Bu sıralar en çok kendime, bir süredir rahatsız anneme, hürriyeti soruyorum. Hür olmaya giden yolların hala aynı olup olmadığını. Yol deyince işin içine mekan giriyor, sokaklar, zamanlararası dar sokaklar, geçmiş yokuş aşağı inilen hürriyet yolları, yokuş yukarı yürüyerek gidilen, hürriyete doğru sapılan yollar.
Tam bu noktada nereden geliyoruz? Biz neyiz? Nereye gidiyoruz? diye sormaya devam ediyorum.
Gauguin’in Fransız Polinezyası’nda yaptığı en felsefi resmine yazdığı gibi. Tahiti’de.
O Japonla bunu konuşmuşlardı muhakkak. Ama onun Japon olmasına daha vardı.
Evet Ömer Bey. Paul Gauguin, ilk Fransız Polinezyası’na gittiğinde orada çok meşhur, sonradan Japon olacak bir Yunan vardı.
Lafcadio Hearn.
İsmi doğduğu Yunan adası Lefkada’dan geliyor.
On yedi yaşında Katolik halasıyla meteliksiz Londra’da kalana kadar Yunan. Annesi gri İrlanda’da tanıştığı ilk Yunan erkekle memleketine geri kaçınca Lafcadio da Amerika’ya üstelik New Orleans’a gidecek. Çok geçmeden gazetelerde yazarlığa başlayıp döneminin Mark Twain, Edgar Allen Poe ile filan anılacak kadar tanınacak.
Ama sonra soluğu Tahiti’de alacak.
Siz dersiniz Yunan sanatı, gündüzün sanatı. Mısır, gecenin.
Lafcadio, bir süre Tahiti’de takılsa ve Paul ile tanışsa, ona çevirdiği Maupassantları ilgi duyduğu Pierre Loti’yi, gotik hayalet hikayeleri anlatsa da Japonya’ya gidecek buradan.
Lafcadis’den bir Koizumi çıkacak. Koizumi Yakumo.
Japonya’yı Batı’ya takdim edecek bir Yunan Japon.
Budist rahip kahramanlarına kıssadan hisse hikayeler anlattıracak.
Samurayın aldığı resmi ona vermediği için öldürttüğü rahip Koji.
Samurayın resim rulosunu açmasıyla karşısına çıkan boşluk. Resim filan yok.
Ve Koji’nin gerçekle ilgili nasihati:
“Hakikiyse bir hikaye fazla hakikiymiş gibi anlatmayacaksın o resim gibi kaybolur o zaman hakikat.”
Bu ikisinin tanıştığı biliniyor. Ama ne konuştukları üzerine düşünmek bana ilaç.
Şimdi hep atölye karşısında biraladığmıız artık tabii ki olmayan Bade’de sobanın hararetiyle anlatırdım kesin ne konuştuklarını size.
Soluksuz.
Gauguin, derdim, bir sürü çocukla münasabete girmiş, Tehura, Pahura, Atuona, bu çocuk yaştaki kadınlardan çocuklar yapmış.
Yıllar sonra, 1917. Somerset Maugham, Gauguin üzerine romanı yazmak için o adaya dümen kırmış.
Bu kadınlardan Atuona, Somerset Maugham’a sır vermemiş ser de vermemiş. Gauguin ile ilgili hiçbir şey söylememiş. Bir de azarlamış buralara geldin utanmadan bir de bana para getirmedin, diyerek.
Sizin Afrika’da tanıdığınız, kendisini gece belli bir saatten sonra beyaz sanan ve etrafındaki siyahileri “pis zenciler” diye kovan kahramanınıza ekler bunlar benden.
Sizi özlemek böyle bir sey. Sizin kahramanlarınızla anlaşacak yeni kahramanlar bulmakta yatıyor.
Babamın sevdiği balıklara yeni balık türleri ekleyemediğim gibi sevdiği balıklar da tükeniyor.
Babamı anmak için her sene yemeye gayret ettiğim 40 palamut yalan oldu.
Hayaller palamut, gerçekler yosun. O temizmiş ve pahalı.
Henüz lüfer yiyemedim. Kalkanın içinde ağır metal varmış. Musilaj kesin var hepsinde de diyorlar.
Musilaj, denizin kusmuğu. Marmara’nın kusmuğu.
Ömer bey, ağır metal temizliği garantili ayağınıza masaj yapan salon var Kadıköy’de. Pandemide gitmek mümkün değil. Ne yazık ki.
Kesinlikle bir bira daha alırım. Glutensizi deneyelim mi?.
Soruma dönecek olursam: Nereden geliyoruz? Neyiz biz? Nereye gidiyoruz? sorularından önce.
Siz evet “köklere inanmıyor”sunuz. Aksine “kendi kendinize yaratma özgünlüğüne”, “ret oyununa inanıyor”sunuz.
Biliyorum. Benim sorum o çok dans sever anneme de biraz.
Belki de dans etmek istemesin diye .
Orhan Koçak’ın sorusu gibi size:
“Bir çekirdek, bir tohum dönüştürümlerin merkezinde, kökeninde ya da başlangıcında duran öyle bir şey oldu mu?” 1
De Chirico’nun Ulysses’in dönüşüyle ilgili bir figürü olmuş.
Tohum olmuş. Onunla oynamış. Oynamış. O, manken olmuş.
Annem de bunu düşünsün. Yattığı yerde. Hürriyetinin tohumu var mıydı? Bir başlangıcı? Hür olmak isteği midir hürriyetin tohumu?
Dans etmek istemez artık.
Buna bir yanıtı var Alexis’in. 1921 yılında İstanbul’a geldi. İki yıl yaşadı. Onu tanıdım. Günlüğü var çünkü. Gün gün. Onu iyi tanıyorum. Arada nükseden ırkçılığına kadar.
Sizi tanıştırmak istiyorum.
Alexis’in Koçak’ın sorusuna yanıtı, biraz fazla mı ciddi?
Yoo, siz de alırsınız tüm soruları ciddiye. O kadar söyleşi yaptık! Hatta en ciddiye alınmayacak olanları da.
Alexis ciddiyetle karışık coşku yok net tutkuyla yanıtlamış Koçak’ı. Şöyle bir 85 sene önce kadar.
Ömer bey, siz gittiğinizden beri sanatçı fazla arkadaşım yok.
Umut burnundan dolaşan arkadaşım hiç yok.
Ben dolaşanlarla geçtiğimiz yüzyılda bir aşağı bir yukarı trende gibi gidiyorum.
Marmaray açıldı. Belki onun etkisi mi? Feneryolu Durağı. Mesela evden sokağa adım attıktan toplam 45 dakikada Beyoğlu tünelde olabiliyorum.
Bu hız beni geçtiğimiz yüzyıl içi mi kılıyor ?
Nereye gidiyorum?
20.yüzyılın başından sonuna gidip geliyor. Yok aslında başından ortasına en çok.
Tarih öncesi Lucy’nin bacak bacak üstüne attığı atölyenize gelmem 45 dakika meselesi.
Alexis Gritchenko, Koçak’ın sorusunu şöyle yanıtlıyor:
“İlk ortaya çıktığımız andan itibaren, bize kendimize özgü bir damga vurulmuştur. Tohum da tıpkı böyle kendine özgü mayalarla filizlenir ve hep şu veya bu bitki türü halinde boy atar. Farklı rüzgârlar, değişen toprak ve su koşulları ortaya çıkan bitki türünün ancak yönünü, gürlüğünü ve dış niteliğini değiştirir – temel öğeleri ve özü ise sonsuza dek değişmeden kalır. Bizans’ın merkezi öyle bir kalori gücüne sahipti ki hiçbir şey bizim gürbüz ve barbar Kuzey’imizdeki etki alanını daraltamazdı. Düşmüş başkentin entelektüel kültürünün itibarı, benzersiz güzelliği ve sıradışı önemi yüzyıllar boyunca Rus ruhunda onun mirasçısı ve ona sahip olma hakkı fikrinin ilham kaynağı oldu. İster iyi ister kötü, ister doğru ister hayal ürünü olsun, bu fikir bizim gözümüzde Bizans ve Konstantinopolis’in taşıdıkları özel anlamın bir göstergesidir.”
Alexis Gritcehko, bir Ukraynalıydı. Dediğim gibi 1921’de geldi İstanbul’a.
İstanbul, başlı başına bir tohum onun için. Sanki o dikmeden dikilmiş tde. O tohumun nasıl büyüdüğünü yerinde inceleyecek.
Buradan da Paris’e gidecek.
İnanılmaz suluboyaları var Ömer bey.
Özerk suluboyalar. Zamanı dışı. Zamanı öncesi! Bunu severdiniz akran sanat dediydik ya bir akşam çağdaş sanata. Gülmüştük ben gevrek siz cömert kahkahalarla.
Bu suluboyalara zorlarsam Helen Frankenthaler’in 1950’leri derim. Ama zorlarsam. O etkide. O özgürlükte. Gevşek. Bir seferde çabucak çıkmışlar. Nefisler. Nasıl çıkmasın adamı açıkhavada resim yaparken ajan bu kroki yapıyor diye tutuklamak istiyorlar.
1920’lerin multi culti İstanbul’u. Bu kalabalığa giren Bizans izinde bir Ukraynalı ressam Alexis.
Kraliçe kentinde durup durup hızla kalabalık dağılacak korkusuyla resim yapıyor. Adeta koşarak yapıyor.
İstanbul, tonun için tüm diğer kentlerin, tüm kiliselerin koruyucusu. Kraliçe kent işte.
Kağıt yokluğu. Ekmek yokluğu. Resimleri yırtmasın subaylar diye hızla yapıyor. Akrilik de yok o zaman. Bu hıza suluboya yetişiyor.
Onun Rus ruhunda Bizans’ın merkezi İstanbul öyle bir güçlü ki dolaşa dolaşa çoğu zaman aç ve üşümüş soluksuz bizi de gezdiriyor o günlüğünde.
Nereye gidiyor Alexis?
Gürbüz ve barbar Kuzey’in etki alanını açan Bizans’a. Düşmüş başkente. Entelektüel kültürünün itibarı, benzersiz güzelliği ve sıradışı önemi yüzyıllar boyunca ihmal edilen başkente.
Entelektüel vatanımız neresi?
Marmaray ile hop 15 dakikada suyun altından Boğazın içinden çıktığım Tünel gibi varılacak bir yer?
Alexis’in var yine yanıtı. “Güya İtalya”. Ama aslında değil. Alexis’in İtalya’nın karşısına diktiği Ortaçağın Grekleri.
İtalyan sanatı karşısında barbar, cansız ve yoksul bulunan “Ortodoksların sanatı”nı tutuyor.
Ortaçağın Greklerini anlamak için iki yıl İstanbul’da kalıp bulduğu her kağıda o şahane fondip resimleri yapacak.
Bunu da yeni buldum Ömer bey. Hani o 50’lerin meselesi hep konuşurduk. Bir seferde çıkan resimler.
Çabucak. Sizin de akriliğe tutulmanıza neden o hıza dair resimle ilgili.
O bir seferde yapılan soyut dışavurumcuların o bir seferde bıraktıkları toz dumanın o çiğ(astarsız) tuvalde bir seferlik zafer ya da yenilgileri.
Alexis’inkiler de öyle suluboyalar. İzleri Ortaçağın Greklerinin, Bizanslıların, Osmanlı’nın.
Biraz ciddiyet!
Bu Bizanslıları anlamayan Haçlılar Ah!
Ve aforoz eden Romalı papalar! Tüh!
Yedirmez Alexis. Hareketsiz, dogmatik, kendini yenilemekten aciz bulmaz!
Asla!
Bu Alexis Ömer bey, Sezer Tansuğ gibi düşünüyor.
Tansuğ gibi Slav renkçiliğini başlatanların buradan Rusya’ya gidenler olduğuna getiriyor konuyu neredeyse.
Ayasofya’yı, Theodosius surlarını, Kariye Camii’ni, Bizans’ın Pompei’si sayılan meşhur Mistra’nın (Sparta yakınında), Selanik ve Daphni’nin tapınaklarını gördü. Gördüğünü günlüğünden biliyorum.
Ve sonucu, bu harabeler, İtalya’nın görkemli sanatını geride bırakmıyor.
Cimabue ve Giotto’nun dehası, peşlerinden gelecek Andrey Rublev’imizin dehasıyla eş.
Konstantinopolis, Selanik ve Mistra’nın soluğu Venediklilerin, Pisalıların, Napolililerin yelkenlerini şişirmiş, diyor.
Onların fikirlerinin uzantısıdır İtalyan Rönesansı, diyor. Hümanizma, Mistra hücrelerinin tonozları altında, onun dağların tepelerine kurulmuş, kartal yuvalarını andıran saray ve manastırlarında başladı, da diyor.
Bu etki ve tepkiler, ona göre mucizevi paradokslarla dolu. Her ikisinin sanatsal miraslarının kaderi de aynı ölçüde trajik ve beklenmedik olaylar bakımından zengin çünkü diye açıklıyor.
Tohumlar uçuşuyor.
Ravenna bir zamanlar bir Bizans kentiydi.
Hazineler birbirini andırıyor.
Ruslar Ömer bey İstanbul’a Çargrad diyorlarmış.
Çargrad’ı Notre Dame gibi ziyaret ediyor.
Notre Dame yandı bu arada. Kül oldu resmen. Restore edilecek. Peki çağdaş Notre Dame nasıl olacak? Birebir aynı mı olmalı?
Ne dersiniz?
Alexis, Ömer Bey bizimkilerle tanışıyor. Tanışmaz mı? Türklerin sanat eğitimlerinin üçüncü sınıf Fransız ressamların özellikle de Alman ressamlardan aldıklarını görmek sinirini bozuyor. Aşağılayıcı, diyor. “Biz Slavlar için de aynı şey geçerli.”
Çallı ile kanka oluyor. Bir Uspenskiyen mistisizm aşılıyor ona da Mevleviler’i konu ediyor Çallı.
Çağdaş yoga dünyası Uspenski ile ilgileniyor şu ara.
Niye Alexis Alexis anlatıp duruyorum! Çünkü Ömer Bey, bana sizi hatırlatıyor fena halde.
Romaioi [Romalılar/Rumlar], çeşitli ırklardan Doğulular, Slavlar, Latinler, Venedikliler, Katalanlar, Fransızlar, Cenevizler, Kuzey Avrupalı maceracılar da bana sizi hatırlatıyor.
Sizin gibi maceracılar. İstanbullu bir maceracı olarak sizin nereden geldiğiniz üzerine düşündürüyor beni.
Ne olduğunuz? Nereye gittiğiniz üzerine…
Hristiyan ve müslüman ikon karşıtlığının Konstantinopolis’indesiniz. Bir yanıt bu.
Ve Alexis’in dediği gibi burada “her şey önemli, her şey güzel”.
Ayasofya’nın kubbesi, Hora’nın mozaikleri, Boğaz’ın suları, Eyüb’ü vaktinden önce saran yeşillik, gizemli kızların bakışları, çocukların fesleri, sokaklar, bağırışlar, dumanlar ve köprülerin gürültüsü, surların, mezarlıkların, türbelerin sessiz- liği; hepsine aynı soluk nüfuz etmiştir, hepsi aynı hayatın parçalarıdır. Bir Bizans kilisesi aynı zamanda cami olmuştur ve müezzin minaresinden günde beş vakit ezan okumaktadır; su kemeri Roma devrine aittir ama Osmanlı kemerleri de barındırmaktadır. Sultanların suyu günümüze dek buradan akmayı sürdürmüştür ama çocuklar da burada uçurtma uçurmaya bayılırlar ve burada karşımıza çıkan Türk kahvehanelerinin de Türk hamamlarının da hepsine Romaioi ruhu sinmiştir.
Marmarayla bu görünmez suların içinden geçiyorum.
İmparator Mihail IV ve İmparatoriçe Zoe, 1990 tarihli resminizi gördüm. Bu bir yerleştirme. Bir durak başlı başına.
Sizin gibi boğulmadan bir kıyıya varacak mıyım?
Annem emin değil bir kıyıya çıktığından bir kıyının olduğundan, boğulduğundan emin.
Paris soyutu, New York soyutu derken Bizans, Osmanlı, Amerika, Fransa, Afrika karma liginden çıkardığınız mesela bebe ikonlarla, Zoe, Yalnız George, Lucy, Mihail, deniz cinleriyle, Batman ile, Yarasa ile dolu o kıyıyı tarif etmeyi istiyorum.
Bu kıyıya çıkardığınız tarih öncesi figürler, RNA benzeri morph’lar, köklere inanmayışınızın işaretleri!
Çünkü gelenekten yana olursanız bir takım kurallar devreye girecek. Ama geleneğe de bakmazsanız bir
gün herşey gelenek olacak o zaman “hiçbir şeye bakamazsın”.
Hani şu füzyon’unuz. Yeni füzyonlar onları birbirine bağlayan görünmez yeraltı sularında görünür olur.
Kültürlerin birbirinin yerini alışı birbirinin üzerine yığılışı tamamlayışı metaverse’de elde edilemeyecek o katmanlar, görünmeyen ama kıyıya sürükleyen katmanlar, rüzgarlar, dalgalar.
Önce Yunan sonra İrlandalı ardından İngiliz sonra New Orleanslı ve finalde Japon olacak Lafcadio-Koizumi, Alexis’le iyi anlaşırdı.
Gotik korku hikayeleri anlatırdı ona da.
Son yıllarında her seferinde daha az turistik daha ilkel bir adaya taşınan Gauguin ölmeden önce şöyle demiş:
“Kimse iyi değildir, kimse şeytan değildir, herkes hepsidir, benzer şekillerde ve farklı şekillerde.”
Paul Gauguin’in son Vaeho’su (kadını) Atuona’dan olan oğlu Emile Marae a Tai, tam 58 yaşında adaya gelen Somerset’in de arkadaşı Fransız bir gazeteci kadın Josette tarafından gaza getiriliyor.
Ressam oluyor. Josette onu Chicago’ya götürüyor. Sergiler açıyor. 1960 gibi filan.
Jacques Tati gibi de bir tip Emile. Annesine çekmemiş.
Babasının genleri ona geçmiş diye yazıyor gazeteler.
“Avrupa ile Asya binbir yanardağ püskürmesi sonucunda tarih öncesi devirlerden bu yana ayrı duruyorlar.”
Alexis bu yine.
İkon karşıtlığınin merkezi İstanbul’dan bir maceracı olan siz, Prokopius’un Gizli Tarih’i gibi sanatın da gizli bir tarihi oluyor, dediniz Ece Ayhan’a.
Bizim Entelektüel Grad. İki l’ele mi bu Entelektüel Grad tek l’eyle mi?
Bu bizim ülkenin tarihi mi? Bizim şehrin? İkonu bir bebe mi?
Bizans’ın gümüşi ışığıyla birlikte Osmanlı renkçiliği içinde Afrika’ya da giden maceracılığınız.
Alexis’in Güya İtalya’sı. Alexis’in füzyonu.
Sizin füzyonunuz, mozaikler, freskler dünyasının karşısına diktiğiniz o süssüz dediğiniz, soyut, renkli dediğiniz, geometrik dediğiniz, color field’ler.
Bu iki sanat, özgünlükleri karşıtlıklarıyla büyüler sizi.
Afrika ise figürle soyutu ayırmayışıyla. Hayattan oluşuyla.
Alexis’i renklerin içine yeşiller, morlar, çivit mavileri karıştığı, görkemli bir Bizans mozaiğinin, her şeyin yabani, ağır, tehditkâr olabildiği İstanbul büyüler.
Hürriyetin hep karşı kıyısında olduğunu düşünüyor şu an annem.
Şimdi haftalardır dikilemediği için dik dik bakan annem.
Peki ya Bizans diye soruyor ya Ece Ayhan ısrarla,
Sizin karşılığınız:
“Ona uçmak, Osmanlı’ya uçmak çok karışık ve karmaşık bir yerde yaşıyoruz. Ağırlıklar mor Bizans’ta, Osmanlı’da Sarı…”
Bir Japon daha var Ömer bey. Onu da anlatacağım. Marmaray’a bineyim.
Evden adımımı attıktan tam 45 dakika sonra Tünel’deyim.
Alexis ama çok kafa di mi?
O dediğim Japon var ya, o da bir değişik.
Erken Cat Stevens. Abdülhamit’in etkisiyle müslüman olmuş ilk Japon. Ama ülkesine döner dönmez Geyşa evlerine gitti, Müslümanlığı unuttu diye yazıyor Wikipedia.
Bizim kökler de işte böyle böyle kendine su mu arıyor nedir? Yeraltı suları?
Son olarak Ömer Bey,
Umut burnundan medet umuyorum bunu bilin.
Umut burnundan dolaşıyorum yeter ki hes kodunu tamamladığım bir İstanbul kartım olsun.
Bu da mühim.
Çok sevgi özlem ve kesinlikle glutensiz bira değil normal bira. Mümkünse fıçı.
En yakın zamanda dans eden, dikilen annemin müjdesini vermek
Ümidiyle
Umuduyla,
Ayşegül.
Kaynakça:
Umut Burnundan Dolaşarak, Sanatatak Yayınları
İstanbul’da İki Yıl, Alexis Gritchenko, Yapı Kredi Yayınları
Paris Review
Wikipedia
New York Times