Üzerinde yeşil parka, yüzünde pos bıyıkla Arnavutköy’deki Dulkadiroğulları Yokuşu’nu tırmanması ya da inmesi hala gözlerimin önündedir. Mahallenin yeni yapılan binası olduğu için aramızda hala Kemer İnşaat diye anılan apartmanda, eşi Tezer Özlü ve kızı Deniz ile oturduğu daireye gidiyor ya da oradan çıkmış, gidiyor… İlkokul çağında, bir grup özgür çocuğuz: Kırlarımız var, ağaçlara tırmanıyoruz, çıkmaz sokaklarda, evlerimizin bahçelerinde doya doya oynuyoruz. Deniz en küçüklerimizden, benden dört yaş küçük, bu yüzden annesi bizi koridor duvarı boydan boya kitapla kaplı olan evinde oynamaya çağırıyor sık sık. Aile çok şey yaşadı yıllar içinde, ben o eve çok girdim çıktım…
Aklım ermeye başladığında Erden Kıral’ın kim olduğunun ayırdına vardım. İstanbul, Berlin ve film setleri arasında bölünen hayatının tanık olabildiğim kısmında beni çok çarpan iki isyanı vardı: “Yönetmenlik de iş mi! Hayatım para arayarak geçti!” demişti birinde. “Dilan”ı çekmek için Berlin’den geldiğinde ona oyuncu olarak şarkıcıların önerilmesine çok sinirleniyordu, Derya Arbaş ile çalıştı sonunda, film de Cannes Film Festivali Yönetmenlerin On Beş Günü bölümüne seçildi. 2011 yılında benden önsözünü yazmamı istediği Aynadan Yansıyan Hatıralar (Agora Kitaplığı) adlı kitabında hayatı boyunca yaşadığı sıkıntıları o kadar net ve içten anlatır ki! Elde ettiği büyük başarıların ardında bile o çekilen sıkıntıların yarattığı gerilimi hissedersiniz. Kazandığı ödüllerin tadını çıkaramadığını satır aralarında okursunuz.
Son yıllarında da film yapmakta çok zorlandı başta finansal olmak üzere birçok açıdan. Sağlıklı bir film endüstrisine sahip bir Avrupa ülkesinde onun gibi ustalık mertebesine erişmiş bir yönetmenin önüne serilirdi yapımcılar ve olanaklar… Ancak Erden Kıral’ın kuşağı bu ülke sinemasının en çilekeş kuşağıdır. Onca emek vererek, onca zorlukla çekilen filmlerinin yasaklanması genç bir yönetmen olarak Erden Kıral’ı çok yaraladı.
Sinemayı henüz Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümü’nde öğrenci iken Sami Şekeroğlu’nun Kulüp Sinema 7’de gösterdiği filmleri izleyerek sevdi. Bilge Olgaç’ın asistanlarından biri olarak görev yaptığı ilk filmi Krallar Kralı’nın başrol oyuncusu, dönemin starı Yılmaz Güney’in cesaret vermesiyle setlerde çalışmaya devam etti. Kemal Film’deki yılları bir sinema okulu yerine geçti. “Film yapmaya dair her şeyi” Osman Seden’in başasistanı olarak çalıştığı “Çalıkuşu” setinde öğrendi… Edebiyatımızın en özgün kalemlerinden Tezer Özlü ile evlendiği 1969 yılında Yeşilçam’dan yorgun düşüp reklam çekmeye başlamıştı… O dönem Yılmaz Güney’in Umut için asistanlık teklifini bile reddetti. Ama bir yandan sinema yazıları yazıyordu çeşitli dergilere, özellikle Yedinci Sanat’a. Çağdaş Sinema dergisini çıkardı bir grup entelektüelle. Onat Kutlar ile tanıştığı Sinematek gösterimlerini kaçırmıyordu. Yetmişli yıllarda teorik sinema çalışmalarına yoğunlaştı. Paris’e gidip geliyor, oradaki Sinematek’te filmler izliyor, çoğu ressam olan arkadaşlarıyla vakit geçiriyordu.
Yılmaz Güney hapishanedeyken Güney dergisini çıkarmaya başladı onun için, hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir dönemde politik çatışmalar ve kamplaşmalar arasında kaldı. Reklam çekmeyi bırakıp sonunda yönetmen koltuğuna oturdu. Tarık Akan, Tuncel Kurtiz, Kamran Usluer ve Meral Orhonsay’ın rol aldığı, gerçek bir öyküden esinlenen Kanal ile Moskova Film Festivali’ne seçildi. Hemen ardından senaryoyu yine Kurtiz ile yazdığı Orhan Kemal uyarlaması Bereketli Topraklar Üzerinde’yi yaptı. Berlin Film Festivali Forum bölümüne ve Locarno Film Festivali’ne seçildi. Çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle yıllarca sinemada gösterilemeyen bu filmin yenilenmiş kopyasının 2008 İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimine Marc Caro’yu götürmüştüm. Film boyunca dönüp dönüp bana hayranlığını ifade eden mimikler yaptı. Böyle bir klasiğin nasıl olup da saklı kaldığına şaşırdı.
Ardından meslek hayatının “en karanlık dönemi” diye tanımladığı macera başladı. İmralı, Bursa, Isparta cezaevlerine gidip, bazen geceleri orada kalarak üzerinde çalıştıkları “Bayram” filminin çekimlerinden kovuldu! Umut filminde Güney’in asistanı olan Şerif Gören tarafından baştan çekilen “Yol” ise 1982 yılında Altın Palmiye kazandı. Erden Kıral ise 2005 yılında Venedik Film Festivali’ndeki gösterimine katıldığım “Yolda” adlı filminde “Yol” filminin başlangıcından bir kesit anlattı. Post tenebras lux! Tezer Özlü’nün önerisiyle Ferit Edgü’nün “O” adlı romanını okuyup “Hakkari’de Bir Mevsim” başyapıtına dönüştürdü! “Yol”un Altın Palmiye kazanmasının hemen ardından Genco Erkal ve Şerif Sezer’in rol aldığı bu film de Gümüş Ayı ve FIPRESCI Ödülü kazandı. 2011 yılında Selanik Film Festivali Balkan Survey bölümünde retrospektifi yapıldığında bir kez daha birlikte izledik, bu filmi. İzleyicilerin söyleşideki coşkusu unutulmazdı.
Berlin Sanat Akademisi’ne üye olup bu şehirde yaşamaya başlamış, bunca başarı kaydetmişken “En sofistike, en zor filmim” diye tanımladığı “Ayna”yı Yunanistan’ın Andros adasında çekti, yine bir dizi aksilikle… Sete çıkarken çekim süresinin daraltılması üzerine otel odasına kapanıp senaryoyu kısalttı. Bu sürrealist film Venedik Film Festivali’nde yarıştı. Ancak Türkiye’de Tercüman gazetesi yazarı Rauf Tamer filmi suçlayan, Vatan Hainleri başlığını attığı bir yazı yayınlayınca Berlin’de bir ağacın altında ağladı Erden Kıral. Hollywood’un büyük isimlerinden Menahem Golan ile yapacağı proje ise filmin starı Hanna Schygulla’nın yazdığı senaryoyu beğenmemesi üzerine suya düştü…
“Dilan”ın ardından Kadri Yurdatap yapımcılığında, başrolünü Aytaç Arman’ın üstlendiği, gerçek ile kurmacanın iç içe geçtiği, plan sekanslar kullandığı “Av Zamanı” ile bir üslup denemesi yaptı. İlk dönem çalışmalarından farklılaşan bir filmiydi bu. Onu izleyen “Mavi Sürgün” ise Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın aile ilişkilerine ve Bodrum’a sürülüp Halikarnas Balıkçısı haline gelişine dair, özellikle Türkiye’de çok beğenilen, İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan bir film oldu. Hanna Schygulla ile barışan Erden Kıral, Can Togay’dan da çok iyi bir performans almıştı. Türkiye’nin Oscar aday adayı olan film Hollywood standartları için elbette fazla arthouse idi, ama Kıral’ın filmografisinde onu memnun eden bir yere sahipti.
Yeniden İstanbul’da yaşamaya başlayan Erden Kıral televizyon ve reklam çalışmalarına başladı. 1942 yılında doğduğu Gölcük depremde yerle bir olmuştu. O bölgede yaşayan ailesi zarar görmüştü. Ama kamuoyuna yansıtmadı bunları… Sinemaya dört elle sarıldı.
“Yolda”dan sonra Nurgül Yeşilçay, Tülin Özen ve Murat Han’ın oyunculuklarıyla göz doldurduğu ve ödül kazandığı “Vicdan” (2008) dinamik kurgusu ve zamanı yakalamaya çalışan senaryosuyla Erden Kıral’ın bitmek bilmeyen genç sinemacı potansiyelini ortaya koyuyordu. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması dolayısıyla çektiği “Haliç” yıllar sonra Balat’a dönen bir Rum karakterin sesiyle (Mihail Vassiliyadis) anlattığı bölgeyi ve çokkültürlülüğü görüntüleyen bir belgesel olarak bu projedeki diğer yapımlar arasından sıyrıldı.
Tülin Özen, Tansu Biçer ve Nadir Sarıbacak’ın rol aldığı “Yük” (2012) ise sıradışı bir aşk üçgenini, çizgisel olmayan bir kurgu, Bressonvari minimalist ve sembolist bir sinemayla anlattığı alçakgönüllü bir başyapıttı. Ancak tuhaf biçimde radar altında kaldı. Dünya festivallerinde çok daha iyi bir performans göstermesini beklediğim bir film oldu “Yük”.
İki dönem Yönetmenler Derneği başkanlığını yapan, Türkiye Sinema Konseyi Başkanı olarak bütün sektörün yararına olacak bir yasa çalışmasını gerçekleştiren ancak bu yasanın TBMM’ye sunulmamasından üzüntü duyan Erden Kıral hem sisteme hem sinema alemine duyduğu kırgınlığı da her sorulduğunda dile getirir olmuştu… Beğenmediği filmlerin ödül kazanmasına tepki gösteriyordu… “Konjonktürel ödüller” diye niteliyordu, bunları.
En son filmi “Gece”nin Nurgül Yeşilçay, Mert Fırat, Ayça Damgacı, İlyas Salman gibi oyunculardan oluşan kadrosuna rağmen hedefi bulamaması, ne gişede ne festivallerde bekleneni vermemesi onun filmografisi için talihsiz bir kapanış oldu. Pandemi öncesinden bu yana Halit Refik Karay’ın “Sus Payı” öyküsünün uyarlamasını çekmeye çalışıyordu, ancak bu projeyi gerçekleştirme olanağını henüz bulamamıştı… Bu yıl İstanbul’u terk edip Kaş’a yerleşen Erden Kıral Haziran ayında İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde jüri başkanlığı yaptı. Yeni kuşak sinemacılara güven tazeledi.
Bazı söyleşilerinde “Setlerde öleceğim,” derdi Erden Kıral. Koşullar onu bu kadar yorup bir kıyıya, güneşin altında dinlenmeye çekmese öyle de olacaktı. Dinlemesini bilen sinema yazarlarına o sağlam sinema teorisi bilgisiyle yazma üzerine yararlı öğütler verecekti… Bir Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde daha -hala duruyorsa- onun sevdiği çay bahçesine gidip bütün gece sohbet edecektik… Bir Adana Altın Koza Film Festivali’nde daha yeni filmi yarışacaktı… Bir İstanbul Film Festivali’nde daha klasikleşmiş filmlerinden birinin yenilenmiş kopyasını izleyecektik… Yeni filmlerinin öyküleriyle zenginleşmiş yeni baskısı yapılacaktı kitabının, ben Film Gibi Bir Kitaba Sıradışı Bir Önsöz daha yazacaktım gururlanarak…