Antropolog aktivist ekofeminist Ebru Güzel ile geçtiğimiz ay Alfa Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Yeni Öncüler: Türkiye’de Toprağa Dönüş Hareketi ve Sağkalım (Survival) Zamanı” başlıklı kitabını konuştuk. Kitap, ekofeminizm gözlüğüyle konuyu incelemekle kalmıyor nice ekogirişimciyi bizlere tanıtarak içimizdeki öncü için bir hareket alanı inşa ediyor.
Corona salgını bize dayatılan tüketim toplumuna kafa yormadan bir yere varamayacağımızı aşırı görünür kıldı. Kitabınızın konusu bu diyebilirim. Bu uğurda mücadele eden pek çok önemli ekogirişimciye de yer veriyor öte yandan. Peki işe nereden başlanabilir?
Açıkçası Corona salgını kitabın yayın sürecine denk geldi. Alfa Yayınları ekoloji konulu kitaplara daha fazla yayın kararını da, Yeni Öncüler dosyasını da önceden almıştı. Dolayısıyla ekolojik mücadelede geç bile kaldığımızı söyleyebilirim. Topraklarımızın yarısı çölleşmiş, biyolojik çeşitliliğimiz azalmış, tatlı su kaynaklarımız kuruma tehlikesine girmişken her şeyin yolunda olduğunu gerçekleyemeyeceğim. Benim alanda görüştüğüm çiftçi, kooperatif kurucusu ya da agroekolojik üreticiler bu paniği 20 yıl önce duyumsayıp kırsala taşınmış kişiler. Yani başlamak değil, koşmak zorundayız. Bir metrekare toprakta dahi üretim yapmalı, tarım ve tohum bilgisini mutlaka pratik etmeliyiz.
Herkes kırsala taşınmak zorunda değil elbet, ama şehirlerde de tüketici kooperatiflerine ihtiyaç var ki üreticiler desteklesin. Küçük çiftçiliğin çoğalması, aracıların kaldırılması, yerel tohum ve köylü tarımına geçilmesi, ekolojik okuryazarlığın artması gerekiyor. Ama permakültür gibi patentli akımlara kapılmadan, bildiğimiz geleneksel tarım yöntemlerine acilen geri dönmeliyiz. Bizim kültürümüzde var zaten bunlar, ne arıyoruz ki?
“Sözüm ona hepimiz doğa severiz ama mücadelede yokuz!”
Kendinizi bir ekofeminist olarak tanımlıyor musunuz ve neden sadece feminist değil de bir ekofeminist olmalıyız?
Ben cinsiyetler arasında denklik sağlanana kadar bütün erkekleri feminist olmaya davet ediyorum. Kadınlar maalesef birlik olamıyorlar belki erkekler desteklerse ilgi çekebilir? Evet; “-izm”le biten her türlü görüşe karşı olanlara hak veriyorum ama şimdi değil. Sadece eleştirerek bir yere varamayız. Her şeye geç kalan bir toplum olduk. O yüzden ben de nereye yetişeceğimi şaşırmış durumdayım. Bundan önceki Eşikteki Çocuk #Tween (Kırmızı Kedi Yayınları) adlı kitabımda; kız çocuklarını ve post-feminizmi yazmıştım. Neo-liberal politikalar yoluyla insanların feminizmden nasıl soğutulduğunu! Madonna’nın fetişleştirilen bedeninin özgürlük olarak pazarlanmasını, dergilerdeki “kariyer de yaparım çocuk da” sloganı sayesinde makineleştirilen kadını, güzellik dayatmasının sosyal medyada çocukları nasıl esir aldığını yazdım.
#Tween etiketini yazın lütfen Instagram’e ne demek istediğimi anlayacaksınız. Sonra da doğanın da kadın gibi hunharca sömürüldüğünü, doğa-kadın ilişkisinin ortak yazgısını ve çifte sömürüyü yazdım. Tüm bunların arkasındaki ataerkil ideolojiiye işaret ettim. Ekolojik talan, sömürü ve yıkım sonucu ataerkil kapitalizmin elimizdeki buğdayı altından pahalı hale getirmek üzere olduğu şu günlerde ister feminist olun isterse de ekololojist, ekolojik mücadelenin bir yerinden tutmamız gerekiyor. Sözüm ona hepimiz doğa severiz, hayvan besliyor ve çiçek bakıyoruz ama bu mücadelenin hiçbir yerinde yokuz!
“Yeni Köylü” kimdir?
Azize’nin öyküsüyle başlamış her şey. Babanneniz Azize ile kendinizi özdeşleştirmişsiniz. Buradan da yeni köylülük kavramına varmışsınız. Hem Azize’yi hem “yeni köylü”yü konuşalım mı?
Azize dünyaya bir düzine çocuk getiren bir doğum makinesi. Ağrıda on birinci çocuğunu dünyaya getirirken can vermiş bir köylü kadını. Yaşamına zerre kadar bir değer biçilmemiş, lohusa yatağında kanaması başlayınca hasteneye götürülmemiş ve ölümünün ardından kız çocuğunun regl dahi olmadan evlendirildiği bir anne. Yeni köylüler farklı, onlar şehirli, okumuş, bir statü sahibi, birikimi olan, sanatsever ve kendini gerçekleştirme ideali taşıyan kişiler. Hepsi böyle değil tabi ama ideali bu. Yeni köylü ya da yeni öncünün köye gidip köylü kadını desteklemesi, köylü ile şehirli arasında köprü olması, düşük olan köy-köylü imajını tersine çevirmesi gerekiyor. Ben ailecek babaanneme olan vefa borcumuzu kitapla ödemeyi denedim. Umarım herbirimiz köklerimize, geleneklerimize ve toprağımıza gereken değeri verecek bir yol güderiz.
“Geç kaldık, iklim felaketleri kapıda!”
Peki eve dönemiyorsak nereye dönebiliriz?
Toprağa döneceğiz. Zaten kitapta yeni köylüleri ya da yeni öncüleri harekete geçirenin toprağa dönüş hareketi (back-to-the-land movement) olduğunu yazıyorum. Bu akım oldukça eski geçmişi hipilere kadar dayanıyor. Ama burada bir açıklama yapmam gerekiyor; kendimizi eylemek için toprağa dönmekten bahsetmiyorum. Yani “Corona’dan korkuyorum, Bodrum’a doğaya yakın olayım” demek değil bu. Evet doğa kendini gerçekleştirmeyi, iyileşmeyi mümkün kılıyor ama öncelikli hedefimiz toprağı onarmak olmalı. Sivas’a, Tokat’a, Muş’a, ana, ata toprağına dönmek, topluluklar oluşturmaktan bahsediyorum. Hem de bir an önce! Dedim ya geç kaldık, gıda azlığı, susuzluk ve aşırı iklim felaketleri kapıda…
“Kent bostanlarını çoğaltmamız şart!”
Şehirdeki ekolojik deneyimleri yaratmak onlara ulaşmak için neler önerebilirsiniz?
Hobi bahçeciliği gibi algınlanmasın lütfen balkonda bile ürün yetiştirmek durumundayız. Yemek amaçlı değil, bitkileri tanımak için. Zaten ne geldiyse başımıza doğa ile peyzajı karıştırdığımız için geldi. Biz güzel bahçeler gördüğümüzde her şey yolunda sanıyoruz. Hop önünde durup bir de özçekimle sosyal medyaya malzeme çıkarıyoruz. Bu bahçelerdeki her şey ticari ve özel üretim, doğal değil ki! Kesme çiçek delisiyiz, ama onların kimyasallarla yetiştirildiğini, örneğin Yalova’yı mahvettiğini bilmiyoruz. Değil sevgi gösterisi diye hediye etmek, eve sokmanın zehir solumak olduğunu bilmiyoruz. Ağzımıza soktuğumuz bir gıdanın nereden geldiği, hangi koşullarda, nasıl üretildiğiyle ilgimiz sıfır! Oysa bu hiç tanımadığınız birinin dilinin ağzınıza girmesiyle aynı şey! Üretim süreçleriyle bağımız kopuk. Çocuklara tohum, su, iklim ve tarım bilgisini vermeliyiz. Okullarda dersi yoksa onu da sorgulamak zorundayız. Kent bostanlarını çoğaltmamız, oralarda çocuklarla zaman geçirmemiz şart.
Köy enstitülerinin günümüzde önemi tekrar mı ortaya çıktı?
Onlar bir özlem, bir nostalji. Şiir gibi. Kime sorsam hayıflanıyor, ama bu yapılar bir türlü güncellenemiyor. Köy evleri bile şimdilerde moda oldu, köy enstitüsü yeniden yaşama geçirilemedi. Kapatan siyasi erkti evet ama açtıran toplum olabilir. Biz hep biri gelsin, o yapsın istiyoruz. Kim çoğunluk, kim güçlü, onu unuttuk.
“Sosyal belediyecilik gerekiyor”
Bu kitabı okuduk ve hemen bir değişiklik yaratmak istiyoruz. Bahsettiğiniz gıdayla olan “ahmakça” ilişkimizi değiştirmeye bunu akıllı farkında bir ilişkiye dönüştürmeye nasıl başlayabiliriz?
Hemen Aysun Sökmen ya da Nardane Kuşçu’ya gidip, onlarla tanışmanız lazım. Keza Anadolu Meraları ve onarıcı yöntemi okuyabilir, SARKOOP kadın kooperatifindeki ya da Temmuz Organik’teki ürünlere bakabilirsiniz. En yakın tatiilde de Burdur’a Lisinia Doğa’nın kurucusu Öztürk Sarıca’ya gidip su projesine katkı sunabilirsiniz. Ben bunların hepsinde bulundum, yaptığı işe kendilerini adamış insanlar. Örneğin Defne Koryürek Slow Food’dan, kanaat önderi olarak tanınıyor, ama şimdi Ayvalık’ta Mutluköy Konukevini yaşam geçirdi. Burada üç aya kadar bedelsiz konaklayabiliyorsunuz; tek yapmanız gereken, ekoloji, sosyoloji ya da antroplojiyle ilgili bir projenizin olması ve onaylarından geçmesi.
Kitaptaki Tunceli örneği çok umut verici. Bunun gibi örneklerin çoğalması biraz da siyasi bir süreci kapsamıyor mu? Farkındalıklı politikacılar başkanlar olmadan nasıl mümkün olacak?
Elbette siyasi bir yapılanma gerekiyor. Bu modelin adı sosyal belediyecilik, daha önce Fatsa’da da yapılmış. Ama dediğim gibi iki örnekten fazlasını telep edeceğiz. Hatta bir partinin vitrini ya da mümkünüymüş gibi durmaması gerekiyor. Sosyal belediyecilik parti üstü bir oluşum, ama çağ o kadar kirli ki…
“Her şeye rağmen ümit var”
En mühimi de Tohum Odası. Türkiye’nin bir zamanlar kendine yeten beş tarım ülkesinden bugün GDO’lu mısır silajı alan bir ülkeye dönüşmesinin suçunu nerede arayalım? Eskiye dönüş sizce mümkün mü?
Şimdi suçlu aradığımız zaman sorunu dışsallaştırıyoruz. Yoksa 80’li yıllarda tarımın ve dolayısıyla çifçinin dışarıdan müdahalelerle nasıl edilgen hale getiridiğini hepimiz biliyoruz. Kandıra’dak Narköy Ekolojik Otelin sahibi Nardane Kuşçu’nun yerel tohum odası var. Sadece domatesin 90 küsür çeşidini saklıyor. Bireysel çabalar artsa ya da talepler çoğalsa her şey mümkün hale gelir.
Son soru, bu anlamda bir iyimser misiniz?
Biz her şeye rağmen ümit var diyoruz. Kıtlığa, kuraklığa, susuzluğa, aşırı hava şartlarının sıklığına, salgın hastalıklara ve iklim mültecisi sorununa rağmen ümit var! Zaten kitapta kıyametçiliğin vahiysel bir retorik olduğunu da eleştiriyorum. Kıyamet tellallığı tarihin her döneminde yapılmış, ama doğayı kendi malın gibi kullanıp kirlettikten sonra felaket uyarılarına da kulağınızı tıkayamazsınız. Ekolojistler yaklaşık son elli yıldır uyarıyor ama biz pandemi günlerinde astrolojiden duyunca ciddiye alıyoruz.
Diğer yandan kitapta sağkalım kavramını vurguluyorum. “Survival” öyle televizyondaki gibi bir oyun değil, ciddi ciddi bir hayatta kalma mücadelesidir. Bugularıma göre 2030 için öngörülen de budur. Son olarak İstanbul’daki dostlarımızı 26 Eylül Cumartesi saat 17:00’de, Erenköy’deki Penguen Kitap’a bekliyoruz. Ayrıca Bursalı dostlarımızı da Melike Epiri’nin organize ettiği Mudanya Bademli’de bulunan Zeyno Kafe’deki sınırlı sayıdaki söyleşiye bekliyoruz. Ekolojik hassasiyetinizden dolayı da Sanatatak ailesinin her bir bireyine teşekkür ediyorum.
Çok teşekkürler
İLGİLİ HABERLER
Ekolojik yıkımı anlatan devasa bir enstalasyon: OverFlow (Taşma)