Ömer Uluç’un doğumgününü Artpress dergisi kurucu editörü, eleştirmen yazar Jacques Henric’nin onunla 1987 yılının Nisan ayında Artpress dergisi için yaptığı söyleşiyi yayınlayarak kutluyoruz. Şahsa Özel Hiyeroglif söyleşisini Umut Burnundan Dolaşarak kitabının bir (Sanatatak Yayınları) ve ikinci genişletilmiş baskısında (Alef Yayınevi) bulmak mümkün.
JH • Resminde insanı hemen çarpan, hareketin geniş, keskin, süratli yanı. Hem esnek hem şiddetli… Buna bir tuş diyemeyiz; daha çok bir renk boşalımları serisi. Görünüşte biçimsel açıdan tekrarcı bir üst üste geliş… Bu jestin sana nereden geldiğini biliyor musun? Ona nasıl bir işlev yüklüyorsun? Hareket eden, tüm beden mi, kol mu, sadece el mi?
ÖU • 60’ların ortasında, mekanik bir biçimde, büyük bir karalama arzusuyla, özel hayatımdaki felaketleri uzaklaştırmak için, belki de batıl itikatlarla, desenler yapıyordum. Biçimsel açıdan figüre doğru giden soyut ve asabi bir süslemecilik söz konusuydu ve uçan kişilerden parçacıkları andıran desen serilerine vardılar. Çıkış noktalarından biri muhtemelen budur.
Paralel olarak, dönemin öforik estetizmlerinden kurtulmaya çalışıp, dediğin gibi renk boşalımlarıyla üst üste binen renklerle resim yapıyordum. 70’lerin ortasında bu hareket benim için bir tür kışkırtmaya, hatta saldırganlığa dönüşmüştü. İstanbul’da yaşıyordum o sıralar, sonra resim dışı nedenlerle Afrika’ya gittim. Neticede Afrika’da sadece resim yaptım, sadece de kadın figürler.
Bu hareketle düşünme alışkanlığı edindim ve bu, kimi yolları bulmama yardımcı oldu. Örneğin sürekli tekrarlanan figürler. Bir tür kekeleme, bir tür hız. Ve, mümkün olduğunca daha canlı bir imgeye varmak için, bir tür askıda kalma durumu. Şeylerle nesnelerin hare- ketine her zaman ilgi duydum. Örneğin fütüristlerin sanatında, Eski Mısır sanatına veya Giacometti’ye kıyasla, bir şeylere, belki sadece içinde yaşadıkları döneme yapışıp kalmışlık ve oradan da kıpırdamazlık görürüm ben. Mısır sanatına gelince, o, bütün zamanların ötesinden bizlere ulaşır. Üstüme yürüyen şeyleri resmediyorum daha çok, yinelenen ve bir kaostan sıyrılan nesneleri; şu veya bu şekilde onları bir düzene sokuyorum.
Resmi yapışımda bir süratim olduğu doğru ama işleri bitirmem hep zaman alıyor.
JH • Kuşlar, su, denizaltılar, tankerler, bir tank, taştan aslanlar… Bu figüratif temalar kendilerini nasıl kabul ettiriyorlar sana? Rastlantıyla mı? Belli bir formel, fantazmatik mantıkla mı?
ÖU • Bunlar aktüaliteden sızan konular, batıl inançlardan veya antropolojiden elemanlar; kimi zaman da takıntıların karşılıkları. Gündelik kayıplar karşısında bireysel savunmamı oluşturuyor, başkalarıyla paylaşacağım bir şeyler sağlıyorlar bana. Kargalar, denizaltılar, tankerler oradalar, İstanbul’un orta yerinde, kentin ortasından bir koridor gibi geçiyorlar, su üstünde. Onları görmemek zor değil diyeceksin. Doğru, ama ben ancak yeni yeni onları resmime katabildim. Büyük kentlerin gürültüsünde gerçeklikle nasıl ilişki kurulabilir? Bu gerçekliğin yumuşak bölgelerini ve bir dili bulmak gerek.
Paris, altın tozu serpilmiş büyük ölçekli bir yığılma gibi. Bir izler deposu. Burada da en görünürden yola çıkarak resim yaptım, özellikle taş kabartmalardan, hayvanlardan, aslanlardan, çıplaklardan ve türlü şahsiyetlerden hareket ederek… Konular ve temalar sadece şeffaf aracılar değillerdir. Resmederek onları daha size ait kılıyorsunuz ve sanıyorum günümüz resminde giderek daha çok önem kazanıyorlar.
Evrensel sarkazm ve imgelerin bolluğu, bizi giderek, kendimize ait bir hiyeroglife doğru itiyor. Üstünde nesnelerin yüzdüğü bana ait bir göl, benim için önemli. Buradaki çelişki şurada: Paylaşmak üzere sunabileceğimiz tek şey de özgünlüğümüz.
JH • Beni çok etkileyen bir seri var: Bebeler. Bir tablonun yegâne figürü oluşları, resimde nadir bir temadır (genelde anne ve aileler pek uzakta değildir…) Bu seri nasıl doğdu? İsimlerden biri: Bebe İkon. Niye ikon?
ÖU • Resmimin ana çekirdeği bu bebeler, bu kadın-bebeler ve erkek- bebeler; hayaletler gibi, killing’ler gibi korku figürleri. Sanıyorum her ressamın böyle bir ana çekirdeği, tercihli konusu vardır. Bütün serüvenlerin sonunda ona dönülür, belki en büyük serüven de odur.
Yarı soyut yarı figüratif kompakt ve çok renkli figürler döneminden sonra, ki onlar insanları çağrıştırıyorlardı ve içlerinde belki bebeler de mevcuttu bile, az önce bahsettiğim armalar döneminde, daha betimleyici tarzda kadın resimleri yapmaya koyuldum. Bu figürün bende ilk kez bu denli net bir şekilde belirmesi o zamandır.
Sonra Afrika, soyut gibi, figüratif vb gibi estetik kategorilerin hepsini gözümde alt üst etti. Estetik kurallar konusunda çok katı geleneğe sahip bir ülkeden geiyordum; Afrika sanatını kendi atmosferinde görmek beni çok etkledi. 70’li yıllardı, büyük tuvallere geniş jestlerle ve çok daha büyük bir özgürlükle hem kadın hem bebe olan o aynı figürü yapmaya koyuldum. Bu, figür çalışmamın ana çekirdeği olarak kaldı hep. İstanbul’un özel ışığında, sonra imgelerin her yerden fışkırdığı Paris’te, onu takip ettim. Belki Bizans’ın gümüşi ışı- ğını düşünerek ona bebe ikon dedim.
JH • ABD’de yaşadın, Amerikan resmine vakıfsın. Sanıyorum Morris Louis’in resmini çok seviyorsun… Amerikalıların resmin üzerinde nasıl bir etkileri oldu? Niçin inatla figüratif kaldın?
ÖU • Amerikan resmine çok vakıf mıyım, bilmiyorum. İlk gidişimde soyut dışavurumculuk hakimdi. Amerika’nın hayal âlemini ortaya serdiği büyük dönemdi. Cesareti ve riskseverliğiyle bir devrime, bir tür “gold rush”a atılıyordu. Bu görüntü beni çok çarptı. Son gördüğüm büyük Morris Louis sergisinin tarihi 1965’tir. Londra’daydı. Bende bir özgürlük duygusu, estetik zincirlerimi kırma arzusu, yolculuklar etme arzusu uyandırdı; onu Matisse’le aynı aileye mensup bir sanatçı gibi görüyordum. Çatışmaların ve çelişkilerin kolay kolay ortaya dökülmediği bir aile. Beni büyüledi, ama paradoks şurada ki, bir bilardo topu gibi tam ters bir yöne gittim. En büyük meziyetlerinden biri o dipteki tazeliktir, merkezden uçlara doğru yönelir, hatta tuvalden de dışarıya saçılır. Şu açıdan de beni çok etkilemiştir: İstanbul’a dönüşümde o güne dek pek duyarlı olmadığım bir geleneksel Osmanlı sanatı renkçiliğine çok ilgi duymaya başladım.
70’li yıllarda, Amerika’ya ikinci gidişimde her yerde kavramsal sanat ve minimal sanat yenilikleri gördüm… Belli bir ilerleme fikrini veren ama eleştirel mesafeden yoksun. Beni çeken yenilikler hakiki bir karmaşıklığı olanlar, bir nevi ulaklar tarafından uzaktan getirilenler.
Sanırım neticede inatla hep figüratif kalmışsam, hiçbir zaman aşırı figüratif olmadığımdandır.
JH • Hıristiyan ve sonra Müslüman ikon karşıtlığının büyük merkezle- rinden biri İstanbul’dan geliyorsun. Aklını kurcalayan ve resmin üzerinde etkisi olan bir konu mudur bu?
ÖU • Bizans sanatında ikonoklazm, muhtemelen Doğu Hıristiyanlığının içinden bir antitez olarak mevcut. Osmanlı sanatı, —ki benim için İslam sanatları arasında en süssüz, soyut renkli ve geometrik olanıdır—gümüş ve altın ışıklı bu ikonalar, mozaikler, freskler dünyasının karşısına dikilir. Bu iki sanat bizi büyülemiştir, özgünlükleri ve karşıt- lıklarıyla; hiç değilse bir nesil sanatçı gündelik olarak bunların içinde yaşamıştır. Orada, çağdaş sanatın periferisinde yaşayan bizler için bu durumun farklı farklı sonuçları oldu. Batı’daki soyut ve figürasyon üzerine yürütülen tartışmaların anlamı bizler için bambaşkaydı.
Her zaman, bugün artık atlatmış bulunduğum gençlik hastalığımın—soyut ile figüratif arasındaki küçük köprüden gerilim içinde geçmek—yaşadığım yer ve onun tarihiyle alakalı olduğunu düşündüm. Köklere inanmıyorum. Aksine, kendi kendini yaratma özgürlüğüne ve ret oyununa inanıyorum. Ancak, yaşadığın yerlerle belli belirsiz ama hakiki bir diyalog kurmak birinci derecede önemli. Kültürlerin yer değiştirmesi, yeni füzyonlar böyle gerçekleşiyor; onları birbirine bağlayan görünmez yer altı sularında.
Kaynakça: UMUT BURNUNDAN DOLAŞARAK , Sanatatak Yayınları, Birinci Basım, s.107