Delibo mu Sefer Kavala mı yoksa başlı başına Yasemin ve onun “morciğeri” Yusuf Kavala mı bu kitabın kahramanı inanın belli değil. İzmir’de kaybolan Delibo’yu bulmak için onun peşinde sürüklenen kahraman adaylarıyla çkacağınız yolculukta bol müzik dinleyip kederleneceğiniz kesin! Romanın en büyük özelliği belki de bir an’a bir geçmiş’e giderken tutturduğu nadide ritm. Bu hızlı ritme vokal yapan ana ve anti kahraman görünümdeki anlatıcı Yusuf Kavala’nın ne Türkiye edebiyatından ne hayattan aşağı kalmayan, insansever kendini sevmez dünyasına dair kimi zaman kırık dökük bazen şaşırtıcı derece güçlü sesine kapılmamak imkansız.
-Bu kitabın anti kahramanı kim? Yusuf mu? Sefer Kavala mı? Delibo mu? Yasemin mi? Hepsi mi? Yoksa İzmir mi?
Bir “yok kahraman” olan Delibo hariç, hepsi diyebiliriz.
-Anti kahramandan ne anlıyorsunuz? Ben Mister No’yu anlıyorum dayak yememek için yol değiştiren…
Kendisiyle çelişmekten korkmayan, korkmaktan da korkmayan, zaten bunu çok da umursamayan, birkaç tahtası illa ki eksik karakterdir bana kalırsa anti kahraman.
–Kitabın kahramanı Yusuf, bir cv veriyor. Edebiyat biyografisi. Bir tür kendini okuduklarıyla sayıyor. Tarifliyor. Çok şahsi bir özet: Yort Savul ile başlayan Anayurt Oteli’yle devam eden ardından Korkuyu Beklerken Üvercinka Sevgili Arsız Ölüm’le sonlanıyor bu insanın kendi saatini romanlarla sayması… Bu Murat Uyurkulak sizin için nasıl bir CV? (Biliyorum çok tatsız ama ironik olsun diye CV diyorum ama da CV’nin zıttı bir tadı olduğu için) Murat Uyurkulak saysa çocukluktan ergenliğe geçiş kitaplarını liste aynı mıdır Yusuf’unkiyle?
Hemen hemen aynı. Ama bunlara sözgelimi Agatha Christie kitaplarını da eklemem lazım. 12 Eylül’den sonra arandığı için yeraltına geçen amcamdan kalma büyük bir koli bulmuştum babaannemin yaşadığı evde, içinde bir sürü Christie kitabı vardı. Yutar gibi okumuştum hepsini. Polisiye sevgim o zamandan başladı. Tabii ansiklopedileri ve atlasları da anmalıyım… Evden pek çıkmayan, içe kapanık biriydim. Zaten bir yerde uzun süreli arkadaşlıklar kurabilecek kadar kalamadım, çünkü sık taşınırdık. Ansiklopedileri madde madde okuduğumu, atlasları karıştırmaktan haritaları, ülkeleri, başkentleri ezberlediğimi hatırlarım.
-Romanın önemli bir parçası şarkılar. Delibo’nun soundtrack’i acıklı türküler ve rebetiko şarkılarla dolu.(en kısa zamanda soundtrackini yapacağım sanatatak için söz verdim) Bu soundtrack için neler söylemek istersiniz? Müzikle ilişkiniz türkülerle nasıldır? Bu seçki tamamen rastgele ve duygusal mi? Bilinçli olarak mı?
Saz çalınan, Alevi olmasak da solculuktan mütevellit bol bol deyiş söylenen, memleketten dolayı Ege türkülerinin de sıkça terennüm edildiği, rakı sofralarında Türk Sanat Müziği fasılları geçilen bir evde büyüdüm. Bu yanıyla şenlikli bir evdi. Şimdi her ne kadar paslansam da ben de saz çaldım, gitar çaldım, söyledim. 80’lerin sonuna doğru Ahali Mübadelesi meselesi hem edebiyatta, hem popüler kültürde görünür olmaya başlamıştı. Rebetikoyu o dönemde keşfettik, o ciğer yakan, aynı zamanda neşeyi de içeren müzikten büyülendik tabii. Costas Ferris’in 83’te çektiği Rembetiko filmini de anmak lazım, çok etkilemişti bizi. Yani kitaptaki şarkılar, türküler zaten kulağımda, zihnimde yer etmiş, hâlâ söylediğim veya açıp dinlediğim müzikler.
-Yusuf babasının kitabını eleştirirken tam aradığım(ız) edebiyat eleştirmeni. Sustalı çekmeyi de biliyor toz da içiyor hapis de yatmış halk şiirinin imkanlarını da biliyor modern şiirin açmazlarını da… Yunus Emre de Pir Sultan Abdal da Turgut Uyar da Cansever de… Geçtiğimiz günlerde günümüz edebiyatının eleştirmenlerinin metne teorik olarak çok şey atfettikleri söz konusu eleştirdikleri romanı olmadık referanslarla donattıkları bu yüzden de okuru hayalkırıklığına uğrattıkları tartışıldı. Siz ne diyorsunuz? Modern hayatın eleştirmeni Baudelarie’e de gönderme yapacak olursak ki onun formülü sadedir: geçiçi olanda sonsuz olanı görmek bugünün eleştirmeni aslında yazarın tam da kendisi midir?
İnsanın bizzat yazdığı bir metni, sadece yazar olarak değil, bir eleştirmen ufkuyla da görüp yorumlayabilmesi ne kadar mümkündür, bilemiyorum. Bu elzem midir, faydalı mıdır ya da metne bir şey katar mı, ondan da emin değilim. En azından kendi adıma söylemem icap ederse, yazdığım kitaba dair değerlendirmeleri başkalarından duymayı isterim. Zaten bunu yapabilecek donanıma sahip olduğumu da sanmıyorum. Delibo’da şiire dair yazılanlar, bir eleştirmenin değil, yine bir yazarın yorumları olarak okunabilir. Bir de şu var: İnsanın kendi yazdığı metne dair ahkam kesmesi, dahası, olumsuz eleştirilere karşı telaşla açıklama veya savunma geliştirmesi de bana biraz ayıp gelir.
“En azından kendime dair, tek bildiğim hayata ve dünyaya karşı belli bir iyimserliği hep taşımış olduğum”
-Bu yazar/eleşirmen memleket meselelerine yakın acılı yüzleşilmemiş gerçeğe, bastırılmış cinayetlere dair pek çok ah çekiyor Delibo’da. Öfkeli kendine babasına sevdiği kadına… Öfkeyi konuşmak istiyorum ama önce galiba bu yazar/eleştirmenin İzmir’i tüm bu bastırılmış olanı yeni bir tarih yazmak için kovulanları hatırlatan bir form olarak düşünmenizi mi konuşsak? Öyle düşündünüz mü ya da?
Öfkeye ve onun bu memleketteki siyasi sebeplerine, kaynaklarına, tarihi gerekçelerine dair konuşmaya başlarsak bu söyleşi bitmez bence. Önceki kitaplarımda da baskın şekilde bulunabilecek duygular, düşünceler, temalar bunlar. İzmir’e gelirsek, aslında bir yanıyla, yukarıda müzikle ilgili sorduğunuz soruyla bağlantılı bir mevzu bu. Mübadele ile, Rembetiko ile ilgili kültürel ve tarihi alaka, eğer İzmir’de yaşıyorsanız, sadece bir tür serinkanlı bilgiden, bilgilenmeden ibaret kalmıyor. Yürüdüğünüz sokakların, o sokaklardaki mimarinin, sonradan isimleri değiştirilmiş mekânların ve yerlerin, vaktiyle buralarda yaşamış insanlara ait olduğunu anlıyorsunuz. Bir zamanlar o topraklarda bambaşka bir kültürün üretildiğini, geleneklerin yaşandığını, dillerin konuşulduğunu… Beyni milliyetçilikle uyuşmuş biri değilseniz eğer, bu oldukça melankolik, nostaljik, kederli bir durum. İzmir de bu duyguların en güçlü yaşanabileceği şehirlerden biri. Kovulanlara, yok edilenlere, izi silinenlere dair bir hikâye yazıyorsanız, İzmir’den daha uygun bir dekoru az bulursunuz.
–Gerçeklik tarifinizi alabilir miyim? Sizin romanlarınız içinde Delibo en az gerçekçi olan mı mesela?
Gerçeklik ile edebiyat arasında sıkı bağlar kurmalı mıyız, birbiriyle çarpıştırıp terazilere vurmalı mıyız, emin değilim. Bu konuda, en azından kendime dair, tek bildiğim hayata ve dünyaya karşı belli bir iyimserliği hep taşımış olduğum. Bundan önceki kitaplardan da, en karamsar olanlarından bile bir umut ışığını koruyarak ayrılma eğiliminde oldum. Delibo’da da böyle oldu, bir çıkışsızlık veya karamsarlık duygusuyla bitirmedim. Fakat açık yüreklilikle söylemem gerekirse, bir fark da var artık. 7 Haziran 2015’te Kürt hareketinin ve ona destek veren sol-sosyalist grupların 6 milyon oy alıp ülkenin siyaset sahnesine ciddi bir güç olarak çıkışından sonra gelişen süreç beni çok sarstı. Çözüm masalarının devrildiği, Kürt şehirlerinin dümdüz edildiği, göz göre göre katliamların yapıldığı, barışa, demokrasiye, özgürlüklere dair umutların dibe vurduğu, hukukun, adalet kurumlarının bir partinin aygıtı haline geldiği, neredeyse bütün medyanın iktidar bültenine dönüştüğü böyle bir devirde kendime şu soruyu sordum: Bunca şey olup biterken neyin ahkamını keseceksin? Uzun uzun, ağır ağır neyin belagatini yapacaksın? Delibo bu ruh durumundan çıktı biraz da. Diyarbakır’da yaşadım ben dört yıl kadar. Baskının, yoksulluğun, umutsuzluğun en ağırının yaşandığı bir şehirdeki yüksek, gelişkin mizah beni çok şaşırtmıştı. Ben de bu en karanlık dönemlerde, en hafif, en pervasız ve sanırım en komik kitabımı yazmış oldum. Biraz, ismiyle müsemma, bir delinin ruh hali gibi… Zincirlerinden kurtulmuş, anadan üryan soyunmuş, ferahfeza, hiçbir şeyi, hiç kimseyi kafaya takmadan oradan oraya koşan, durmadan konuşan, hiçbir yerde uzun uzadıya duramayan, çığrından çıkmış biri gibi yazdım. Bu yüzden önceki kitaplardaki üslupçuluğu sevenler Delibo’dan pek hoşlanmayabilir.
-Yusuf’un babasına öfkesi Yasemin’e duyduğu öfkesine karışıyor. Kişisel bir öfke belki annenin kaybıyla şekillenen toplumsal bir öfkeye de kolejli arkadaşlara faşist arkadaşlara azınlıklara bir öfkeye de… Öfkeli bir yazar mısınız? Öfke bir sevme biçimi mi öte yandan?
Her duygunun melezlik taşıdığına inanıyorum. Yekpare değil hiçbiri. Gözü dönmüş nefrete de, infilakın eşiğindeki öfkeye de, en aşırı sevgiye de, en koyu şefkate de küçük bir parça zıttı eşlik eder. İçinizde o zıt duygulara dair keşiflere çıkacak cesareti gösteremezseniz yorulursunuz. Nefretten, öfkeden, sevgiden, şefkatten yorulursunuz. İnsan bazen içindeki ötekiyi, bir nevi negatifini yoklamalı. Adına ister hesaplaşma, ister yüzleşme deyin, hayatı iyilik istikametinde yürütebilmek ancak böyle mümkün. İşte bunu yapamadığımız, buna cesaret edemediğimiz için koca bir dünya olarak, memleket olarak halimiz vahim. Kendi adıma konuşursam, öfkeli miyim? Evet. Öfke duymaktan yoruldum mu? Hayır. Çünkü şu yaşıma geldim, hâlâ kimseden, hiçbir şeyden yeterince nefret edemiyorum.
“Yaşar Kemal sanki 92 yıl değil de 1000 yıl yaşadı ve 1000 yıllık yazdı”
-Delibo bir sanrı gibi başlarda sonra ete kemiğe bürünüyor akrabaları bilinmedik ortaya çıkıyor. Romanı en çok senaryolaştıran şey de bu. Televizyon dizileri için senaryo yazıyorsunuz. Onun etikisi olabilir mi? Dizi yazmak roman yazarlığını nasıl etkiliyon? Bir de dizi izlemek? Dizi izliyor musunuz? Evetse neleri?
Yaklaşık on senedir senaryo da yazıyorum. İki-üç yıl öncesine kadar senaryo mesaisi ile roman mesaisini bir arada yürütmekte zorlanıyordum. Aynı dönem içerisinde senaryodan romana veya romandan senaryoya geçiş yapamıyordum. Senaryo yazıyorsam sadece onu yazıyordum veya tam tersi. Duygusu, tekniği, yükü çok farklı mesailer çünkü. Zamanla ikisini birden yürütebilir hale geldim, bu da iki metin türü arasındaki mesafeyi azalttı sanırım. Delibo’daki hızlı akışın, geçmiş ile bugün arasındaki dönüşlerin bununla bir ilgisi olabilir. Bu olumlu bir şey mi, yoksa olumsuz mu, bilmiyorum. Ben de bunu kitabı okuyacakların veya Delibo hakkında yazma teveccühü göstereceklerin yorumlarından öğreneceğim.
-Son sorum benim bu karantinada keşfettiğim Yaşar Kemal üzerine olacak. Delibo’dan alıntılarsam:
“Birileri bu edebiyatçıları fena tufaya getirmişti. KoskocaYaşar Kemal’i bile… Yoktu işte insanın ince bir yeri, tüm gücünle değsen de kırılmıyordu, kılıç da çalsan kesilmiyordu. Ne edersen et, yamyamlık baki, bar barlık cariydi bu yaban bahçede. Ne yaparsan yap, ölüm, zulüm, kötülük hükmünü ferahfeza sürdürüyordu.”
Nedir koskoca yapan Yaşar Kemali’i size göre?
Babam edebiyat öğretmeni olduğundan sağlam bir kütüphanesi vardı. Elbet o raflarda Yaşar Kemal de vardı. İnce Memed’i 10 yaşımda okumuştum. Daha o yaşımda büyülemişti beni. Yazdığı neredeyse her şeyi okudum. Yaşar Kemal’i, onun kaleminin gücünü tarif edecek kelimeleri bulmak çok zor. Hep şunu düşünürüm: Yaşar Kemal sanki 92 yıl değil de 1000 yıl yaşadı ve 1000 yıllık yazdı. O yüzden “koskoca” dışında diyebilecek bir şey bulamıyorum.