenmeyi bırakır ve sokağa çıkar.
Teknoloji ve sosyal medya çağında, teknolojiye hizmet eden araçlarla ne denli sıkı fıkı ilişki kuruyorsak bir o kadar kendimizden kaçış yolunu da arıyoruz. Ya da bazı simgeleri, tek bir doğruyu işaret edercesine şablon olarak kabul görüyoruz. Kendimiz/özümüz dışındaki herkese açığız, herkesi fark ediyoruz, diğeri olmaya özeniyoruz. Sokağa çıktığında reenkarnesine dönüşen insan kalabalığı içinde yürüyen Erdi, bize kendi özüyle, kendisi olarak kalmakla asıl önemli olanı hatırlatıyor.
Savrulan Zaman / Selim Evci
Yedi yıllık ilişkisini bitirmiş olan Alper (Selim Evci), yeni bir başlangıç arayışındadır. Bir gün ajanstaki çalışanı Behçet (Erdem Şenocak) fenalaşır ve hastaneye kaldırılır. Behçet’in karısı Nur (Özge Gürel), Alper’den borç para istemek için işyerine gelir. Bundan sonra aralarında bir yakınlık başlar ve birlikte olurlar. Selim Evci yazdığı, yönettiği filmin başrolünde de yer almış ve Alper karakteriyle duyarsız, sorumsuz, toksik erkek figürüne ideal bir yaklaşım getirmiş. Son yıllarda çok fazla karşılaştığımız bir tip Alper, onlardan çok fazla var; kibirli, her şeyin en doğrusunu bilen, beraber olduğu kadınlara karşı kaba, ayrılırken bile kendisine lazım olmamasına rağmen sırf parasını ödediği için aldığı şeyleri geri isteyen, duygusuz tipler…
Evci gözlemleriyle iyi bir karakter yaratmış kanaatimce. Filmin bağıran replikleri, oyunculukları ya da büyük kırılma anı yaşayan/yaşatan bir senaryosu yok; şehirli insanların ilişkilerini, bu ilişkilerde yaşanan duygusuz paylaşımları, ben merkezciliği sade, sahici ve net veren bir anlatısı var. Film derdiyle, anlatmak istediğiyle paralel gidiyor, kendi içinde tutarlılığı yakalıyor. Görüntü yönetiminde Cevahir Şahin, anlatıyla giden sadelikte resimler kotarıyor. Tam da bu sebeple festivalin beşinci gününde “Nihayet bir sinema filmi izleyebildim” cümlesini sarf ettim. Belki Selim Evci bir oyuncu olarak daha sağlam hazırlanabilirdi eleştirisini getirebilirim, çünkü akışına bıraktığı yerler gözden kaçmıyor değil ama bu, çok büyük bir problem yaratmıyor. Elbette hem monitör arkasında hem kamera önünde olmak kolay işler değil. Uzun bir zamandan sonra Alper’in ayrıldığı sevgilisi Seda’yı oynayan Beste Bereket’i ve annesi rolünde Mine Şenhuy Teber’i izlemek çok güzel oldu.
Evcilik / Ümit Ünal
Ümit Ünal, Büyükada’da çektiği “Aşk, Büyü Vs.” den sonra bizi Ege kıyılarına götürüyor. Bir süredir evli, tutkularını kaybetmiş genç bir çift olan Fırat (Fatih Artman) ve Filiz (Öykü Karayel), “Evcilik” ismindeki otele gelirler. Filiz, sekreterlik yaptığı şirketin sahibinin oğlu Fırat’la evlenmiş, evlenince de işi bırakmıştır. Otelin tüm işlerini gören çalışanları Özkan (Nejat İşler) ve yaşça ondan küçük karısı Aysun (Deniz Işın) ise birbirlerine aşık, tutkulu bir çifttir. Birbirlerine takma isimlerle Kınalı ve Duman diye hitap ederler. Filiz ve Fırat, köylü çiftin aşkına özenip onların aksanını taklit ederek başta dalga geçse de sonradan bunu, aralarındaki tutkuyu tetikleyen bir oyun olarak görmeye başlarlar. Önce Aysun, sonra da Özkan bu durumu fark edince kendilerini aşağılanmış hisseder ve her iki çiftin arasında bir gerilim meydana gelir.
“Evcilik”, cinsel, sınıfsal ve kültürel gerilimlerin savaş alanı haline gelirken; küçük burjuvanın, aşağılayıp, hor gördüğü alt sınıfın mutluluklarını, yaşam sevinçlerini çalma hikâyesini merkeze koyuyor. İmtiyazlı kesimde maddi durumu olabildiğince iyi ve her şeyi yapmaya kendine hak gören Filiz-Fırat; işçi kesimindeyse el emeğiyle üreten az ama helal para kazanan, kendi halinde mutlu mesut yaşayan Aysun-Özkan vardır. Psikolojik gerilim duygusunu daha derinden hissettirmesini beklediğim film, bunu tam olarak veremese de festivalin beşinci gününde “Nihayet bir sinema filmi izledim” cümlesini yineletti. Aydın Sarıoğlu sinematografisindeki doğadan detaylar, simgeler, metaforlar çok dikkat çekici. Her ne kadar iyi bir oyuncu olsa da son dönemde hep aynı tarz oynadığını -üstelik tür fark etmeksizin ve bu bilinçten de koparak- düşündüğüm Fatih Artman’ın gerilim içindeki mizansenlere de komedi katacağım tonlaması/çabası çok gereksiz. Kendisi bunu yer aldığı tüm projelerde yapıyor. Keşke Ümit Ünal’ın buna bir müdahalesi olsaymış. Geri kalan oyuncular her zamanki gibi gayet başarılıydı; özelikle Deniz Işın, Aysun rolünde parlıyordu.
Ve Festivalin Nihayet Son Günü!
Fidan / Ayçıl Yeltan
Fidan (Leyla Smyrna Cabas), zeki ve çalışkan bir kızdır ayrıca lise sınavına hazırlanmaktadır. Annesi ise ölümcül bir hastalığın pençesindedir. Nakliyat firmasında şoför olan babası Emir (Alican Yücesoy), eşinin hastalığını kabullenemeyip, kabuğuna çekilmiştir. Matematik öğretmeni ve yengesi Nesrin’in (Ayça Bingöl) desteğiyle sınava giren Fidan, İstanbul’daki en iyi liseyi yüksek bir puanla kazanır ama müjdeyi veremeden annesi vefat eder. Babası, eşini kaybettikten sonra çocuklarından da uzaklaşır ve bir kayboluşa sürüklenir, sorumluluklarını unutur. Babasının bu tavırlarından sonra Fidan, ona parlak bir gelecek sunan okul hayatına mı başlamalıdır, yoksa babaannesi (Göksel Kortay), yengesi ve küçük kardeşi Ali’yle köyde mi kalmalıdır, bunun ikilemi içine girer.
Film olabildiğince az diyalogla meramını ifade etmeye çalışırken bu dinginliği olur olmaz yerde bozan müzik seçimlerine hiç gerek yoktu. Film neredeyse hiç konuşmadığı için (ki bu bir eksi değer değil) karakterlerin birbirleriyle olan ilişkisini, akrabalık durumunu bir puzzle gibi çözmeye, anlamaya çalışıyoruz. Dram yönü baskın olan bir hikâye hem biraz geç açılıyor hem de duygu geçişinde yeterince kuvvetli olamıyor. Görüntü yönetiminde Arda Yıldıran’ın kimi zaman hareketli kimi zaman sahnenin kaotik duygusuyla uyumlu dutch kadrajlarını beğendim. Mutlu sona bağlanan finali ise hem baba-kız ilişkisine hem de bir kız çocuğunun geleceğine dair umut barındırıyor.
Gülizar / Belkıs Bayrak
Türkiye – Kosova yapımı bu ilk filmde Gülizar (Ecem Uzun) isimli genç bir kadının köyünden çıkıp kendi düzenini kurmak adına tanımadığı, ailesinin uygun bulduğu ama belli ki önceden yazışıp anlaştığı Emre’yle (Bekir Behrem) evlenmek için Kosova’ya gidişini, yolculuk sırasında yaşadığı tacizin getirdiği travmatik ve klostrofobik çıkmazı, evlilik üzerinden anlatmaya çalışıyor. Anlatmaya çalışıyor diyorum çünkü bazı noktalarda “Neden?” diye sorduğumuz soruların cevaplarını alamıyoruz, Gülizar’ın hem annesine hem de gayet anlayışla, sevgiyle kendisine yaklaşan eşine olan tavrının sebebini anlayamıyoruz. Tüm film boyunca eşinden uzak duran, ona somurtan bir Gülizar var. Durumu önce kimseyle paylaşmasa da evlilik için gereken sağlık raporunda morluklar fark edilir. Doktor, Emre’den şüphelenir. Saldırgan, düğün hazırlıkları sırasında Gülizar’ın karşısına çıkar. Olayın kendisinden gizlenmesine ve şüpheli duruma düşmesine sinirlenen Emre, Gülizar’ı yalan söylemekle suçlar. Emre’nin kız kardeşi de anladığımız kadarıyla taciz benzeri bir olay sebebiyle intihar etmiş, bu olayın üstü kapatılmıştır. Genç bir kadının ölmesi, üstelik onun eşinin kız kardeşi olması gibi gerekçelerin bile Gülizar’ı hiç ilgilendirmemesi, bu konuyu eşiyle hiç konuşmayıp anlamaya çalışmaması, ona sadece sevgi gösteren eşiyle iletişim kurmaması, yatak odasını kendi zevkine göre hazırlayan kayınvalidesinin tavrı karşısında -bu evliliğe annesini yolculukta bırakacak denli hevesli olmasına rağmen- ses etmemesi gibi karakteri çözümleyecek, anlaşılır kılacak donelerin yetersizliği baskındı.
Kırmızı elbisesiyle başladığı yolculuğunu yine kırmızı elbisesiyle ama bu sefer tüm film boyunca taktığı kolye olmaksızın bitiren Gülizar, saldırganın evini ateşe vererek öcünü alır. Yangınla başlayan film yangınla biter. Gülizar amorslu, fonda köylülerin anızları yaktığı zoom out çok şık bir planla başlar film. Kamerada son dönemin başarılı görüntü yönetmenlerinden Kürşat Üresin’in olduğunu bildiğim için sinematografisine dair endişesiz, gönül rahatlığıyla başladım izlemeye ki seçkide yer alan filmlerin içinde teknik yetisi en güçlü olan filmdi. Kadrajı, imgesel anlatımı, ışığı, kontrastı, rengi ve kamera dili ile En İyi Görüntü Yönetimini hak ediyor, almasını da dilerim.
Ulusal Yarışma filmlerini kendi beğenime göre sıralayacak olursam:
- Savrulan Zaman + Evcilik
- Mukadderat
- Gülizar
- Balinanın Bilgisi
- Ayşe
- Acı Kahve
- Fidan
- Sevgili Katilim Berlin
- Seni Bıraktığım Yerdeyim
- Galata
- Hatırladığım Ağaçlar