Haldun Taner yazarlığı meslek olarak seçtikten sonra üniversitedeki asistanlığından arta kalan zamanlarını edebiyat çalışmalarına ayırmıştı. İlk yazdığı hikâyelerini Yedigün‘de yayımlamış, önce okuyuculardan sonra da edebiyat çevrelerinden gördüğü ilgi karşısında cesaretini toplayıp, o yıllarda çıkan öteki dergilere de postayla yollamıştı. Bunların bazıları çabucak basılmış, bazıları ise biraz zaman almıştı. İşte gönderdiklerini hemen basmayan dergilerden biri de Yücel’di. Kuruculuğunu Muhtar Fehmi Enata’nın üstlendiği Yücel, 1935-1956 yılları arasında İstanbul’da basılan bir sanat, edebiyat ve düşün dergisiydi. Aylık olarak okura ulaştırılan Yücel, Atatürkçü bir gençlik yetiştirme ideali peşindeydi.
Yücel Dergisi ve Vedat Günyol
Şubat 1935’de yayımlanan ilk sayısında “Ön Sözümüz” adlı çıkış yazısında yayın ilkelerini sıralarken: “Yücel; gençlik, kültür ve bilgi cöngüdür. Amacı gençlik için çalışmak ve gençliğin yücelmesinde bir varlık olmaktır. Bu amaca erişmek için bugünkü devrimi başaran Büyük Önder’in çizdiği devrim prensiplerinden ayrılmayacağız.”(1) diye okuyucularına sesleniyordu. Dönemin gençliğine kültür, sanat alanlarında bilgi sağlamayı amaçlayan yayın organı, ikinci sayıdan itibaren üniversite ve yüksekokullarda okuyan öğrencilerin yazılarına da yer vererek onları edebiyat ortamına kazandırmaya çaba göstermiştir. Derginin sürekli yazarları arasında Samet Ağaoğlu, Ali Fuat Beşgil, Ragup Hulusi, Yusuf Mardin, İsmet Rasin, Haluk Yusuf Şehsuvaroğlu, Muhtar Körükçü gibi isimler öne çıkan imzalar olmuştur.
Beşinci yılın başında dergide ilk kez Vedat Günyol’un ismine rastlıyoruz. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde asistanlık yapan Günyol, edebiyatla ilk yakınlaşmasını Guy de Mauppasant’ın “Öç” adını taşıyan bir yazısını çevirerek yaptı. Amacı Galatasaray Lisesi’nden edindiği Fransızcasıyla, genç okurlarda eksik olan bu ülkenin edebiyat kültürünü elinden geldiğince tanıtmaktı. Yücel’de çıkan çevirisinden sonra derginin kurucusu Muhtar Fehmi Enata ile yazı işlerini yürüten Kemalettin Birsen, kendileriyle birlikte çalışmalarını teklif etti. İlk telif yazısını “Dile Gelseler” başlığı altında Pol Burje’nin ölümü üzerine yazdı. Yıl 1940’tı. Ardından Fransız romanlarını özetleyen tanıtım yazılarını, kitap eleştirilerini ve tiyatro değerlendirmelerini kaleme aldı.
Eğitimden, şehircilik ve mimarlığa dek bütün memleket meselelerine batılı bir anlayışla yaklaşmayı kendine şiar edinen dergi, özellikle 1940’larda yazı kuruluna Vedat Günyol ve Orhan Burian’ın katılması ile edebiyat-sanat alanındaki etkinliğini daha da arttıracaktı. Ancak Yücel’de yazan bu kişilerin hepsi birbirinden farklı dünya görüşlerine, sanat edebiyat anlayışlarına sahip kalemlerdi. Sözgelimi Vedat Günyol ve Orhan Burian dergiyi hümanist çizgiye çekerken, Behçet Kemal Çağlar ise Atatürkçü yöne sürükleyen yazarlardandı. O yıllarda dergide ürünleri yayınlanan gençler arasında ilerleyen yıllarda edebiyat dünyamızda adından övgüyle söz ettirecek olan Cahit Sıtkı Tarancı, Ceyhun Atuf Kansu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Celal Sılay, Mehmet Başaran, Sabahattin Kudret Aksal, Necati Cumalı, Cahit Külebi, İlhan Tarus ve Talip Apaydın’ın imzalarına rastlamak mümkündü.
Günyol’un Gözünden Haldun Taner
Değerli eleştirmen ve denemeci Vedat Günyol, 1987 yılında çıkan bir yazısında Taner’in insan yanını anlatırken, sözü o günlere getiriyor ve şunları söylüyordu: “(…) Haldun Taner’le tanışmam 1945-1946 yılları arasına rastlar. O tarihlerde, Yücel dergisine gelen yazıları değerlendiriyorum. Taner’in, iki öyküsü gelmişti dergiye. Yayımlanma sırası gelmiş geçmiş olmalı ki, bir gün bir mektupla beni evine çağırdı. Gittim. Erenköy tren istasyonu dolaylarında, bahçe içinde bir ahşap köşkte karşıladı beni. Bahçede bir şezlonga uzanmış, güneşleniyordu. Baş ucunda annesi vardı, adıyla sanıyla Seza Hanım, dünya tatlısı bir anne. Taner göğüs hastalığı geçirmişti. Hep anne kuzusu olarak, Avrupalarda sağıtım görmüştü. Bahçede, çaylı, pastalı bir sohbet sonunda bir dostluk bağı kuruldu aramızda. Yaşça bir ağabey sayılırdım. O günden sonra, Taner Yücel’de görünmeye başladı.”(2)
Taner, sadece Yedigün’de Yücel’de görünmez. Yazdıkları Ülkü ile Varlık dergilerinde ve Cumhuriyet gazetesinde de yayınlanır. 1949’da basılan “Yaşasın Demokrasi” adlı kitabını 1950 yılının Ocak ayında ulaştırır Vedat Günyol’a… Onu 1951’de “Tuş” ve 1953’te “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” yapıtları izler. Hikayelerinin art arda kitaplaşması üzerine Vedat Günyol, onun yazarlığı üzerine “Yağmur Altında Yeni Bir Şey Yok” adıyla bir değelendirmede bulunur. Daha sonra konuyla ilgili olarak: “(…) Yeni Ufuklar dergisinde, Konuşmalar başlığı altında, H. Taner’in dünya görüşünü ele alıp, biraz ölçüsüz, hatta insafsız bir eleştiri yazısı yayınladım, bu ikinci kitap üstüne. Aradan bir yıl geçti, bir gün Kadıköy, Bahariye caddesindeki babaevimin kapısı çalındı. Açtım, Haldun Taner, o güleç yüzü, uygarlık dolup taşan duruşuyla bana bir kitap uzattı ve şöyle dedi: ‘Vedat Bey, size On İkiye Sıfır Var adlı bir kitabımı sunuyorum.’ Teşekkür edip kitabı aldım. İçeriye girmedi. Kitabın kapağına baktım: On İkiye Bir Var’dı adı. Utandım, yerin dibine girdim.” (3) demiştir.
Son Anda Repertuardan Kaldırılan “Günün Adamı”
Hikâye kitaplarının okuyucular tarafından beğenilip sevildiğini fark eden yazar, edebiyatın öteki alanlarında da kalem oynatmaya karar verir. İlk yazdığı oyun “Günün Adamı’’, İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından provaya alınıp tam seyirciye sunulacakken, ‘’devlet büyüklerini kızdıracağı” korkusuyla sakıncalı bulunarak repertuardan kaldırıldı. Tabii bu olay için o yıllarda oldukça önemli tartışmalara yol açmıştı diyebiliriz.
Bir bilim adamının siyasete girmesini ele alıp işleyen Günün Adamı’na getirilen uygulama, basında ve sanat çevrelerinde hemen tepkilere neden olmuş… Pek çok gazeteci, yazar yasakçı zihniyeti kınayan yazılarını köşelerine taşımıştır. Haldun Taner’in yanında yer alıp uğradığı haksızlığa karşı dayanışma içine girerler. Tüm olumsuzluklarına karşın bu durum, yazarın Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul ile tanışmasına olanak sağlar. Oyun yazarlığının ciddi bir iş olduğunu anımsatan Ertuğrul, ona yazma tekniklerini ve dramaturgi bilgisini öğrenmesi için yurt dışına gidip yazarlık eğitimi alması gerektiğini belirtir. Muhsin Hocanın bu öğüdünü kafasının bir yerine yazan Taner, bir yandan yeterli koşulların oluşmasını beklerken bir yandan da hikâyelerini kitaplaştırmaya devam eder.
Haldun Taner ile sıkı bir dostluk kuran Vedat Günyol, yıllar geçtikten sonra o günleri ve annesi Seza Hanım’ı bize şöyle anlatacaktır: “(…) Evlerimiz aynı mahalledeydi. Kısa zamanda, birbirimize gelir gider olduk. Oğluna düşkün, oğlunun arkadaşlarına bir o kadar düşkün Seza Hanım, beni gerçek bir evladı gibi benimsedi. Haldun Taner, o günlerde, Küçük Dergi’yi çıkarıyordu arkadaşlarıyla.” (4)
Haldun Taner ve Leylâ Pamir
Bu arada 1954 yılında piyanist ve müzikolog Leylâ Pamir ile ilk evliliğini yaptı. 1931 yılında doğan Leylâ Hanım, İstanbul Üniversitesi’nde ilk Jeoloji Fakültesi’ni kuran, Maden Tetkik Araştırma genel müdürlerinden Profesör Hamit Nafiz Pamir’in kızıdır. Baba tarafı Üsküplü olan Leylâ Hanım’ın annesi İstanbulluydu. Sadrazam Ahmed Arifi Paşa, annesinin büyükbabası oluyordu. Büyükannesi, on dört yaşındayken Sadrazam Ahmed Arifi Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’le evlenmiş, ancak on dokuz yaşındayken, eşini yitirince genç yaşta dul kalmıştır. Bab-ıâli’de Hariciye Nezareti’nde görevli olan dedesi, büyükannesini görünce ondan hoşlanmış ama evli olduğundan büyükannesini alabilmek için eşinden ayrılıp, kayınpederi Sadrazam Arifi Paşa’dan gelinini istemiştir. Oğlunun ölümüyle genç yaşta dul kalan büyükannesini kızı gibi seven Paşa, bu duruma çok üzüldüğünden, onu talibi çıkınca yeniden evlendirecektir. İşte bu beraberlikten Leylâ Hanım’ın annesi dünyaya gelir.
Ne var ki bu evlilik de uzun ömürlü olmaz. Büyükbabasının eski eşi, intikam almak için onu Bab-ıâli hükümetine şikâyet eder. Bunun üzerine meseleyi enine boyuna araştıran yetkililer, eski karısının şikâyetini haklı bulduklarından büyükbabasını “Ya seni Fizan’a sürgüne göndeririz ya da eski eşine dönersin” diye tehdit ederler. Sürgüne gitmeyi göze alamayan büyükbabası, zorunlu olarak ilk karısıyla birlikte yaşamayı kabul eder. Böylece büyükannesi kızıyla bir başına ortada kalır ve tekrar Arifi Paşa’nın Bebek’teki kırmızı tuğlalı yalısına sığınır. Maalesef buradaki mutluluğu da çok uzun sürmez ve otuz üç yaşında felç geçirerek, yatağa bağlı duruma düşer. Tam yetmiş yıl yatalak bir halde yaşamını sürdürür.
Hamit Nafiz Bey, yıllar sonra annesini sokakta görüp çok beğenince, dostu Ahmet Haşim’e bu kız kim diye sorar, o da Paşa’nın dul gelini olduğunu söyler. Haşim, o sıralar şair ve yazar kimliğiyle her cuma yalıdaki edebiyat üstüne konuşmaların yapıldığı toplantılara katılmaktadır. Sevgili arkadaşının ilgisi karşısında onu da yanına alarak yalıya gider. Bu şekilde Leylâ Hanım’ın annesiyle tanışmasına ve evlenmelerine vesile olur. Bu evlilikten Leylâ Pamir doğar.
Üç-dört yaşındayken annesi ağır hastalanınca bir Alman mürebbiye tarafından büyütülen Leylâ Hanım, Almancayı erken yaşta öğrenir, daha sonra da ortaöğrenimini Alman Lisesi’nde görür. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması sonucu, okulun kapanması üzerine, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne gider ve buradan da diploma alır.
Çocukluğu Cağaloğlu’nda, İstanbul Erkek Lisesi’nin karşısında, bahçe içinde bir evde geçer. O zamanlar seçkin kimselerin tercih ettiği bir yerdir Cağaloğlu. Ahşap bir konakta, rahatsızlığından ötürü annesiz, Alman dadılarla büyürken, genelde ona gramafonda çalınan taş plaktan, Giuseppe Verdi’nin “Rigoletto” operasından aryalar eşlik ediyordur. Huysuzlanıp, söz dinlemeyince bakıcılarının acımasız baskısıyla karşılaşan Leylâ Hanım, o günlerden konuşurken: “(…) Üç yaşındaydım. Çok iyi hatırlıyorum, çünkü bu yüzden çok dayak yedim. Yemek yemeyen bir çocuktum. Bu durum ancak müzikle telafi ediliyordu. Çünkü bana dinletildiği zaman yiyiyordum ancak!” diye söz eder. (5)
Babası Hamit Nafiz Bey, küçük kızının klasik müzikten anlayan, piyano çalmasını bilen biri olarak yetişmesini ister. Bu nedenle onu müziğe teşvik eder ve Rus asıllı bir piyano hocasından dersler almasını sağlar. Müzik eğitimini Alman Okulu ile Amerikan Koleji’ndeki öğrencilik yıllarında da sürdüren Leylâ Pamir, Eminönü Halkevi’ndeki müsamelelerde ve lise yıllarındaki konserlerde dinleyici karşısına çıkar. Okulu bitirince de hemen Faruk Erdener ile yaşamını birleştirir. 1952 yılında ilk kez halka açık bir konser verir. Seyircilerin avuçlarını patlatıncaya kadar alkışlamasına karşın o, kendini beğenmez, yakın arkadaşları Bülent ve Halûk Tarcan da aynı fikirdedirler. Odasına kapanıp günlerce ağlar çünkü mükemmelin peşinde koşan bir insandır. Henüz daha olgunluk mertebesine gelmemiştir.
Müzik kariyerinde sancılı bir süreçten geçerken, özel yaşamı da pek iyi gitmez. Ona göre mutsuz bir evliliğin kurbanı olmuştur. Teselliyi bol bol kitap okumakta, sanat etkinliklerini izlemekte bulur.
Edebiyat Matinesinde Başlayan Yakınlaşma
Taner, ilk hikâyelerini “Küçük Dergi”de yayınlarken, ayrıca Avrupa’da yazar ve şairlerin katılımıyla yapılan etkinliklerin bir benzerini de ülkemizde düzenler. Sonradan edebiyat matineleri adını alacak olan ilk buluşma, Galatasaray Lisesi’nde gerçekleşir ve edebiyat ortamında çok büyük bir ses getirir. “(…) Söz gelimi, kendisinin başlattığı matinelerde en çok onun hikâyesinin istenmesi, ileri sürdüğü gibi, sadece ‘iyi tiyatrocuların seslendirmesi’nden değil, ‘okunmaya yatkın oluşları’ndandır. Rahat algılanan, okuruna hemen ulaşan bu metinlerin geleneksel kültürden beslenen kimi özellikleri ve herkesçe kabul gören incelikli ironisi Haldun Taner’i geniş okur kesimine sevdiren niteliklerin başında gelir.” (6)
Yazarın düzenlediği edebiyat matineleri artık çok revaçtadır. Bir anda yaygınlaşan bu etkinliklerde dönemin genç yazar ve şairleri, hafta sonları İstanbul’un çeşitli liselerinde biraraya gelerek kitaplarından şiirler, hikâyeler okurlar. Ardından öğrencilerin sorularını yanıtlarlar. Edebiyat matinelerinde ilgi gören öteki isimler ise Sait Faik, Sabahattin Kudret Aksal, Attila İlhân ve Özdemir Asaf’tır. Dahası İlhân ile Asaf, o yıllarda genç okurlar arasında yıldızı parlayan birer “idol”e dönüşeceklerdir. Öğrencilerin hayranlık beslediği bir diğer yazar da hiç kuşkusuz Haldun Taner’dir. Özellikle de hanım okuyucuların edebiyat matinelerindeki gözde starı, konuşmasıyla, beyefendiliğiyle ve birikimiyle öne çıkan Taner olmuştur.
İşte onun yazdıklarını çok beğenen, üçüncü kitabı On İkiye Bir Var’ı kendi kendine Almancaya çevirecek derecede Taner’e hayranlık duyan, plâtonik bir aşık da Leylâ Pamir’dir. Bu durumdan habersiz Haldun Taner ise o sıralar 1953 Türkiye Güzeli Ayten Akyol ile nişanlıdır. Ama onunla yakınlaşmaya kararlı olan Pamir, yazarın katıldığı bir edebiyat matinesine giderek, Taner’in konuşması bitince kürsüye yaklaşıp, yaptığı çeviriden söz açar: “(…) Önce hikâyenin Almanca çevirisini beğenmediğimi söyledim, ardından da onu yalıya, küçük müzikâl bir toplantıya davet ettim. Kıpkırmızı oldu, başka türlü bir kızardı, arkadaşım da o arada Ayten Akyol’u oyalıyordu. Kabul etti ve geldi. Ben ve Halûk piyano çaldık. Evde bir Rönesans saati vardı. Bir punduna getirip Haldun’u saatin altına götürmüşüm, artık ezberlediğim hikâyesinden pasajlar okuyorum. Kafama koymuştum, benimki olacak evlilik değildi, babama söyledim ve eşimden ayrıldım.” (7)
İlerleyen günlerde yaptığı çeviri için “Bazı terimleri öğrenmem gerekiyordu.” diyerek ara sıra Taner’i ziyarete gider. Bu görüşmeler sırasında arkadaşlıkları ilerlerken, aralarında son derece çekişmeli bir diyalog kurulur. Sürekli birbirlerini kızdırırlarken bir bakarlar ki ateş bacayı sarmış… Bir tekne gezisinde Haldun Bey, cesaret edip açılır Leylâ Pamir’e. Ona karşı olan duygularını dile getirir. Nişanlısından ayrıldığını, kalbinin boş olduğunu söyler. Zaten Ayten Akyol da kendisine evlilik teklif eden İ.T.Ü İnşaat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Turgan Sabis’e çoktan evet demiştir. “Birbirlerine söz verirler ve Pamir, Münih’e okumaya gider. Orada, ünlü bir orkestra şefi olan Louro von Matacic hayran olur kendisine; evlenme teklif eder. Bunu duyan ve Haldun Taner’den de haberi olan babası soluğu Münih’te alır. Sokaklarda dolaşırken, lüks bir iççamaşırı mağazasının önünde babası kızına dönüp şu tarihi sözleri haykıracaktır: ‘Bak, şu dantelli, ipek güzelim çamaşırları görüyor musun? Eğer Matacic’le evlenirsen hayatın boyunca böyle şeylere sahip olursun. Ama o Bab-ıâli dürzüsüyle olursan patiska don senin netine yetmez!’ Pamir, bütün akıllı ve aşık kadınlar gibi doğru olanı yapar; babasını dinlemez. Zaten babası ve Haldun Taner de daha sonra çok iyi dost olurlar.” (8)
Çocukluğundan beri annesiyle aynı evde oturan Taner, evlendikten sonra da eşi ve Seza Hanım’la birlikte Caferağa Mahallesi’nde Bahariye Caddesi’ni kesen İleri Sokağı’nda bir apartmanda yaşamaya başladı. Çünkü onun bu dünyada vazgeçemeyeceği en değerli varlığı biricik annesiydi. Kişiliğininin oluşumunda büyük pay sahibi olan Seza Hanım, babasını erkenden yitiren küçük Haldun’a yaşamı boyunca kol kanat gerip ömrünü oğluna adayan bir ebeveyndi. Öyle ki Taner’e beş yaşından itibaren hem analık hem babalık yapmış, kimi zaman dert ortağı kimi zaman ise arkadaşı olmuştu. O yüzden Vedat Günyol’un tabiri ile evlense de onu bir başına bırakmayacak kadar merhametli bir “ana kuzusu” idi.
1- Yücel, “Öz Sözümüz”, Şubat 1935, Sayı 1
2- Vedat Günyol, “Gölgeden Işığa”, “Haldun Taner’in İnsan Yanı”, Cem Yayınevi, İstanbul, 1988, s.157
3- a.g.e, s.157-158
4- a.g.e, s.158
5- Emel Armutçu, “Çalıyor, inceliyor, yazıyor”, Piyanist, müzikolog Leyla Pamir ile yapılan söyleşi, Hürriyet Pazar, 20 Ekim Pazar, 1996, s.7
6- Handan İnci, “Haldun Taner 100 Yaşında”, “Bir güçlü yazar, bir güzel insan HALDUN TANER 100 Yaşında”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Mart 2015, s.14
7- Emel Armutçu, “Çalıyor, inceliyor, yazıyor”, Piyanist, müzikolog Leyla Pamir ile yapılan söyleşi, Hürriyet Pazar, 20 Ekim Pazar, 1996, s.7
İLGİLİ HABERLER
Sanatatak Özel/ Haldun Taner’in Gizli Kahramanı Ahmet Selâhaddin Bey