A password will be e-mailed to you.

İngiliz sinemacı Ben Wheatley kariyerinde ilk kez bir edebiyat uyarlamasına el attığı gibi, yine ilk kez ünlü isimlerden kurulu bir oyuncu kadrosuyla çalışımış Gökdelen’de. Sonuç, en hafif tabiriyle, tartışmalı.

Gökdelenler, sevelim ya da nefret edelim, hayatımızın bir parçası oldu artık. Büyük bir metropolde yaşayıp da kafamızı çevirdiğimiz her yönde, ufuk çizgisini katleden o canavarlardan görmemek imkansız. Belki de bir gökdelende çalışıyor, yahut oturuyor, hiç olmadı öğle ya da akşam yemeklerimizi bir gökdelenin gölgesi altında yiyoruz. Pıtrak gibi biten gökdelenlerin bizi yerimizden yurdumuzdan etmesi an meselesi gibi gelmiyor mu size de bazen? Sanki altımızdan olanca hızıyla fırlayıp yükselecek bir beton canavar bizim de ayaklarımızı yerden kesecek ve bitmeyen bir düşüş başlayacak. Düşüyoruz, gökdelenden düşüyoruz, sürekli düşüyoruz ve beklenen çarpışma gerçekleştiğinde altına girecek bir toprak parçası bile bulamayacağız.

Herneyse, gazetelerden, televizyon reklamlarından, radyolardan bangır bangır yükselen “yaşam mimarı” çığırtkanlarıyla giriştiğimiz psikolojik mücadeleyi bir yana bırakalım ve bilim-kurgu edebiyatının dehalarından J.G. Ballard’ın 1975 tarihli romanı Gökdelen’den uyarlanan filme odaklanalım. Bilenler bilir, 70’lerden beri sinemaya aktarılmak istenen bir romandır bu. Eğer yeterli bütçe denkleştirilebilseydi Nicolas Roeg 1979 yılında çekecekti Gökdelen’i ama olmadı. Roeg ile birlikte filme çekmeye niyetlenen yapımcı Jeremy Thomas’ın (ki Wheatley de onunla çalışmış zaten) birkaç yıl sonra David Cronenberg ile birlikte bir başka Ballard klasiği olan Crash’i çekmesi ise ilginç bir not olarak aklımızda kalsın. Tabii Cronenberg’in 1975 tarihli filmi Shivers’ın girişindeki Skyliner Gökdelenleri’nin reklam sekansının Ballard’ın High Rise’ını fena halde çağrıştırması işin daha da ilginç bir boyutu ve Wheatley’in filmde benzer bir sekansla Cronenberg’e bir selam çaktığı da çok açık. Gökdelen’i çekmek isteyen ama emeline ulaşamayan bir başka isim de Cube filminin yönetmeni Vincenzo Natali, ki onun da en azından Cube’de Ballardyen bir mekan duygusu yarattığını söyleyebiliriz.

İngiliz sinemasında nevi şahsına münhasır isimlerden biri olduğunu kanıtlayan ve yarattığı karakterler ve durumlarla Ken Loach’a da, Ken Russell’a da uzak durmayan Ben Wheatley muhtemelen önümüzdeki yıllarda adını övgüyle anacağımız yaratıcıların başında gelecek. Kill List, Sightseers ve A Field In England gibi birbirinden dünyalar kadar farklı filmlere, üç aşağı beş yukarı aynı çekirdek ekiple imza atan Wheatley birçoklarınca Kubrick’in mirasçısı olarak gösteriliyor. O yüzden High Rise’ın izleyicide yarattığı beklenti de bir hayli yüksek oldu ve bu beklentiyi tatmin etmek de çok kolay değildi haliyle. İşin doğrusu Wheatley ortaya son derece ince işçilikle bezediği, ustalıkla çekilmiş ve aslında bir dönem filmi olduğuna kanaat ettiğimiz (70’li yıllar kokuyor film buram buram ve bir ABBA klasiği olan SOS’in Portishead yorumu da muhteşem doğrusu) yoğun bir iş çıkarmış. Alt katlarda bol çocuklu ve sınıfsal olarak düşük tabakaya ait insanların oturduğu ve katlar yükseldikçe statünün de yükseldiği gökdelen metaforunu (“İhtiyacınız olan her şey burada, dışarı çıkmanıza bile gerek yok”) mükemmelen kuran Wheatley elbette hard-core Ballard hayranlarının hışmına uğrayacaktır (yapacak bir şey yok, edebiyat uyarlamalarını bekleyen en net tehlike budur) ama görsel olarak sağlam bir dünya kurduğunu ve handiyse Hieronymus Bosch tablolarını anımsatan sahnelere imza attığını da teslim edelim. Ütopyanın hızla distopyaya evrildiği bir mükemmel yapıyı anlatan film kısa vadede gerçekleşebilecek bir cehennem tasavvurunu sunuyor ve bunu da öykü örgüsünden ziyade imgelem bütünlüğü içinde ele aldığı sekanslarla ve sınıfsal çatışmaların altını çizdiği bir iskelete yerleştirerek yapıyor. Sonuçta “size yeni bir ev değil, yeni bir yaşam sunuyoruz” sloganının yerini “size yeni bir yaşam değil, yeni bir ölüm sunuyoruz” sloganının alması işten bile değil. 

İngiliz sinemasının yeni yıldızı Tom Hiddlestone’un (kendisini Michael Fassbender ile Benedict Cumberbatch’in iyi bir karışımı olarak nitelendirmek çok mu yanlış olur?) iyi bir iş çıkardığını kabul edelim ama Jeremy Irons (gökdelenin mimarı Thomas Royal rolünde) ile özellikle Luke Evans’ın (kaba saba Richard Wilder rolünde) biraz daha öne çıktığını itiraf edelim. İlk kez böylesi ünlü isimlerin yer aldığı bir kadroyla çalışan (ki bütçeyi toparlamak için gerekli bir hamle) Ben Wheatley’nin kendine ait bir dünya yaratırken yazarın vizyonuyla karşı karşıya geldiği noktalarda geri adım atmaması gerekiyordu belki de; onu Kubrick yapacak olan da bu olsa gerek.

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 04:14:03