Görülüp bilindiği üzere, develerin hüküm sürdüğü, barıştan uzak coğrafyalarda savaşlar yüzyıllardır aynı canlılığıyla sürmektedir. Çünkü üreyip çoğaldıkları o kutsal, o sıcak ülke topraklarında henüz develerin nesli tehlike altında değildir. Silah üretimi sürdükçe savaş da sürer. Bu gerçeği bilen Yukarımahallelilerle, Aşağımahalleli çocuklar, cephanenin kapanın elinde kaldığı o sıcak Ağustos günlerinde develeri gördüler mi, yeni düşmanlar yaratıp, savaşlarını kaldıkları yerden aynı heyecan, aynı hırsla sürdürür, deneyimlerini geleceğe aktarırlar.
Kazananın olmadığı, olmayacağı, acıyla dolu, aptalca bir savaş için bahanenin deve boku kadar çok olduğunu bilirler. Aşk? Aşk zaten acıdır, savaştır. Kazananın olmadığı, yaralılarla dolu bir savaş.
Misket romanıyla, öyküleriyle ve oyunlarıyla tanıdığımız İnci Gürbüzatik’in daha önceden ödül alan senaryo halindeki eseri Deve Boku Savaşları romanı Epsilon tarafından yayımlandı.
Kadın sıcak, gizemli görünüyor, ara sıra yüzünde belirip soluveren gülümsemesiyle ne düşünüyor olabileceği konusunda ipucu vermediğinden merak uyandırıyordu. Gözleri kapalı, derin soluklar alıp verirken, dolgun, şeffaf göğsü, kuş gibi inip kalkıyor, bukleli sarı saçları rüzgârda uçuşuyordu. Güzelliğinin farkında olan bütün kadınlarda görülen, karşısındakine tepeden bakan o küstah gülümseyiş yoktu dudaklarında. Vural’ın gözü, hem yolda, hem kadında, aklı zaten kadındaydı. Onunla ilk karşılaştığı anda gözleri kamaşmış, tatlı bir sıcaklıkla ürperip kendinden geçmiş, arabasına binişiyle birlikte esrik bir ruh hali içinde onun da kendisinin de kim olduğunu unutmuştu. İçinden, ‘Bakmıyormuşum gibi seyrine doyamadığım kadın’ derken şaşıyordu kendine. Yol, zamanın duruyor gibi göründüğü Çine Çayı kıyısından sanki Aydın’a doğru değil de masalsı bir boşlukta sonsuzluğa doğru uzanıyor, hava parfüm, pembe zakkum, acı-yanık şeker kokuyordu.