Burcu Perçin’in 11. solosu Yeniye Yükseliş sergisi, Yaşam Şaşmazer’in YA DA‘sının 2021 yılına damgasını vuran yenilikçi tavır nasıl olması sorusunu 2022 yılında da sürdürmemizi sağlıyor. Kendi pratiğinde çok hakim olduğu alanları terk edip daha az mahir olduğu alanlara yönelen Perçin, her ne kadar mahirliği bırakmak gibi bir amacım, derdim yok dese de onun için “güzel olanın değişim içinde olan” olduğunu ifade ediyor. Yeniye yükselirken, mekan yanılsamalarının yerini cep telefonuyla çektiği fotoğraflar, her zaman kendi imgelemimizle doldurmak zorunda kaldığımız antik heykelleri ise sanat tarihinden ödünç aldığı dışavurumcu darbeler, jestlerle yüklüyor. ( Hatta son kertede söyleşiye bu girişi yazarken bu heykelleri Mustafa Ata’nın figürleriyle birlikte düşünmek istiyorum. Ata’nın jestlerle doldurduğu o akademik bedenleriyle… ) Perçin’in bu manevrası, Şaşmazer’inki gibi çok değerli. Ve bu kuşak sanatçıların daha alacağı pek çok manevra olacağının habercisi olduğu kadar piyasanın taleplerine ve hatta baskılarına yüz vermediklerinin birer nişanını taşıyor.
Bu antikite etkisiyle baslayalım. Bu referanslar oldukça 80’ler neredeyse retro bir postmodernizm duygusu yaratıyor. Ancak asla ironik ya da sarkastik değiller. İronik olmadığın konusunda yanılıyor muyum?
Yanılmıyorsun, ironik değiller. Antikiteden beslendiğim ve referans aldığım doğru. Bir şekilde daha önceki seriler beni bu temaya yönlendirdi. Kendimi antik kentlerin içinde buldum, mermerlerin tarihinde… İnsanoğlu geçmişte doğa üzerine birçok yapı inşa etti ve kalan zaman varsa etmeyi sürdürecek. Antik dünya bu anlamda beni daha çok kendine çekti ve merakımın giderek artığı bir sürecin içinde buldum kendimi. Önce kentler, mekanlar üzerine çalıştım. Pandemi sürecinde ise antikiteye odaklandım. Belki yaşadığımız dönemi daha yoğun bir şekilde sorgulamamızdan dolayı olabilir. Bugün yaşadığımız zamanın iyi anlaşılması için geçmişin çok iyi bilinmesi gerekiyor. Geçmiş yaşamları, olayları ne kadar iyi anlarsak, bugünü anlamamız ve daha iyi bir gelecek kurmak mümkün olabilir. Hatta geleceğe güvenle bakarız. Bu anlamda antik bedenleri referans alarak geçmiş yaşamların günümüze ışık tutacağının mesajını vermek istedim. Doğayla olan ilişkimizi her işimde sorguluyorum biliyorsun. Dönüştürdüğüm antik bedenleri, doğanın içine yerleştirdim. Bitkilerle sarmaladım, birbirleriyle olan diyaloğunu, etkileşimini ve ifadeleri öne çıkarttım. Doğayla olan sorunlu ilişkimiz de geçmişe dayalı çünkü. Geçmişteki kaynağını anlayabilirsek, sorunu çözebiliriz. İnsan ve doğa uyum içinde olabilir. Ama nerde, nasıl, neden bozuldu bu? Aynı şey kadın erkek ilişkilerinde de geçerli. Eski tarihlerde yani uygarlık öncesinde, cinsiyet rolleri ayrılmıyormuş, cinsiyet meselesini bir problem haline getirmemişler bile. Daha sonra işte mitlerde görüyoruz ki iki tane kimliğe hapsediliyor.
Öte yandan bu figürler yani bu antik figürler başlı başına heykelsi tuvale zıt üç boyutlu olmak üzere tuvalini terk etmeye hazırlar. Bunları yani önce resimdeki figürlerini konuşalım. Sonra yeni heykellere geçeriz. Bu figürlerin bu terk etmeye hazır ve nazır hatta çoktan bulundukları mekanı, senin tuvalini, eskiden bugüne yarattığın tüm o mekanları çoktan terk eden figürleri mi konuşalım?
Tarifin hoşuma gitti. Aslında büyük heykel için tuvali terk etti diyebiliriz. Çünkü üretirken arkasını da düşündüm, figürlerin yaslandığı bir duvar var, o rölyef tadında hissettiriyor işi, duvar ve kaideyle birlikte düşündüğümüzde üç boyutlu bir heykel oldu. Bu şekilde yapmak istememim sebebi Afrodisyas antik kentinin müzesinde gördüğüm rölyeflere vurulmuş olmam. Yan yana sıraya dizilmiş birçok etkileyici rölyefle karşılaşıyorsun orda. Roma yaşamından ve Yunan mitolojisinden tasvirler olan Sebasteion kabartmalarından bahsediyorum. Orayı gördüğümde kendime söz verdim, geçmişte yaptığım mermer rölyeflerin farklı bir uzantısı olarak rölyefler yapacağım diye. Tabi ne çıkacağını o zaman tam olarak bilemiyordum. Önce resimler yaptım, dediğin gibi oradan başlayalım. Yoğun pentür, daha yoğun boya tabakaları kullanarak, yaban orman veya bahçeler içinde figürleri yorumlayarak yerleştirdim, heykellerin uzuvlarını birbirleriyle karıştırdım, soyutladım, biçimsel olarak bu beni çok besledi. Her defasında farklı bir tat elde etmeye başladım. Antik heykel imgelerine doğanın içinde hayat gelmeye başladı. İnsanlaştılar. Bedenlerinden bitkiler çıkarttım. Giderek renklendiler. Geçmişte zaten renkli olduklarını biliyoruz. Ben bir de üzerlerine grafitti tadında lekeler yerleştiriyorum, yoğun renk alanları ve dokular oluşuyor. Hem geçmişte yaptığım metruk mekanlarda kullandığım graffitilerin izleri olarak bakabiliriz, hem de mermer yüzeylerinden soyutladığım, işçilerin taşların üzerine yazdığı rakamlar, çiziler vs., bu resimlerde hepsinin izleri var.
Heykelleri geçtiğimizde tam bu noktada akademik gelenekle kurduğun ilişkiyi de düşünelim birlikte. İster istemez kurduğun… Cemal Tollu’nun o kunt diye tariflenen Andre Lhote etkisiyle adeta yapmak zorunda hissettiği büyük kalabalık kompozisyonlardaki figür geleneği örneğin bu çok figürlü anıtsal rölyefleri andıran bu geleneği bir akademili olarak nasıl taşıyorsun? Taşıyor musun?
Benim akademiyle ilişki kurmak ya da kurmamak gibi bir derdim olmadı açıkçası. Sağlam bir akademik eğitim aldım. Liseden başladı biliyorsun. Bunu olumlu olarak hayatıma geçirdim, ben de iyi yönde işledi. Oraya yapışmadım, orada kendimi sıkıştırmadım ama oradan faydalandım. Cemal Tollu’nun Kunt figürleri bu işleri yaparken çok sonra aklıma geldi. Bu anlamda Neşet Günal ben de daha çok iz bırakmış olabilir. Onların veya batıda Picasso’nun Leger’in üslupsal olarak klasik geçmişe bakışı ile yakın ilişki kurarak bu işleri oluşturmadım. Çok sevmeme rağmen, farklı bir yaklaşımla ele alıyoruz diye düşünüyorum. Onlar sanki temelde insan imgelerini (figürleri) heykelleştiriyorlar, bense antik heykelleri insanlaştırıyorum. Onlara hayat veriyorum. Böyle bir ayrım hissettim mesela.
Bence kesinlikle bu bir taşıma… Çok güzel ifade ettin bu farkı… Onlar heykel kılarken senin insansılaştırman… Burada referanslar Manet’nin pikniğine kadar gidilebilir. Hangi açıkhavada hangi antikite dönemine maruz izleyici? Öncelikle sen?
Türkiye adeta bir açık hava müzesi. Birçok yer gezdim, güzel bir arşiv oluşuyor. Göbeklitepe’den, Çatalhöyük’e, Hattuşaş’tan, Efesten, Egedeki, Akdeniz’deki bir çok kente kadar.. Daha çok yer var listemde görmek, fotoğraflamak istediğim. Resimsel anlamda odağım Roma ve Yunan kültürleri oldu, zaten zamanla antik heykeller ön plana çıktı bu sergiyi oluştururken.
Senin resmindeki o tekniğinin kusursuzluğu ve giderek daha çok o mekana dair kurduğun hakimiyete dair de konuşmak istiyorum. Yanılsamayı katmanları neredeyse hiç tesadüfe yer bırakmayacak kadar maharetle uyguladın yıllarca… Şimdi bu figürler, üç boyutlu bu heykelsiler, jest yani yine darbelerini içerseler de bunların arkasında senin bir ressam olarak yıllardır edindiğin güce karşı, daha az hakim olmak arzusu /iradesi mi söz konusu olan?
Boyayı seviyorum ve iyi kullanıyorum. Ama belli bir üsluba takılmıyorum. Hep değişiyor, farklı şeyler denemeyi seviyorum, öbür türlü sıkıcı olur. Yağlı boyanın ton ve renk yelpazesi çok geniş. Boyamaya başlamadan önce hemen her gün iki saat palette boya karıyorum. Bu ciddi bir zaman. Büyük bir ton ve renk cümbüşü oluşturmadan başlayamıyorum, onlar bir de tuvalin yüzeyinde buluştuğunda daha da zenginleşiyor, orda spontane gerçekleştirdiğim geçişler müdahaleler sanırım tekniği daha sınırsız bir alana taşıyor. O yüzden ben kalkıp kimseye resmimi yaptıramam. Çok yetenekli olsa ve eğitsem de bu mümkün değil. Yıllardır disiplinli, üretken bir şekilde, kendimi vererek çalıştığım için belli bir hakimiyet söz konusu evet, ama her zaman yeniye açık bir bilinçle hareket ediyorum. Heykellerdeki boyayı, tuvallerdeki boyanın etkisinde kullanmaya çalıştım, bu kolay oldu diyemem, sancılı süreçler oldu. Yeni bir şey denerken, yeni bir malzemede özellikle bu olabiliyor ama sonuç tam hayal ettiğim gibi hatta biraz da ötesinde gerçekleştiği için çok mutluyum ve şükürle doluyum. Resimlerimin heykellerini yaptım.
Akademik eğitimine o yıllara dönecek olursam beni ilgilendiren sizin kuşağın ki Ekin Saçlıoğlu, Ansen Atilla, Şevket Sönmez, Ceren Oykut hepinizin aynı eğitim akademi öncesi güzel sanatlar lisesinde okudunuz. Bu sence seni nasıl şekillendirdi? Nelerle çatıştın sence zamanla? Ya da şöyle mi sorayım: nelerle kimlerle uzlaştın?
Ceren bizim liseden değil bildiğim kadarıyla. Ekin, Ansen, Şevket, biz hepimiz aynı sınıftaydık. Güzel anılarımız var o lisede. Mutlaka dinlemişsindir. Özgür bir ortam içinde çok keyifli bir okuldu. Hocalarımız, atölyeler, o büyük bahçe ve en önemlisi arkadaşlık bilinci çok başkaydı orda. Her anlamda dönüp baktığımda iyi ki orada okudum diyorum. Düşünsene lise sıralarında Carravagio- Rembrandt karşılaştırması yapıyor, bunları tartışıyorsun, gerçekten büyük bir şans.
Disiplinli olmayı öğrenmek de en büyük kazançlarımdan biridir. Sanatın bilgiyle, deneyimle, yaratıcılıkla gelişen, büyüyen bir yolculuk olduğunu biz o yaşlarda hissettik, öğrendik ve bunu hayatımıza geçirdik.
Peki ya pandeminin üzerindeki etkisi bedeninle ki tuvali de beden gibi düşünürsek mesafeleri nasıl hissettin? Dünyaya kendine bedenine karşı ya da yakın?
Antik bedenlerden kendi bedenimize geçelim. (Gülüyor…) Pandemi bir çoğumuz için zorlayıcı bir dönemdi, belki alıştık gibi ama hala devam eden, insanları sarsan bir durum söz konusu. Kendi deneyimlerime baktığımda, ilk birkaç haftanın şaşkınlığı dışında bunu yapıcı bir şekilde kullanmaya çalıştım. Daha çok çalıştım, daha çok okudum, daha sağlıklı beslendim, üreterek, spor ve meditasyon yaparak miskinlik moduna izin vermedim. Evde olmak, atölyede olmak, yalnız olmak, bunlarla ilgili zaten bir sorunum yok. Daha zihinsel, ruhsal bir özgürlük anlayışım var. Vicdanım rahatsa, evin içinde iç huzurum varsa özgür hissederim. O yüzden evde oturuyorum, hiç sosyal hayatım kalmadı, kendimi sıkışmış hissediyorum gibi şikayetlerim pek olmadı. Olanı kabul edip, gereğini yapmak bana iyi hissettirdi. Üretmek, yaratmak çok iyi geldi. İnsanların ve devletlerin virüsle ilgili politikalarından, tavırlarından elbette rahatsız oldum. Bunu da zaman içinde kabul etmeyi öğrendim. Çünkü hiçbir şeyi söylenerek değiştiremiyoruz… Şikayet ettiğimiz bizi zorlayan bu düzeni değiştirmek için birlik olmayı, birlikte hareket etmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bunları sık sık düşündüğüm için sergideki büyük heykele ‘Birliğin Gücü’ ismini verdim.