A password will be e-mailed to you.

Kayıp Şehir, kimin fantezisi? Samimiyeti hakiki mi?

 

Kayıp Şehir adlı TV dizisi, göçmenlerin yabancısı oldukları bir şehirde yaşadıklarından ve yaşamayı arzuladıklarından çok, bir kısmı "saf" İstanbullu, kalanı ülkenin batı yarısından İstanbul’a gelmiş olan yazar ekibinin fantezilerini barındırıyor. "Eee, kurgu dediğimiz şey de böyle işte" diyenleri, diziyi yerlere göklere sığdıramayan, pek gerçekçi, pek samimi bulanlarla aynı odaya koymak isterim; televizyonlu olana tabii. Onlar kavga edip tatmin olsunlar, ben sadece fantezi demekle yetineceğim. Cesaretimi ve samimiyetimi göçün dinamiklerini bilen, çocukluğunu Bitlis’ten Mersin’e göçen asimile edilmiş bir ailede geçiren, üniversite için Ankara’ya, sonrasında İstanbul’a, on yılın ardından da başka bir kıtaya yerleşen biri olarak bizzat tecrübe etmeme verin, lütfen.

İstanbul, bu ülkedeki özellikle 15-30 yaş arası grubun, yani yaklaşık dörtte birimizin hayallerini süsleyen bir şehir. Seksenlerde dönemin politik yapısına uygun filmlerde taşı toprağı altın olan bu şehir, içinde bulunduğumuz dönemde kaybolmuş. Yani en azından dizinin isim anne/babaları öyle demişler. Kayıp metaforu şehirle pek alakalı değil, daha çok Türkiye’nin bir türlü çözülüp de ortadan kaldırılamayan sorunlarını umursamaz bir üst sesle bizlere anlatmak istiyor gibi. Bu ses, iktidarın odaklandığı türban meselesinden tutun, odaklanır gibi yaptığı 6-7 Eylül olayları, çalışan hakları ve benzer sorunlara vokal oluyor. Ve fakat, kurgu bu ya, sonrasında çocukların soğuktan donarak öldüğü depremi Van’dan Trabzon’a taşıyor. Göçmen Vanlı bir aileyi anlatmak zorlayıcı olabilir pek tabii. Yardımcı rolde olan Mardinli aile ile ilgili üstü örtülü mesajları anlamak da gerçekten çok zor. Afrikalı siyahi arkadaş ise nesneleştirilen karakterlerin en "renkli"si. Travesti ya da transseksüel olduğu neredeyse hiç anlaşılmayan tatlı bir abla da var. Öyle ki, bonus kazanmak için toplum düzenini bozdukları gerekçesiyle İstanbul sokaklarında travesti avlayan polisler bile anlayamaz. Tarlabaşı’nda geçip de kentsel dönüşümden hiç bahsetmemesi ayrıca ilginç. Ben kendi adıma diziden bunları beklemiyorum ama diziyi gerçekçi bulan kitle bir süre sonra düşük ihtimal de olsa kandırıldıklarını hissedebilirler diye söylüyorum.

Benim en çok takıldığım nokta, öyle ya da böyle "yedirilme"ye çalışılan memleket meselelerinden çok dizinin odağındaki "süper" aile. Maşallah, neredeyse her bireyi "süper kahraman" olan bir aile. En yenilmezleri olan bir anne var ki, sempati mi duysam, empati mi kursam yoksa bırakıp kaçsam mı bir türlü anlayamıyorum. Her bölümün sonunda "ama sonuçta birbirini çok seven bir aileyiz biz" temalı Amerikan dizilerini (bkz. "Modern Aile" saçmalaması) aratmayacak özellikleri olan bu itici karakter bu dizide aile temasının vazgeçilmezi. Bir bölümde böbreğini bağışlayacak olan oğluna "o benim böbreğim, veremezsin" diyecek kadar iddialı ve ürkütücü bir tip kendisi. Ama herşeyin başı aile deniyor, değil mi? Üstelik kadının üç değil tam altı tane muhteşem çocuğu var. O kadar şanslı kalabalık bir aile ki bu, depremde herşeylerini kaybetmelerine, akabinde İstanbul’a göç etmelerine, üstelik o sene evin genç kızının üniversiteye, en küçüğünün ilkokula başlamasına ve benzeri zorluklara rağmen neredeyse hiç parasızlık çekmiyorlar ve hiç aç kalmıyorlar. Fakat bu kayıp şehri bir kenara bırakıp seksenlerde doğudan ve güneydoğudan en çok göç alan şehirlerden biri olan Mersin’e baktığımızda farklı bir manzarayla karşılaşırız. Yazlık sitelerin inşaatında amele, narenciye tarlalarında işçi, limanda ya da halde hamal olarak iş bulamayan göçmenler, kahraman Meryem Hanım gibi çalıştıkları meyhaneden et çalmazlar ama midelerine girecek bir lokma ekmek için hırsızlık yapabilirler.

Meryem Hanım’ın çocukları da kendisi gibi "süper"ler. Mesela, ilkokula başlayan en küçüğü, annesi kayıt parasını ödeyemediği için okulun camlarını silerken öyle bir deliriyor ki teneffüste okulun camlarını yere indiriyor. Ben bu sahneyi izlerken olayın esinlendiği, evinin damında okulun halılarını yıkarken düşerek sakatlanan Diyarbakırlı kadın ve oğlu adına utandım. Fakirlik hepimize senaryo ekibinin fantezileri gibi şeyler yaptırmıyor maalesef. O yavrucağız okulunun damını yerle bir etmedi ya da halılarını yakmadı ama bazılarının hayal edemediği bir büyüklükle kabullenmeyi, unutmasa da güçlenmeyi öğrenecek belki. Kolay anlatılamayacak olan da bu değil mi? Küçüğümüz cam indiriyorsa, büyüklerini siz düşünün artık.

Peki, aileyi ayakta tutmaya kendini adamış başroldeki üç numaralı oğlumuzun "çok yakışıklı" olduğunun defalarca vurgulanmasına ne demeli, gerçekten böyle bir gereksinim var mı? Yoksa, "süper kahramanların bir özelliği de yakışıklı olmalarıdır" deyip bu belirsiz ihtiyacı içselleştirmemiz mi bekleniyor?

Neredeyse bütün karakterlerin gerçekdışı olup beylik laflar ettiği Kayıp Şehir’de en gerçekçi karakter, görünmese de dizi müziğiyle, sesiyle, şarkılarıyla, posteriyle diziye dahil olan pop müziğin "kraliçe"si Sezen Aksu. Hikayedeki aile tutkusunun merkezinde konumlanan "anne" idolünü en çok onun üzerimizdeki algısı besliyor çünkü.

Fantezi kurmak ayıp değil neticede. Fakat, bu kadar mesaj kaygılı olup, o mesajları vermek için duyarsızlaşmak ve sisteme çaktırmadan göz kırpmak enteresan. Ben bu diziyi her izlediğimde fantastik bir şehir gözlerimin önüne geliyor. Oysa İstanbul, güzelliği, çirkinliği, acayipliği, acımasızlığı, melodraması ve sürprizleriyle hiç kaybolmayan kanlı canlı bir şehir.

Daha fazla yazı yok
2024-11-25 14:14:33