On beş yaşında, Jules Verne’in Karpatlar Şatosu adlı romanını okuyup bitirdiği gün heyecanla annesine koştu ve “Ben yazar olacağım,” dedi. Jules Verne onda, insanlara aynı derece etkileyici hikayeler anlatma arzusu uyandırmıştı. Annesi ertesi gün Bursa Kapalı Çarşı’dan bir daktilo ile bir top kağıt aldı ona ve o gün bugündür durmadan yazıyor.
İlk öyküsünü yayınlayan Enver Ercan’ın, yine Varlık’ta onu kanatları altına alan Senner Sezer ile Adnan Özyalçıner’in ve ilk kitabını yazmaya teşvik edip yayınlayan Cem Akaş’ın yazarlık serüveninde payı büyük.
İlk öykülerinde şiddeti ele almışsın. Şiddetle ilgili yazmak, şiddetin karşısında durmak için sağlam bir araç oluyor mu?
Yazmak herhangi bir kötülüğün ya da yanlışın karşısında durma yolu mudur, emin değilim. Ama şiddeti yazmak, bu konuda bir vicdan oluşturmaya yarayabiliyor zaman zaman ve bu insana kendini iyi hissettiriyor, insanların kalbine dokunduğunuzu, yazdıklarınızın bir işe yaradığını hissediyorsunuz; o da masa başında tek başına geçirilen karanlık, depresif saatlerin ödülü oluyor. Ayrıca yazanın rengini ve duruşunu da ortaya koyuyor galiba yazmayı şeçtiği meseleler. İster fiziksel veya psikolojik olsun, ister ekonomik veya başka türlü, erkek şiddeti bir kadın kıyımına dönüşmüş durumda artık. Bu nedenle bu coğrafyada başka türlü bir edebiyat lüks geliyor bana galiba. Ama tabii büyük konuşmak istemem çünkü yazı yolculuğumun beni bundan sonra nerelere taşıyacağını da bilmiyorum.
Editörlük ve Kürşad Oğuz’la beraber çıkardığın Vatan Kitap ile Akşam Kitap’ın, yazarlığını nasıl bir yerden beslediğini düşünüyorsun?
Yayın evlerinde ya da gazetelerin kitap eklerinde editörlük yapmak birçok yazarı tanımamı, olmayı istediğim okura bir parça daha yakınlaşmamı sağladı. Farklı bir alanda da olsa, düzenli yazma ve düzeltme pratiği de var tabii. Ama yazarlığımı besleyen şey temelde hayatta kalmak için yaptığım işler olmadı hiçbir zaman; okumak, görmek, dinlemek, tanık olmak, yaşamak daha etkili oldu diyebilirim.
İkinci kitabın Yok Bana Sensiz Hayat’ta kaybettiğin bir yakının için yazdığından bahsetmişsin. Yas sürecini, üstüne yazarak geçirmiş olmak bir tür terapi görevi üstlendi mi? Yoksa bunu kaleme alışını başka sebeplere mi bağlıyorsun?
Yazmanın benim açımdan bir tür terapi olduğunu söyleyemem. Aksine, bir olay onu kağıda geçirdiğiniz an eskiye göre, yani sadece sizin zihninizde, kalbinizde tuttuğu yere göre daha bir görünürlük kazanıyor, alenileşiyor. Bu alenileşmenin terapi işlevi görüp görmediği tartılışılır bir kere. Bir kayıptan yola çıkarak aşkla karışan bir dostluk hikayesi yazdım ben Yok Bana Sensiz Hayat’ta, doğrudan kaybımın hikayesini yazmadım. O kaybın bende uyandırdıklarını kurmaca bir eser üretmek için kullandım. Bunun iyi gelen yanları da oldu, gelmeyen yanları da. Ama bugün baktığımda, benim merak ettiğim o romanın okuyanlara nasıl geldiği…
“Durmadan Leyla”, merak uyandırıcı bir isim… İsme nasıl karar verdin?
İlginç şekilde önce ismi geldi romanın. Orta sınıf, kentli, ayakları üstünde durmayan çalışan, edebiyatta kendine koyduğu hedeflere ulaşmak isteyen, bir yandan da belirli bir anlayış geliştirdiği erkeklere aşık olan ya da aşık olduğunu sanan bir kadının hikayesi için böyle matrak bir isim gerekirdi sanki.
Bugüne kadar çoğunluk kadın hikayeleri yazdım ama gün geldi, farklı bir kadını anlatmak istedim. Orta sınıf, kentli, yazar bir kadını. Bu kadının bugüne kadar edebiyatıma konu olanlardan farklılıkları ya da yaşadıklarının, dertlerinin farklılığı bir yana, hikayesinin üslubu da farklı olsun istedim. Ölü Reşat’ı yazarken bir mizah damarı yakalamıştım, o damarı Durmadan Leyla’da büyüterek kullanmak, baş kahramanım Dişi’nin hikayesini okuyanı gülümseterek anlatmak istedim. Eros’un göklerdeki makamından hayatını seyrettiği, yorumlarla hikayesine dahil olduğu Dişi’nin yolculuğu aslında farkında olmadan edebiyatımın farklı bir rotaya girdiğinin de müjdecisi oldu benim için.
“Romana cinselliğin de dahil olması kaçınılmazdı!”
“Şeytan Geçti” adlı öykü kitabın ve “Taş Uykusu” romanın da şiddeti konu ediyor. Durmadan Leyla’da ise bu kez rotayı cinsellik üstünden bir anlatıya doğru kırıyorsun. Nedir bu yönelmenin nedeni? Ya da sen nasıl bahsedersin bu kitabından diye sorabilir miyim?
Evet, cinsellik üzerinden ilerleyen bir yanı da var, ancak aşkı ararken, o alanda deneye yanıla yolunu bulmaya çalışırken, kültür sanat camiasında emek veren bir kadının sansürle, tacizle, tabularla, türlü adaletsizlikle karşılaşmasının, boğuşmasının da romanı aynı zamanda Durmadan Leyla. Durmadan Leyla’nın bahsini ettiğin diğer iki kitabımdan en önemli farklı sanırım, baş kahramanının suyun üzerinde iyi kötü durabilmesi ve belki de bu yüzden aşkı arayabilmesi. Aşkı da cinsellikten ayrı düşünmek mümkün değil, dolayısıyla romana cinselliğin de dahil olması kaçınılmazdı! Kadınların dertlerinin çokluğu düşünüldüğünde, bu dertlerden bu zamana kadar değinmediğim bazılarına değinmek için yazdığım bir roman da denebilir.
Eros, Dişi, Evren, Haberci… Kitabında alışkın olmadığımız karakter isimleri var. Başından beri aklındaki isimler bunlar mıydı? Zamanla mı mitolojik bir karaktere büründüler?
Dişi birçoklarını, birçok kadının tecrübesini temsil ettiği için “Dişi” adını aldı. Eros elbette mitolojik bir figür olarak, romanda bir aşk tanrısına ihtiyacı olduğu, Dişinin macerasına hem gerçek anlamda hem de mecazen yukarıdan bir bakış gerektiği için girdi romana. Bir parça vodvilleşebilmesi, karşılıklı atışabilmeleri için Eros’a kendinden yüz seksen derece farklı Haberci gerekiyordu. Evren de tezatlığıyla Dişi’ye güzel bir arkadaş oldu bu yolda sanırım. Evren’in adının da anlamını, ilginçtir, şimdi sen sorunca düşündüm. Sevdiğim bir isim olduğu için koymuştum Evren ismini aslında. Bu da evrenin tatlı bir oyunu herhalde.
Kitabını feminist bir kitap olarak görüyor musun?
Cinsellik ve aşk hakkında söyledikleri, merkeze kadını ve kadının hazzını koyuşuyla, cinsiyet rollerini ele alışıyla, kültür sanat camiasındaki eril tahakküme dair, kadın erkek ilişkilerindeki ikiyüzlülüğe dair ifşa ettikleriyle, evet, feminist bir roman olarak etiketlenebilir Durmadan Leyla.
“Yok Bana Sensiz Hayat”, Almanca, Bulgarca, Arnavutça ve Arapçaya çevrildi. Özellikle bu dillere çevrilmesinin arkasında bir hikaye var mı?
Bazen bir editörün, bazen bir çevirmenin keşfiyle ama en çok da Kalem Ajans’tan Nermin Mollaoğlu’nun gayretiyle gerçekleşti bu çeviriler. Çeviri ve yayın sürecinin arkasında başka bir hikaye yok ama farklı dillerde yayınlanması bir dolu yolculuk anlamına geldi. O bir dolu yolculuk da bir dolu değişik okuyucu ile karşılaşmamı, farklı deneyimler biriktirmemi sağladı ki bu da şahane bir şey bir yazar için.
Bir süre Hollanda’da konuk yazarlık yapmışsın. Ad/Haagsche Courant adlı bir gazete için, Den Haag’da yaşayan Türklerin hayat hikayelerini yazdığını öğrendik. Bu gazete yazıları da ertesi yıl “Over Welk Turkije Heeft u Het?” (Hangi Türkiye’den Bahsediyorsun?) adıyla Hollandacaya çevrildi. Türk kimliğini başka bir ülkede incelemek sana ne hissettirdi?
Büyük bir üzüntü ve şaşkınlık hissettirdi, hatta travmatik oldu diyebilirim Hollanda deneyimi için; özellikle de bu yazıları yazma niyetiyle tanıştığım kadınların hikayeleri. Daha iyi bir yaşam umuduyla Hollanda’ya göçerken Türkiye’de uğradıkları şiddetin onları Hollanda’ya takip etmesi, insanı yine de şaşırtıyor. Avrupa’ya gelin gittiği için sevinip orada eve kilitlenen, parasız erzaksız bırakılan, çareyi duvar kağıtlarını kaynatıp yemekte bulan, beden ve akıl sağlığını kaybeden kadının ya da kendini, çocuklarıyla birlikte yaşadığı apartmanın çatısından aşağı atmanın kıyısından dönen kadının hikayesi mesela, insanda değişik bir isyan duygusu uyandırıyor.
Bu incelemenden yola çıkarak kimlik ve aidiyetle ilgili düşüncelerini öğrenebilir miyim?
Kimlik ve aidiyeti bir an için boşverip yanıtlasam bu soruyu, olur mu… O bir yıldan yola çıkarak edebiyatın ne kadar aciz olduğunu, edebiyata belki de gereğinden fazla önem atfettiğimizi düşündüğümü söyleyebilirim. Edebiyatın bazı acılar, bazı zulümler karşısında faydasız ve yetersiz kaldığını da hissediyorsunuz. Aslında bu duyguyu bu ülkede her Allah’ın günü hissediyoruz ya… Edebiyatın çocukken düşünü kurduğum işe yaramayacağını idrak etmem, orada tanıştığım, o hikayeleri yazmak için birlikte günler geçirdiğim insanlar, o güne kadar şiddetle karşı çıktığım annelik hakkında da fikrimi değiştirdi örneğin ve hayatımı çok takdir ettiğim bazı kadın yazarların aksine sadece edebiyata adamamın bende hayal kırıklığına yol açacağını düşünerek anne olmaya karar verdim.