Sanatçı Genco Gülan, AICA Türkiye Konuşma Dizisi "1980’den Günümüze Türkiye’de Görsel Sanatlar: Tanıklıklar ve Paylaşımlar"ı Sanatatak için değerlendiriyor.
Cephedeki sütunlar sağlam görülse de içi baştanbaşa kırılmış bir Akademi… Resimler kayıp, kırık kalıplar sağa sola atılmış, kablolar sarkmış her yerden, koridorlarda yürünmüyor… Hava soğuk, fresklerin suratları deşilmiş, çaycı kendine bir oda bulmuş, kahve yapmaya devam ediyor karşı kaldırımdaki Starbucks’a inat… Heykeller gözükmüyor etrafta, bir tek ÖDTÜ direnişini destekleyen karton kutulardan dev parça ayakta duruyor… Dalgalar her zamanki gibi davetkar Fındıklı’da ama ciğerini su basmış bina iflah olur mu bilinmez…
Hafif bir idrar kokusunu eşliğinde, AICA Türkiye Konuşma Dizisi 1980’den Günümüze Türkiye’de Görsel Sanatlar:Tanıklıklar ve Paylaşımlar’‘ı (Makbet beni Affet!) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu’da dinlerken derin bir hüzün sardı içimi, sanki eski ama bildik bir oyunu tekrar seyredermişim gibi: Sahnedeki kadro aynı; kedi dahil. Ama tapınak çoktan yıkılmış ve seyircilerin ellerindeki parlak dokunmatik ekranlar bizi cadılardan kurtarır mı bilinmez…
Aslında çok şey değişti. Sevgili babamın yıllar once mezun olduğu, bizlere ballandıra ballandıra anlatıp bitiremediği , Yüksek Mimarlık diplomasında yazdığı ismiyle İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi “1980 yılındaki askeri darbe sonrası 1982’de çıkan kanun ve akademilerin üniversiteye dönüşmesi ve kurulan YÖK’e bağlanması kararı ile adını Mimar Sinan Üniversitesi olarak değiştirdi.” 1 2011’de darbeciler –çok şükür – yargılanmaya başamış olsalar da, darbenin hayaletleri, bir gündüz kabusu gibi, hala etrafımızda dansetmeye devam ediyorlar. Ve hala pek kimse yüksek sesle, YÖK’ü kaldırmaktan ya da Akademi’ye eski ismini geri vermekten bahsedemiyor.2
Üç paragraf sonra artık konuya giriyorum: AICA’nın düzenlediği konuşma dizisindeki “1990’lar” başlıklı bölümün iki gününe de katılma şansım oldu. Birinci elden bilgi sahibi olduğum bu dönemin, sanki 10 sene geçmiş değil de 100 sene evvel gibi, mişli geçmiş zamanda tartışılması beni oldukça şaşırttı. Döneme ilişkin yazılı metin az, evet, biliyoruz ama yine bir takım kitaplar, makaleler var. Hiç yok değil yani. Lakin tırnak içinde “akademik bir ortamda”, yine tırnak içinde “bilimsel yaklaşılabilecek bir toplantı"nın bu kadar yüzeysel bir “sözlü kültür” şölenine dönüşmesi -aşıklar atışması demeyeceğim- yüz seneyi de gerilere doğru geri çekti. Neredeyse, bin, iki bin yıl evvelinden bahsediyorduk ve ben de –cadılar etrafta uçuşurken- hatıralar coğrafyasından topladığım ipuçları ile tarif etmeye çalışıyordum farklı olan şeyleri.
Toplantıda muğlak olmayan çok somut olan şeyler de vardı. Örneğin daha ilk gün, “Bienaller” başlıklı panelin moderatorü, açış konuşmasında, kendilerine salonu açan üniversitenin rektörünü eleştirirken hiç duraksamadı. Kendisi bu açılıştan sonra hiç alkış almadı ama bence bunda bir problem yok. Fakat aynı kibar beyefendi, çocukluğundan bile bahsettiği uzun konuşmanın sonunda, sürenin bittiğini öne sürerek, seyircilere soru sormak için söz verme gereğini de duymadı.3
1990’ların tırnak içinde "sanat ortamı"ndan Devlet’in ağırlığını çekmesi görece bir özgürlük alanı yaratmış, ya da yaratmak durumunda kalmıştı. Evet, bu durum da “kimlik” üzeriden sanat üreten arkadaşlarımın oldukça işlerine yaradı. Fakat devletin bıraktığı boşluğu dolduranlar, önce (ithal ikameci) bürokratik elitler ve onu izleyecek olan özel sektör de aynen (ceberut) devlet gibi davranmaya devam ettiler. İster kasıtlı olsun isterse de hiç kasıtlı olmasın ve alışkanlık halini almış olsun, tüm bir kuşak devleti eleştirirken bile devlet gibi davranmaya devam ettiler.
Geçiş dönemi gibi başlayan, ama bir gündüz kabusu gibi geçmek bilmeyen dönemde, yarı özel ama yarı da kamusal kurumlar, tam bir özel sektör özerkliği ve edası ile (şımarıklığı demeyeceğim) çalışmaya devam ettiler. Her biri ayrı ayrı "kültür ortamını ben yarattım" edası ile dolaşanlar; mesela sponsorluk gelirlerini nasıl harcıyorlar ya da yöneticilerini nasıl seçiyorlar? Kim seçiyor? Makbet beni Affet! Bunları kamu oyu ile paylaşmadılar.
Zaten tırnak içindeki sanat ortamı da, bir nevi yeraltı örgütü gibi, gizlenerek, pek ismini açıklamadan, mesela Bienal’e Sanat Bienali ismini vermeden, sanatçılar da İsmet Doğan’ın itiraf ettiği gibi “çağdaş sanatçı” olduğunu söylemeye çekinerek var olmaya çalışıyorlardı. Ve belki de aslında yoktular. Makbet beni Affet! Zira İpek Duben de diyormuş ki "ben sanatçıyım". Ama ekliyormuş: "Ama şarkıcı değilim."
Aç parantez. Bu yazıyı yazmaya başladıktan sonra yazının başlığı aynı kaldı, içeriği oldukça değişti. Özellikle de sonu. Özellikle karamsar ve sert bir yazı olacak idi yazdıklarım. Zira "Akademi"si ve "Sanat Yazarlığı" çalışmayan bir ülkede –bir pazar var olsa da- sanat ortamından bahsedemeyiz. Ve açıkçası şöyle de düşünmeye başladım, yeni yeni, her ülkede de sanat ve yahut çağdaş sanat olmak zorunda değil. Kesinlikle. Mesela güzel ülkemizde rugby de oynanmıyor. “Bir memlekette zorla rugby oynanmayacağı gibi zorla (çağdaş) sanat da yapılamaz” diye yazacaktım. Fakat aynı gece okuduğum İspanyolca bir tweet bütün fikrimi değiştirdi: Hiç tanımadığım Perulu bir kız, attığı tweet’te ismimi Michelangelo, Bernini, ve Henry Moore ile beraber anıyordu. Bu sürpriz bana çizdiğim kara tablonun içinde küçük pembe neşeli benekler olabileceğini gösterdi.4 Kapa parantez.
1990’larda Türkiye’de, daha doğrusu İstanbul’da Modernci Sanat’ın (Modernist Art) egemenliğinden Çağdaş Sanat’a bir geçiş eğilimi söz konusu olsa da – Makbet beni Affet!- 2000’li yıllarda Çağdaş Sanat’ın (Contemporary Art) ve yahut Güncel Sanat ismi verilen tercüme hatasının tam (ya da yarım) egemenliğinden bahsedemeyiz. Zira bu dönemin ardından açılmaya başlayan müzelerin ilklerinden biri, 1990’larda aşılmış –çoktan da modası geçmiş- olduğu iddia edilen sanatın ismini taşır: Modern.5 Pivot oyuncularını yitirmiş (yıkılmış) bir takımda “Market” isimli eleman en iyi oyuncu gibi gözükebilir. Fakat Pazar için üretilen yapıt sanat değil "pazarlama"dır. Aynı şekilde Pazar için üreten kişi de sanatçı değil pazarlamacıdır. Çok net. Karmaşık bir şey yok. Makbet beni Affet!
Ulus devletlerin döneminin bittiğinden bahsederken “Milli Sanatlar"ın da bitmiş olabilineceğinden ısrarla bahsetmek gerekli. Yani senelerdir yeşertmeye çalıştığımız bir “Türk Sanatı” ve yahut “İstanbullu Sanat” belki yok ve yahut hiç olmadı! Zaten bir sektördeki kurumlar yetersiz olursa ya da işlevlerini yerine getirmez ise sektör toptan iflas eder. Tek tekerlek ile otomobil yürümez. Akademi’de sorunlar var diyorsak, sanata eleştirmenleri yazmıyor diye şikayet ediyorsak sistem belki de hiç çalışmıyordur. Daha tehlikelisi de kurumların var gibi görünmeleri ve hiç çalışmamaları (vakıf üniversitelerini acaba bu kategoriye sokmak daha doğru olur mu? ) En korkuncu, hortlakların en büyüğü sansür! Aman Allah’ım! Hem çağdaş sanattan (ya da modern) hem de sansürden yan yana bile bahsetmeniz mümkün bile değildir. Yani sansür varsa sanat yoktur. Makbet beni Affet! Zaten bir çok dildeki Wikipedia’da “Milletlerine göre Sanatçılar” üst başlığının altında “Türkiyeli Sanatçılar” alt başlığı yoktur. 6
Devam edelim, çağdaş sanat ancak ve ancak demokratik kurumlarda mümkündür, bürokratik otoriter çağdaş sanat kurumu olmaz: İki artı iki, dört. Demokratik müze, demokratik üniversite, özgürlükçü galeri…Bunlar nasıl olacak? Türkçe telaffuzu bile zor şeyler bunlar. İddiam şudur: Böyle bir ortam; özgür sergiler, özgür üniversite, özgür tartışma ortamı 1990’ların İstanbul’unda kısa bir süre de olsa var olma şansını buldu. 2000’lerde bile hala o günlerin ekmeğini yiyoruz.
Tersi de geçerlidir. Günümüzde ve çok özel durumlarda, bir ülkede sanatın olmaması artık sanatçıları eskisi kadar bağlamaz. Yani günümüzde bir kişi uluslar arası üne kavuşmak (ya da sanatın tarihine katkıda bulunabilmek için) için artık devletlere ihtiyaç duymayabileceği gibi, kurumlar ve kurumsal organizasyonlara (sergi, yarışma, etkinlik) ihtiyaç duymayabilir. Örneğin dünya’da Kore pop müziği diye herhangi bir tartışma konusu gündemde değildir, fakat PSY tek başına, altı ayda, Korece söylediği bir şarkının müzik klibi ile, youtube üzerinden bir milyarın üzerinde izlenerek bir dünya rekoru kırmıştır.
Tekrar yazıyorum, Makbet beni Affet! Sanat eleştirmenleri yazmaz ise, akademi çalışmaz ise, kurumlar şeffaf (demokratik, katılımcı) olmaz ise, sansür devam eder ise salt tek başına bir pazar (ya da zengin sponsorlar ile) bir İstanbul ya da Türkiye sanat ortamından bahis edemeyiz. Ama bunlara rağmen ve çok özel durumlarda milliyetlerinden ya da yaşadıkları şehirden arınmış, bağımsız küresel sanatçılardan ve bunların başarılarından bahsedebiliriz. İşte bu sanatçılar da elektronik eşitliğin küresel keyfini çıkartırken Andy Warhol’un kehaneti kadar sürecek bir süre, sanat tarihi içinde yer alırlar: Sadece beş dakika.
DİPNOTLAR
1 http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0stanbul_Devlet_G%C3%BCzel_Sanatlar_Akademisi
2 Yazının başlığında bilerek yanlış yazdığım Makbet işte bu "hortlaklar ve cadılar"ı işaret etmek içindir, yoksa Türk tiyatrosu için bir şey yazmayacağım; durum zaten ortada. Cümlenin sonundaki "affet" kelimesi de ismini anacağım kişilerden ve kurumlardan en başta dilediğim özür. Biraz açık sözlü olmaya çalışacağım –doğrucu davut, şeytanın avukatı vb gibi…- darılmak gücenmek, küsmek yok! Körler ve sağırlar her gün bir birlerini ağırlarken, derin ve engin küsmeler ülkesinde, birileri de birİleri için net cümleler kurabilmeliler ki o cümleleri bozup tekrar mecaz denizlerinde yüzebilsinler. 3 Makbet beni Affet!: Buraya da uzun bir açıklama yazmam gerekiyor. Zira sayın moderatör Melih Fereli’yi senelerdir tanırım. Kendisi ile tanışırız. Eleştirimi kesinlikle şahsen algılamayacağını umuyorum. Bu yazı bir durum eleştirisidir şahıs eleştirisi değildir. Hatta indirekt olarak kendisinin çalışmış olduğu ve çalıştığı kurumları değil, haşa, soyut olarak sanat ortamını eleştiriyoruz.
4 https://twitter.com/AlessTerry
5 Sanatatak’ta bir önceki yazımda da bu konuya değinmiştim. Göz atmanız faydalı olacaktır. Bkz. http://sanatatak.com/view/SFMoMA-Mecaz-Muzesinde/17
6 Türkçe dahil 17 dilde “Türk_sanatçılar” başlıklı bir Wikipedia Kategorisi vardır. Bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Kategori:T%C3%BCrk_sanat%C3%A7%C4%B1lar Andy Warhol’ın tek başına 99 dilde bir madde olarak yer aldığını düşünürsek farkı daha net anlayabiliriz.