Sanatta travma teması, kimi zaman acının kökenine inilmiş bir biçimde, çıplak hâliyle karşımıza çıkar; kimi zamansa bu tema yalnızca acıya değil kurtuluşa odaklanılarak işlenir, güzelleştirilmiş, arındırılmış olarak karşımıza çıkar. Tarihin üstü örtülmüş cinsel saldırıları da sonsuza dek öyle kalacak değildi. Bazı sanatçılar o örtüyü kaldırdı ve gerçekleri ifşa etti.
1970’lerde yarattıkları eserlerde sırasıyla arındırılmış ve filtrelenmemiş cinsel travmaya yer veren isimlerden Faith Ringgold ve Kara Walker, travma anlatısının ne kadar farklı yollarla işlenebileceğini gösteren sanatçılar olarak çıktı karşımıza.
Aracı olarak yorganları kullanan Ringgold, işlemelerinde Amerika’nın kölelik tarihiyle yüzleşiyor ve bu dönem içerisinde hukuki yaptırım uygulanmayan tecavüzleri gün yüzüne çıkarıyor. Sanatçının özellikle The Slave Rape Story Quilt ve The Purple Quilt eserleri bu yüzleşmeye yakından tanıklık eden işlemelere sahip. Ringgold’un yorganları her ne kadar konu olarak toplumsal bir travmadan ve buna bağlı olarak keskin bir dehşet duygusundan beslense de travmadan arındıran ve yeniden doğuşa işaret eden motifler taşıyor. Yorgan materyalinin tanrıların tasvirlerini merkez alan Tibet Budizmi’nin bir parçası thangkalardan oluşması, Ringgold’un yeniden doğuş fikrini sanatının özüne işlediğini gösteriyor.
Cinsel istismarın en ürkünç imgeleri
Walker’ın tasvirleri ise daha az umut verici. Zira Walker’ın sanatında kurtuluşa erdiren imgeler bulmak zor, hatta mümkün değil. Onun sanatında cinsel istismarın en kötücül, en ürkünç imgelerine rastlıyoruz. Örneğin bazı sahneler (Negress Notes’daki gibi) öyle grotesk tasvir edilmişler ki imkansız gibiler…
1970’lerde karşılaştığımız bir başka travma anlatısı Suzanne Lacy’nin farklı sanatçılarla bir araya gelerek, o zamanlarda ‘tecavüz başkenti’ olarak anılan Los Angeles’ta gerçekleştirdiği “Three Weeks in May” çalışmalarıydı. Maps adındaki çalışmasında Suzanne Lacy, 1977’de belediye binasındaki haritanın yüzünü, bölge polislerine bildirilen her bir tecavüz vakası için kalın harflerle ve kırmızı kalemle yazılmış “RAPE” (TECAVÜZ) kelimesiyle doldurmuştu. Lacy, büyük ve kalın harflerle yazılan kelimenin etrafına, hesaplara göre bildirilen her bir suçun yanında dokuz tane bildirilmeyen vaka gerçekleştiğinden, bu sefer ince çizgilerle yazılmış dokuz tane “RAPE” kelimesi ekliyordu. Üç haftanın sonunda harita kıpkırmızı kesilmişti.
2000’lerde cinsel istismara bakış
Leslie Labowitz’in Myths of Rape (2012) adlı çalışmasının iki farklı performansı ise ikinci dalga feminizmiyle dördüncü dalga feminizmin arasındaki farka dikkat çekiyor. Yani 1970’li yıllardan günümüze yaşanan ideolojik değişimlere… Orijinal performansta gözleri bağlı, siyahlar içindeki kadınlar ellerinde “Benim başıma gelmez”, “Yalnızca tanımadığımız insanlar bunu yapabilir” gibi cinsel istismar mitlerini konu alan pankartlar taşımışlardı. Otuz beş yıl sonra Elana Mann ve Audrey Chan; cinsel istismar hakkında artan farkındalıkla beraber performansa kadınların yanında erkekleri de dahil etti. Yeniden yarattıkları performansta, kişiler pankartları tutmak yerine, onları üstlerine giymişlerdi, ki bu da travmanın bölgesi olan, içinde yaşadığı bedene dikkat çekmişti.
Sanatta cinsel travmanın 1970’lerden günümüze dile getirildiği bu yazı aslında Vivien Green Fryd’ın yeni çıkan kitabı In Against Our Will’in özeti. In Against Our Will’de erkek sanatçıları da derinlemesine inceleyen Fryd; cinsiyet, etnisite, zaman ve mekan ayırt etmeyen, pek çok kişinin ortak acısının incelikli bir envanterini çıkarıyor. Ancak Fryd’ın kitabı, yalnızca incelikli ve kapsamlı olmasından dolayı dikkat çekici değil. Aslında hayatla doğrudan ilişkili bir sorunun, geçtiğimiz yıllarda “#MeToo” hareketiyle dünya çapında tepki uyandıran; maalesef ki sanat camiasında da gerçekleşmiş ve gerçekleşmekte olan fakat hakkında sanat topluluklarının pek sesini yükseltmediği bu insanlık suçunu ortaya çıkarmasından dolayı da dikkate değer bir kitap In Against Our Will.
İLGİLİ HABERLER
Handan Koç: “Açık edilen erkek şiddetini pornografik bulan kafalar var”