Filmekimi yeniden yollara düştü, İstanbul’dan çıkıp Diyarbakır, Ankara ve İzmir izleyicisiyle buluşacak. Ve bilet alabilen herkes film eleştirmeni olacak! Anlı şanlı festivallere gidip, bir sürü para harcayıp bazıları ünlü ve / veya usta olan, bazıları yeni yetenek diye lanse edilen yönetmenlerin filmlerinde hafakanlar basmasını deneyimleyecek! Bu eleştirmenler de bir şey beğenmiyor diye hariçten gazel okuyanlar, sıra sizde. Bu cümlelerde ironi yok.
Sinema dünyasında bazen bir yıl çok iyi filmler çıkar ve ertesi yıl onlar kadar iyisine rastlamayınca düşkırıklığına uğrarız. 2023 ile kıyaslayınca 2024 pek de verimli bir yıl değil. Türkiyeli dağıtımcılar yılın en parlak filmlerini ithal etti, Filmekimi de programına aldı. Biz de beğenmeyiveririz ne olmuş? Önemli olan izlemek ve film kültürünü geliştirmek. Hemen hepsini eninde sonunda sinemalarda, platformlarda ve televizyonlarda göreceğiz. Sean Baker’ın Altın Palmiye kazanan filmi Anora 1 Kasım’da vizyona girecek, örneğin.
Lale Kart sahiplerinden arta kalan biletler yarın, 27 Eylül Cuma günü, satışa çıkıyor. Vaktiniz ve / veya bütçeniz darsa yılın müstakbel gişe hitlerinden Tod Philipps imzalı, Joaquin Phoenix ile Lady Gaga’yı bir araya getiren Joker: İkili Delilik ile açılışını yapacak olan Filmekimi’nde mutlaka izlenmesi gereken dört film önerebilirim: Aydınlık Hayallerimiz, Dünyanın Sonuna Üç Kilometre, Ateşle Oynamak ve Büyük Yolculuk.
Cannes’da Jüri Büyük Ödülü kazanan Hindistan yapımı Aydınlık Hayallerimiz’den ve Miguel Gomes’a En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran Büyük Yolculuk’tan Ayvalık Film Festivali yazılarında söz etmiştim. Aydınlık Hayallerimiz ender rastlanan zerafette bir film, kadınların iç dünyasını, aşk ve özgürlük arayışını özenle ifade ediyor. Büyük ekranda izlemenin önem taşıdığı Büyük Yolculuk ise Gomes’ın farklı formatlar, tarzlar ve dönemler arasında gezindiği benzersiz bir çalışma. Romanya’dan Dünyanın Sonuna Üç Kilometre Cannes’da Queer Palmiye kazandı. Oyunculuktan yönetmenliğe geçen Emanuel Parvu, yazın turistlerin geldiği bir Rumen köyündeki feodal yapıyı, bağnazlığı, yozlaşmayı, cezasız kalan şiddeti, mizojiniyi ve homofobiyi ülke sinemasının alamet-i farikası denebilecek psikolojik derinliği ve gerilimi arttıran uzun planları benimseyen bir sinema diliyle anlatıyor. Ücra bir Rumen köyünden bir Fransa işçi kasabasına geçtiğimizde de ne sosyalist ideoloji ne sendikal hareket ne de şefkatli bir aile ortamı gençlerin neo-faşist eğilimlerini önlemeye yetmiyor. Otoriteye isyanı ve düzeni değiştirme isteğinin eskilerin devrimciliğinden çok başka bir karanlığa evrilmesini bir babanın gözünden anlatan Ateşle Oynamak, Delphine ve Muriel Coulin kardeşlerin imzasını taşıyor. Mola / Voir du Pays adlı filmlerinde Afganistan görevi dönüşünde Güney Kıbrıs’ta bir tür psikolojik adaptasyon molası veren askerlerin yaşadıklarına odaklanan Coulin Kardeşler Avrupa’nın ikilemlerine tanıklık etmeyi sürdürüyor.
Bu dörtlünün yanına bir film daha eklemek isteyenlere önerim, Emilia Perez. Cannes’da hem Jüri Ödülü alan hem de Arjantinli transkadın oyuncu Karla Sofía Gascón, Zoe Saldaña, Selena Gomez ve Adriana Paz’dan oluşan kadrosuna ortak bir En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandıran Emilia Perez, acımasız bir Meksikalı uyuşturucu baronunun cinsiyet değiştirmesini konu alan sansasyonel bir eğlencelik. Amerikanvari janr filmlerine yatkınlığına rağmen bir Avrupalı auteur olarak değerlendirilen Jacques Audiard’ın bu sıfatı en az taşıdığı filmi Emilia Perez…
Andrea Arnold’un Kuş ve Muhammed Rasoulof’un Kutsal İncirin Tohumu filmleri de yönetmenlerinin bugüne kadarki filmografilerinin en alt sırasında yer bulur, ancak. Yine de hiçbiri Paolo Sorrentino’nun adını Napoli şehrinin antik dönemdeki Yunan kolonisi Parthenope’den alan filmi Su Perisi kadar görkemli bir düşüş değil. Homeros’un Odyssea’da anlattığı gemicileri şarkısıyla baştan çıkarıp öldüren sireni Parthenope ile ilgisi olmayan bir rivayete göre, kentin adı Yunan kolonisinin kurucusunun fırtınada ölen güzel kızından geliyor. Sorrentino da güzelliğini nesneleştirme derecesinde sergilediği kahramanı ile Napoli arasında bir paralellik kurarak, halihazırda Parthenope adını taşıyan üniversiteyi de dolaylı olarak hikayeye dahil ederek eski usul İtalyan filmlerini andıran bir film yapmış. Belki de kendi Amarcord’unu yapmak istemiş, ama ortaya çıkan eser nostaljik ile demode arasında gidip geliyor.
Kutsal İncirin Tohumu üçte ikisi çarpıcı ve ibret verici bir film! Adından başlayarak İran’ın halihazırdaki teokratik rejiminin ince bir eleştirisini yapıyor. Ülkedeki protestoların cep telefonuyla kaydedilmiş görüntülerini de bolca alıntılayan film artık otoritesi sarsılan patriyarka içinde aile yapısının çatırdamasını, kuşak çatışmasını, kadınların isyanını son derece etkili ve gerilimli bir şekilde yansıtırken birden tür, hatta ideoloji değiştiriyor. Bir korku filmine dönüşüyor ve finalinde ilahi adalete sığınıyor.
Arnold’un İngiliz Özgür Sinema akımının devamı niteliğindeki toplumsal gerçekçi filmlerinin ortak noktası alt orta sınıftan gençlere, özellikle de ergen kadınlara odaklanan öyküler anlatmasıydı. Kuş, tekil bir çalışma olarak kalmazsa Arnold’un sinemasında bir değişimi haber veriyor. Çocuk yaşta çocuk sahibi olanların kaçınılmaz aile sorunlarına odaklanan bu filmde Arnold hem bir fantezi öğesi kullanıyor hem de daha hafif ve mizahi bir ton tercih ediyor.
Ingmar Bergman ve Liv Ullmann’ın torunu Halfdan Ullmann ailesinin devasa sinema mirasının altında ezilmeden, güncel meselelerle ilgilenerek kendi yolunu çizebileceğini Armand ile gösteriyor. Ama bir okulda öğretmen ve velilerin bir taciz olayını tartıştığı bu film gereğinden uzun tutulmuş ve Dünyanın En Kötü İnsanı filmiyle yıldızı parlayan Renate Reinsve’nin performansına fazlasıyla yaslanıyor. İsveç ve Danimarka filmlerinde sıkça örneğine rastlanan kinizm ve örtülü mizojini de eksik değil. Renate Reinsve, Sundance ve Berlin film festivallerinde hayli ilgi gören, her nedense Türkçe ad konmamış A Different Man’de de karşımıza çıkıyor. Ama bu filmde yardımcı rolde… Başrolde ise nörofibromatozis hastalığından mustarip Adam Pearson ile Sebastian Stan var. Oyuncuların performanslarına diyecek yok ama seksenlerin başından çok tipik bir Amerikan bağımsız filmini izliyor gibiyiz. Sanki Woody Allen New York’ta geçen bir body horror filmini kendi mizahıyla harmanlamak istemiş…
Diğer filmleri henüz izlemedim ama hedeflediklerimin başında Yandaki Oda ve The Brutalist geliyor. Pedro Almodovar’ın Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanan filmi Yandaki Oda / The Room Next Door yönetmenin filmografisindeki ilk İngilizce yapım. Tilda Swinton ile Julianne Moore’un başrolleri paylaştığı bu melodram, hayatlarının hassas bir döneminde yeniden bir araya gelen iki eski kız arkadaşın ilişkisine odaklanıyor. Sigrid Nunez’in What Are You Going Through adlı romanından uyarlanan bu filmin Almodovar sinemasından beklentileri karşılamanın ötesine geçtiğini umuyorum. The Brutalist ise Venedik’te eleştirmenlerin gözdesi oldu ve FIPRESCI Ödülü kazandı.