A password will be e-mailed to you.

Balkan Naci İslimyeli’yi(1947-2022) ani kaybedişimiz karşısında arşivimize sığınıp sanatçının Ayşegül Sönmez’le 2009 yılında yaptığı söyleşiyi* yayınlıyoruz.

 

Ayşegül Sönmez-1970’lerdeki politik resimlerinize tekrar baktığımda ‘Ranza’ farklı geldi diğerlerine göre. Emek üzerinden sınıf meselesi, arzu kavramıyla birlikte bu resimde. Size göre de öyle mi?

Balkan Naci İslimyeli: ‘Ranza’ ve diğerleri Maltepe’deki tutukluluk dönemi resimlerim. Taslakları orada çıkmıştır. Maltepe askeri cezaevinde geçirdiğim o dönem, Türkiye ve kendi gerçekliğim üzerine bir laboratuar dönemidir. Türkiye’nin sayılı aydınlarıyla aynı koğuşu paylaştım. Çetin Altan’ından tutun Sabahattin Eyüboğlu’na, dönemin bütün yazarları oradaydı.

 

-Nasıl bir devrimciydiniz siz?

Ben resim yapan bir devrimciydim ve o tavrım çok eleştirilirdi, ‘Devrim kapıda, sen ne resmi yapıyorsun’ denirdi. O dönem resimlerim tam anlamıyla toplumsal gerçekçi değillerdi. Çünkü insanın bütün gerçekliği, toplumla olan gerilimi kadar, tutkuları, cinselliği de ilgilendiriyordu beni. Bunları anlatmadan sadece sınıf mücadelesine indirgemek resmi kabalaştırıyordu. Nitekim, yaptıklarınızın bir anlamda kaba olduğunu sonradan fark ediyorsunuz. Ama öfke ateşi içinizi yakıyorken haksızlıklar esnasında kontrollü olamıyorsunuz o kadar. O yaptıklarımdan şikayetçi değilim çünkü çok içtendim.

 

-Cihat Burak’la çok ilişkilendirdim o dönem resimlerinizi.

Bugün yeni derecelendirme yapılırsa Türk sanat tarihinde dönem açıcı birkaç isimden biridir Cihat Burak ve Yüksel Arslan. Bunlar hem toplumsal hem bireysel ustalıklarını resimlerine yedirebilmişlerdir. Yüksel Arslan hem Kapital’i çiziyor, hem de fallus resimleri yapıyor. Sizin Ranza resmi için söylediğiniz gibi. Burak ve Arslan, bence Türk resminde esas kilometre taşlarıdır. Lokalle evrensel arasındaki ayrımı reddeden ve bunu görsel olarak başaran iki ustadır.

 

-Herkesin yanıtlamayı çok sevdiği bir soru: Türkiye’de çağdaş resim, sanat kiminle başlar? Yüksel Arslan ve Cihat Burak’la mı?

Evet, Türk resim sanatında farklı farklı kişiler, farklı farklı milatlar yaratıyorlar. Mesela bizden önceki kuşakta Orhan Peker vardır. Ama Orhan Peker’de piktürel derinlik, boyama kalitesi dışında çok özel bir dünyadan söz edemeyiz. Ama baktığı şeyleri sadelikle ve tekstürel zenginlikle anlatabilen çok önemli bir boya ressamıdır. Ama Yüksel Arslan ve Cihat Burak birer dünya sunarlar önümüze. Ben Türk resminin modernleşme sürecini, devlet eliyle kotarılmış kırsal kesim pitoreskinin hemen ertesinde başlayan, kentleşme süreci içinde görüyorum. Çünkü kent, karşıt tezlerin ve çarpışmaların alanı. Bu kentleşme sürecinde İstanbul gibi bir kentin tarihini, derinliğini, güncel katmanlarını tarayan ve birleştiren iki tane büyük usta bunlar. O yüzden büyük başlangıç. Bir ülkenin modern sanat tarihi, kentleşmesinin tarihidir. Onların arkasından bizim kuşak geliyor. Daha doğrusu ben o kuşağa ekleniyorum. Bu anlamda ikinci kuşak Alaattin Aksoy, Komet, Neşe Erdok, Altan Gürman,Mehmet Güleryüz. İkinci ve boyutlu bir kentleşme, benim de dahil olduğum modernleşme açılımı.

 

-Bu isimlerin figüre yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz bugün? Türk resminde figür, hiçbir zaman aslında insanın kendisini değil, ona atfedilen ideal bir değeri temsil etmemiş mi? Mesela Alaattin Aksoy figürü ya da Neşe Erdok figürü üzerine ne söylersiniz?

Onların insan figürüne bakışında bir yabancılaştırma var. Ortak yanları o. Biçim bozmayı yani distorsiyonu, bir tür kişilik imhası gibi görüyorlar. Fransız varoluşçuluğunun kendini var etmesi olgusu var onlarda. Prematüre bir şemadan insanın tekrar varolması, fizik olarak. İnsanı öyle kullanıyorlar. Trajik bir Batılı kentli yalnızlığının figürün bedenine yansıyan izdüşümleri gibi. O yüzden bu figüratif kuşağın resminden, Cihat Burak’ın, Yüksel Arslan’ın sanatını daha cüretkar görüyorum. Onlardan zaman olarak geri bir dönemde olmalarına rağmen. Figürü bir gösterge olarak kullanmıyor onlar. Aslında bizim kültürün bütününde kendinden kaçma var. Kendinden söz etmeyi mahrem sayan bir kültür ve ben kariyerim boyunca bunu yıkmaya çalıştım. Kendinden söz etmenin sanatın temel meselesi olduğunu vurguladım.

 

-Bütün o narsisizminiz bundan mı ileri geliyor?

Siz de öyle düşünüyorsanız, evet. Bundan dolayı toplumla aramda gerilim oldu. Ama ben tavrımda ısrar ettim. Çirkin bir adam olsaydım bu sevimli bile bulunabilirdi. Neyse ki yaşlanıp çirkinleştim mesele halloldu.

-O zaman siz bir narsist olarak yani doğru algılandınız…

Israr ediyorsunuz. Bu bir meydan okumaydı. Sanat, kendi hikayemizdir teziydi. İnsanlar, kendilerinden çok örtük, çok kapalı bir biçimde bahsediyorlardı. Sanat, bir çıplak görünme halidir aslında. Böyle yorumluyordum.

 

-Yerel ve evrensel olma kuşkularım olmadı, demişsiniz…

Dünyanın verilere bakışındaki hatayı, biz mazoşizmimizle, taşralılığımızla izah edemeyiz. Onların onların bencil ve saldırgan yanlarıyla da açıklanabilir bu. Bir şeyi evrensel kılan, o şeyin sanat eseri olup olmadığıdır. Bu İranlı birinin de hikayesi olabilir. Bir Türk’ün de… Bugün dünya o noktaya yavaş yavaş geliyor. Nasıl geliyor? O Anglosakson hakimiyet yorulup yıprandığı için, alternatifi göçmenler yaratabildiği için.

 

-O zaman bu bize evrenselliğin öldüğünü göstermiyor mu?

Ben şöyle diyorum: aslında ölmedi, zaten yoktu. Biz, bizden daha zenginlerin işlerini, evrensel sanat zannediyorduk. Herkes bir merkezdir.

 

-Son sergiye gelirsek. Sergi metninde Batı resminin kadının eline verdiğini söylediğiniz nedir?

Batı’da, hep Doğu için, kadına haksızlık ediyor gibi düşünülür. Batı da etti ve ediyor. Bütün o klasiklere Tiziano’ya, Rubens’e, Raffaello’ya baktığımızda hep ayna ve kadın ilişkisi vardır. Genellikle bunlar, yarı çıplak kendini hayranlıkla seyreden kadın portreleridir. Ayna bir aksesuar. Halbuki ayna öyle bir düzlem ki bence nesnel gerçeklikle tinsel gerçekliğin bir kapışma alanı. Dolayısıyla Doğu’nun Batı’yla karşılaşma koridoru, aynı zamanda bir yüzleşme, bir sorgulama alanı ayna. Ben bu sergide kadınlar bu konuyu işlesin, ben yapımcı olayım, dedim. Küratör lafını sevmiyorum. Onlar ısrar ettiler sen de bir şeyler ver dediler. Sanatçı olarak da katıldım.

 

-Sizin bir ev kadınının fotoromanı diye ev içine dair bir işiniz var değil mi?

Kadın sanatçılar, bunları görmezlikten geliyor. Bir tür feminist dayanışma o. Erkekler sanki kadınlar üzerine düşünmüyor. Halbuki benim Odalıklar serim var. Dejavu serisi var. Mesela bir ev kadınının fotoromanı var. Karımı model olarak kullandım. Tamamen kapalı mekan içindeki şizofrenik hayal dünyası üzerine kadınların. Madame Bovary’yi de erkek yazmış, Anna Karanina’yı da.
Kadınlarla ilgili bir sergiyi bir erkeğin yapması… Zaten her şeyi erkekler tayin ediyor ve erkeklerin kadınları seçerek yaptığı bir sergiye hiç ihtiyaç yok, bu çok cinsiyetçi bir tavır dersem?
Asıl bu söylediğiniz cinsiyetçi tavır. Evet, erkekler konuştu, kadınlar susturulduğu için. Ama konuşanlar içinde iyi sanat yapanlar dürüst konuştu.

 

-Kim mesela?

Kadınlara ilişkin sorunları ele alan erkek binlerce sanatçı vardır.

 

-1970’lerden beri üretim yapan bu kadınlara borçluyuz diyorsunuz sergi metninde. Neler borçlusunuz mesela? Kim bu kadınlar?

Bir kısmı bu sergide var; Bilge Alkor, Candeğer Fürtun, Beril Anılanmert, Meriç Hızal daha sonraki kuşaktan Neriman Polat’ı aldık.

 

-Anneler kuşağı var bir de. Güncel genç sanatçılar bizim bir babamız yok ama annelerimiz var diyorlar, Gülsün Karamustafa, Hale Tenger, Ayşe Erkmen’i anne ilan ediyorlar.

Onlar süt anneleri, asıl anneleri de geride. Babasız büyümelerine de üzüldüm doğrusu. Neyse, bence bunu zorlamamak lazım. Türkiye’de sanat tarihine bakanların, bu konuda yazanların, eleştirmenlerin ihtiyacı olan tek şey dürüstlük. Türkiye’de kastlar halinde yaşanıyor. Dış ülkelerden başlayıp kendi ülkesinde konumlanmaya çalışan insanlar var.

 

-Küreselleşme sonucu doğal değil mi bu?

Hem doğal hem değil. Ayrıca küreselleşmeye de inanmıyorum ben. Kimin elinde bu küre, kim dünyanın falına bakıyor. Sanatçı bu kadar potansiyeli olan bir sanatçı ise diye başka ülkelerin referansına ihtiyacı olsun ülkesinde güçlü olmak için.

 

-Ülkesinde görmezden geliniyorsa, kimse kapısını çalmıyorsa çalanlar da dışarıdakilerse?

İçeride hiç mi anlaşılmıyor bunlar? Ee, peki bizim mücadelemizin anlamı ne? Biz de anlaşılmama riskini göze aldık. Ama mücadele ettik. Bir şeyleri yerinden oynattık. Yani sanatçı, mutlaka kendi ülkesinde ürün vermek zorundadır demiyorum. Ama birini, birine tercih etmek yanlıştır diyorum. Kendi ülkesinde ve aynı oranda dünya düzleminde.. Ben kotalara sığınan bir sanatçı olmayı reddediyorum. Burası gerçek bir evrensel merkez..Bu nedenle yalnızca biz onlara değil onlar da bize açılacaklar.. Ben ayrıca İstanbul’u taşra olarak görmüyorum. İstanbul, dünyanın kalbi. Kültürel anlamda baktığınız zaman hem doğu hem batı hem kuzey hem güney hem taşra hem metropol. Ben onun için, tamamen İstanbul’a adayacağım bir sergi hazırlıyorum. Biz ne yapsak bu kente borcumuzu ödeyemeyiz ve ben sanatçıların bu kentten doğru dürüst yararlandıklarını da düşünmüyorum.

 

-Peki Ekin Saçlıoğlu’nun Hiyerarşi isimli resmindeki yer almanıza ne diyorsunuz? Asistanınızın resminin konusu olmanıza.

O ben miyim? Asistanıma sorduğumda bana öyle söylemedi. Yazıyı yazanın yakıştırması dedi Her sakallı Balkan Naci midir? Ben öğrencilerine o resimdeki gibi tepeden bakan bir hoca olmadım hiçbir zaman. Sevilen bir hoca oldum. Eğer o bensem bu anlamda doğruyu yansıtmıyor.

*Ayşegül Sönmez’in 22.06.2009 tarihli söyleşisinden, Radikal Gazetesi, alınmıştır.

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-23 12:55:42