NY’da yaşayan sanatçı Sinem Dişli, Ortadoğu’da fotoğrafçılığı inceleyen küratör ve yazar Laurence Cornet ile konuştu.
Sinem Dişli: Dokuz yıl boyunca, birçok farklı kültürden fotoğrafçılarla birlikte çeşitli dergiler ve kurumlar için fotoğrafçı ve video eleştirmeni olarak çalıştığınızı biliyorum. Ve sıklıkla fotoğrafçı olup olmadığınız soruluyor. Sizinle sanatı tartışırken kendimi rahat hissettiren sanatsal bir görsel duyarlılığa ayrıca sahip olduğunuzu hissediyorum. Yazar olmanıza rağmen sözcükler olmaksızın iletişim kurmakta da aynı derecede ustasınız. Sanırım, salt sözcüklerin ötesinde imgeler yaratmanıza olanak tanıdığı için, bu oldukça güçlü ve değerli bir beceri. Özellikle sanat alanında eğitim almamanıza rağmen bu durum, sizin sanata ilişkin yazmanıza neden oldu mu? Sizi, fotoğrafçılığı sürdürmeye iten neydi?
Laurence Cornet: Yazı en iyi olduğum mecra: Bir şeyleri, geniş kapsamlı duygu ve bilgiyi ifade etmemi sağlayan sözcüklerle çerçeveleyebiliyorum. Bu da özünde fotoğrafın doğası. İletişim ve medya okudum. Tezimde, fotoğrafın doğasını, çoğunlukla uyuşmaz bağlamlarda sorguladım. İlk işim bir fotoğraf dergisindeydi, Images, ve o zamandan beri yazmayı sürdürdüm. Şanslı bir şekilde, önceden belirlenmiş bir yol izlemek yerine, birçok büyük tesadüf vesilesiyle, fotoğrafa giden bir istikamet izledim.
Sinem Dişli: Bu bağlamda, yazma sürecinin size göre en tatmin edici yönleri nelerdir?
Laurence Cornet: Tarif etmesi güç. Sanırım, aktarmak istediğim hissi damıtan doğru tonu, doğru sözcükleri, doğru metaforları, atıfları ve ritmi bulmayı seviyorum. Bu sanat hakkında yazarken işliyor; aynı zamanda çeviri yaparken de. Kutluğ Ataman’dan bir film senaryosu çevirmenin hazzını anımsıyorum. Oldukça esin vericiydi: Tipik olarak Türkçe olan farklı bir kültürel öğeyi ya da bir ifadeyi nasıl çevirmeli? Çevirmenlik kesinlikle yazmaktır. Ancak sıfırdan başlamak ve bir şeyler yazmak başka bir doyum kaynağı. Beni, okuyucuyu da beraberimde götürdüğümü umduğum, bir yerlere götürüyor. Bu nedenle, hâlâ eleştirel parçalar yazmakla birlikte, bugünlerde daha az yorum; daha çok tamamlayıcılık içeren başka şeyler yazmayı düşünüyorum. Film ya da fotoğraf için, bilmiyorum. Esinin ve karşılaşmaların beni nerelere götüreceğini göreceğiz.
Sinem Dişli: Kitle iletişim araçlarıyla, özellikle de sosyal medya siteleri ve yeni moda uygulamalarla birlikte, günümüzde fotoğraf, yaşamımızda daha önce hiç olmadığı kadar fazla yer kaplıyor. Tüm yaşamı, fotoğraf üzerinden, imgeler halinde algılıyoruz. Metinlerden okuduklarımız yerine, artan bir şekilde görsel olana inanıyor ve görsel olan tarafından cezbediliyoruz. Bu nedenle, kendi içinde yeterli bir kanıt ve bilgi olarak kabul görürken fotoğraf hakkında yazmanın anlamı nedir?
Laurence Cornet: Özellikle haber bağlamında, fotoğrafın sözcüklere gereksinimi vardır. Fotoğraf, bir atmosfer hissi verir, gözü doğrudan cezbeder; ancak ayrıntı, hassasiyet ve bazen de nesnellik eksiktir. Uzun süreden beri kapalı olan bir tartışma. Kullanıldığı çeşitli disiplinlerde, fotoğrafın kendisi hiçbir zaman kendi kendine yeten bir kanıt olmamıştır: yargı, medya, tıp, sosyoloji, tarih, bilim. Genellikle başka bir bilgi kaynağıyla tamamlanır. Facebook’da bile görsel, sosyal amaçlar için, bir açıklamayla ilişkilendirilir. Bugünün araçlarıyla –aklımda Zeega, Atavist ve daha birçok multimedya platformunun hızlı ve ilgi çekici gelişimi var –anlatı biçimlerini çeşitlendirmek ve onları birbirleriyle etkileşime sokmak daha önemli. Her kullanıcı, bağlama ve moda bağlı olarak, hangi bilgi tabakasına gereksinim duyduğunu ya da hangisini istediğini herhangi bir zamanda belirleyebilir ve öyküsüne, daha fazla bilgi için, sonrasında geri dönebilir. Her birinin deneyimi kökten farklıdır ve hiçbirini üstün olarak görmüyorum. Fotoğraf hakkında yazmayı –kavramsal olduğu kadar belgesel olarak da– izleyiciye önerilmiş diğer bir deneyim olarak görüyorum. Fotoğrafı bir köprü, fotoğraf ile izleyici arasında bir bağlantı olarak tarif etmeyi seviyorum.
Sinem Dişli: Ayrıca küratörlük yapıyorsunuz. Bir eleştirmen olarak, esasen onlar hakkında yazdıktan sonra sergiler düzenlemenize ne neden oldu?
Laurence Cornet: Küratörlüğünü ilk üstlendiğin sergi, PhotoMed adında, bir Akdeniz fotoğraf festivaliydi. Üç yıl önce Güney Fransa’da kurulmuştu ve ilk yıllarını Türkiye’ye ithaf etmişlerdi. Türkiye’de yeni yeni ortaya çıkan fotoğrafçılar hakkındaki bir serginin yanı sıra Osmanlı kıyılarında birçok deniz fenerini inşa etmiş bir mühendis olan Michel Paşa hakkında bir serginin küratörlüğünü yapmam istendi. O zamanlar, iki yıldır Türkiye’de yaşıyordum ve yerel manzaranın oldukça farkındaydım. Oldukça farklı olmalarına rağmen, iki ayrı kapasite gerektiriyorlardı: Bir fotoğrafçının mesajını başka bir forma çevirmek ve bir ülke ya da bölgenin, hem kültürel hem de sanatsal olarak, anlayışına sahip olmak.
Sinem Dişli: Kişinin, yaşamını bir küratör ve bir yazar olarak bölümlere ayırabileceğini düşünüyor musunuz?
LC: Gerçekte birini diğerinden ayırmıyorum. Mümkün olduğunca geniş bir seyirciyle paylaşmaya çalıştığım önemli yapıtlarla zenginleştirici karşılaşmalardan meydan gelen bir dünyanın içine dalıyorum. Bu durum, çeşitli şekiller alıyor: yayın, sergi, kurgu, arşiv, etkileşimler. Yapıtlar keşfediyor ve onları, gelecek ya da anlık bir dağıtım için aklımda tutuyorum.
Sinem Dişli: Günümüzde, küratör, yazar, sanatçı, galerici, destekçi ya da koleksiyoncu olmak tümüyle birbirine karışmış alanlar. Bu alanları birbirinden ayırmak sizin için bir tür meydan okuma mı? Ben bile bazen şaşkına dönmüş hissediyorum. Başka bir deyişle, bir serginin küratörlüğünü yapabilirsin; ama aynı zamanda bir sergiyi, bir küratör kimliği taşırken, bağımsız olarak eleştirebilir misin? Bunlar tümüyle farklı alanlar mı; yoksa eninde sonunda birbirleriyle ilişkililer mi? Kimlikleri değişiyor mu? Bu olumsuz bir durum mu; yoksa olumlu bir fırsat mı? Bir yazar ve sanatçı ödün vermeksizin bağımsız olabilir mi?
Laurence Cornet: Aslında fotoğrafçı olmayışım sevdiğim bir şey. Bir şekilde kendimi, farklı işlere daha açık hissediyorum. Ayrıca sanatçı olan iyi küratör ve eleştirmenler de var. Küratörlerin kendilerini sanatçı olarak addetmelerine her zaman bozulsam da küratörlük yaratıcıdır. Küratörlük, kişinin birçok şeyi dikkate almasını gerektirir: Format, boyut, doku, düzen, çerçeve, sergileme –her biri yapıtın farklı bir algısını verir. Mesele, yapıtın içeriğini zenginleştirmek için, onun ana mesajını atlamadan, yaratıcı olabilmektir. İyi bir eleştirmen ve küratör olmanın, mümkün olduğunca saydam olmak olduğunu; aşırı-entelektüelleştirmeden oluşan bir duvar inşa etmeksizin, sanatçı ve seyirci arasında doğrudan bir bağlantı kurmak olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar biri, bana arkaplanımı gördüğünü; çünkü küratörlüğünü yaptığım kolektif serginin cömert olduğunu; her yapıtın, diğerleriyle etkileşime girerken, kendisini ifade edecek kendi yerine sahip olduğunu söylemişti. Bu, o güne dek duyduğum en güzel iltifattı.
Sinem Dişli: Küratör ile yönetmen arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyor musunuz? Onları burada nasıl karşılaştırırdınız?
Laurence Cornet: Bu hiçbir zaman düşünmediğim bir şeydi. Belki kurgu sürecinde; bir öyküyü anlatmak için belirli görüntüleri seçme; boyutları ya da konumları dolayısıyla bazılarına belirli bir önem verme şeklinde. İkisi de öykü anlatmayla ilgili, yaşamdaki birçok şeyin ilgili olduğu gibi. Eğer, dünyayı ve çevremizdeki olayları alıp, onlar hakkında öyküler anlatabiliyorsak, onları anlamaya ve paylaşmaya bizi bir adım daha yaklaştırırım.
Sinem Dişli: Düşüncelerinizi, düşünceler ve kavramlardan gerçekliğe dönüştürürken birçok sürprizle karşı karşıya geliyor musunuz? Örneğin, yazmak bir sergi oluşturmaktan daha ıssızdır. Küratörlük, inşalarla daha çok etkileşim gerektirir. Sanatçılar, süreç boyunca yaptıklarınıza katkıda bulunuyorlar mı? Sürecin her adımında bu sürprizlere açık mısınız? Yazma ve küratörlük süreçlerini nasıl buluyorsunuz?
Laurence Cornet: Küratörlük, hiçbir zaman, yazmanın benim için olduğu kadar etkileşimli olmadı. Küratörlüğünü yaptığım ya da hakkında yazdığım sanatçıyla daima biraz zaman geçiririm. Aksi takdirde bazı şeyleri uygun bir şekilde dönüştüremem. Bir sergiye ya da makaleye getirdiğim, yapıtın estetik karakteristiğiyle sanatçının kişiliğinin bir karışımıdır. Esasen bu, duygusal bir yaklaşımdır. Kurgu ve sergi tasarımı hakkındaki görüşlerimi paylaşırım, ona tepki verirler; ardından düşünceyi tartışır ve daha ileri, hiçbirimizin tek başına gidemeyeceği yerin ötesine taşırız. Tabi ki bu, birbirimize güvendiğimizde ve birçok değiş tokuş için zamanımızın olduğunda, ideal olan yoldur. Bazen daha kısadır; ama her zaman etkileşim vardır. Burası en ilginç bölüm. Bir izleyici ve küratör olarak izleyici etmenini ayrıca göz önünde bulundururum. Bu nedenle, izleyicinin dikkatini arttırmanın bir yolu olan galeri mekânının geleneksel doğrusallığını kırmayı denerim. İlk galerideyken, Derya’nın NON’da ne yaptığına bakın –keşke hâlâ İstanbul’da olsam ve Mısır Apartmanı’ndaki yeni sergileri görebilsem– onlar da inanılmaz olmamalılar. Merdivenleri, üstteki dar asma katı ve yeraltındaki karanlık odasıyla oldukça karmaşık bir mekândı. Derya, her zaman, geleneksel sergi tasarımını ihlal eden inanılmaz sergiler yaptı; işe her zaman saygı duyarak ve hiçbir zaman aynı kurulumu tekrar etmeden her yapıta büyük bir anlam kattı.
Sinem Dişli: Sanatçılarınızı nasıl seçersiniz? İlk olarak kavramı mı belirlersiniz; yoksa çoğunlukla sanatçıdan mı esinlenirsiniz?
Laurence Cornet: Benden ne istendiğine bağlı. Bazen benden, kavram yönünden daha kesin bir şeyler istenir; böyle olunca, basit bir klişeye düşmemek ve kavramın geleneksel tanımına meydan okuyacak yapıtlar sunmamak için kavramı geniş bir yaklaşımda tanımlamaya çalışırım. Diğer bazı durumlarda, tema bakımından tamamen özgürümdür; ama tarz ya da sanatçıların geldiği bölgeler bakımından değil. Limitler ne kadar fazlaysa, sergi o kadar iyi olur; çünkü o zaman, gerçekten özgün bir şeyler sunabilirsiniz. Tek kişilik bir sergi durumunda, tabi ki ilk olarak yapıt ve sanatçıdan esinlenirim. Sanatçının bir şekilde ilk izleyicisi olmam anlamında ilk sergiler ilginçtir. Bundan dolayı duvarlarda ya da başka yerlerde bulunan, algıladığım ve düşlediğim yapıtları paylaşma şeklim esastır ve birlikte çözmeye çalıştığımız birçok sorunun kaynağıdır. Daha önce sergilenmiş bir yapıt olması durumunda, önceki yapıtı diğer perspektiflerle karşılaştırmak –örneğin kurgu ya da çağrışım yoluyla– ayrıca ilginçtir. Her mekân farklıdır ve yapıtın sunulacağı şekli tekrar düşünmeyi gerektirir. Bazen ilk şekil, en iyisidir; ama farklı bir şeyleri düşlemek ve denemek de her zaman ilginçtir. Ancak bunun bir ayrıcalık olduğunu biliyorum. Galeri bağlamında, olanaklar çoğunlukla daha sınırlıdır.
Sinem Dişli: Meselenin tamamen bağlantılarla ilgili olduğunu söylerler. Sizin yaklaşımınız nedir? Kişisel olarak tanımadığınız bir sanatçıyı davet eder misiniz? Onlarla galeriler üzerinden mi temasa geçersiniz; yoksa onlara e-posta yoluyla mı ulaşırsınız?
Laurence Cornet: Çoğunlukla, tanıdığım sanatçılarla çalışırım. Bu düşünce değiş tokuşunu kolaylaştırıyor. Bir sergi için güven, başarının anahtarıdır. Bu nedenle, sanatçılarla tanışmak ve kurumları tanımak için bu kadar çok seyahat ediyorum. En başta, onları gerçekten, kişisel olarak tanımak, onların da beni tanıması için; ama ayrıca bu durum bana belirli yapıtlara erişim ayrıcalığını veriyor. Ve bazen sanatçılar, internette yer almıyorlar. Daha önce kişisel olarak tanımadığım sanatçılarla da çalıştım. Onlarla temasa geçtim ve süreci gerçekten başlatmadan önce onlarla tanışmanın bir yolunu buldum. Bir sanatçıyla, hiçbir zaman, fiziksel olarak ilk kez açılış gününde tanışmadım!
Sinem Dişli: Odağınızın Akdeniz ve Ortadoğu sanatı olduğundan söz ettiniz. Neden böyle?
Laurence Cornet: Akdeniz, evet, tamamen bölgeyi sevdiğimden. Akdeniz’in etrafındaki tüm ülkelerde, kültürel ve ekonomik nedenlerle bugünlerde unutmaya meyilli olduğumuz müşterek bir tarih ve coğrafya söz konusu. Sanatı, düşünceleri paylaşmanın bir mecrası olarak görüyorum –toplumsal olduğu kadar da estetik– ve hem sanatçıların hem de kamuoyunun, etkileşim için bir alanı hak ettiğine inanıyorum. Sanat, ülkeler, kültürler ve disiplinler arasında köprüler kurmaya ilişkindir; pedagojik ve belgesel yönlerini gözden kaçırmadan, yeni yeni ortaya çıkan sanatçılara görünürlük tanımakla, düşünceler için bir platform oluşturmakla, alternatif kaynaklara erişim sağlamakla ilişkilidir. Sanat ve kültür adına yerleşik modellerden özgür, yeni perspektiflerden esinlenmiş sanatçıları tanımak için Akdeniz bölgesinde geniş çaplı seyahatler yaptım. Batı Avrupa sanatına dayanan bir arkaplandan gelerek, bu karşılaşmalar sanatsal diyaloga ilişkin yorumlarımı şekillendirdi. Eğitim sistemi, bir ülkeden başka bir ülkeye değişiyor ve bu durumun yapıtları etkilediğini görebiliriz. Özellikle Ortadoğu’da birçok fotoğrafçı, fotoğraf mecrasını resmi olmayan bir şekilde incelemelerine olanak sağlayacak biçimde, kendi kendini eğitmiş; bu durum diğer ülkeler için de ilham verici. Ayrıca, idealist bir şekilde, fotoğraf, benim için neden birçok ön yargıya sahip olduğumuzun nedeni. Ve yine fotoğrafı kullanarak bu klişeleri dengelemek uygun görünüyor. Piyasa meselesinden söz etmeyelim bile.
Sinem Dişli: Türkiye’de yaşadınız ve Türk sanatıyla yoğun bir temasınız oldu. Öyle ki Türk kültürünün birçok unsuruna dâhil olduğunuz. Ama aslında bir Fransız arkaplanına sahiptiniz. Bugün, oryantalizm ile Türkiye’ye ve Ortadoğu sanatına yönelik artan ilgi arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyor musunuz? Ortadoğu ve Asya sanatına yönelik bu yeni merak dalgasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu merak düzeyi, ayrıca, bölgenin değişen ekonomik talihine de dayanıyor mu?
Laurence Cornet: Oryantalizm, farklı bir şey; Ortadoğu ülkelerini tasvir etmenin bir yolu. Şimdi, insanlar Ortadoğu’yla egzotizmi nedeniyle ilgililer; ama ben bunun asıl neden olduğunu düşünmüyorum. Çok az bildiğim Asya sanatı hakkında konuşamam; ancak Ortadoğu sanatıyla ilgili olarak, farklı nedenler olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle, onu uluslararası sahneye taşıyan ve sanat tacirlerinin merakını uyandıran inanılmaz yapıtlar var. Sanat tacirlerini, küratörleri ve sanatçıları içeren bir tür çember, yalnızca seçili bir grup insanı içeren küçük bir topluluk söz konusu. Ayrıca, son bir buçuk yılda bölgede, kimsenin görmezden gelemediği büyük bir coşku oldu. Buna ek olarak, uluslararası bağlantıları olan insanlarca yürütülen Ortadoğu’daki bazı kurumlar, yerel sahneyi dünya çapında görünür kılmak gibi inanılmaz bir iş başardı. Ürdün’deki Darat Al Funun’u, Lübnan’daki Beyrut Sanat Merkezi’ni, Mısır’daki Townhouse’u ya da sön dönemlerde Türkiye’deki Salt’ı düşünün. Bir süreliğine kuruldular ve dünyayı dolaşan, onları başka yerlerdeki önemli yapıtlarla birlikte sunarak yerel sahneyi tanıtan ortaklı sergiler düzenlediler. Karikatürünün değil de Ortadoğu sanatının kendisinin tanınmasını arttıran, onların inancı ve keskin estetik yönelimleri oldu. Seyahat eden daha fazla sayıda insan dünyaya yayıldı. Bu da küresel izleyiciyi sayısını arttırırken, yetkinliklerin değiş tokuşunu kolaylaştırdı. Daha gidecek çok yolumuz olsa da şimdi olduğumuz nokta burası.
Sinem Dişli: Yeni bir mecra olarak fotoğrafın, Türk sanat tarihiyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve fotoğrafın Türkiye’deki gelişimi, Tükiye’de patlayan sanat dünyasıyla nasıl ilişkili?
Laurence Cornet: Fotoğrafın, Türkiye’de yeni bir mecra olduğunu söylemeyeceğim. Fotoğraf, Sultan Abdulaziz’in etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde oldukça erken ortaya çıktı; örneğin Abdullah Kardeşler. Fotoğrafın yerel Ermeniler ve imparatorluk tarihine işaret eden gezginler tarafından oluşturulan etkisi önemli; ancak Türk kültürünün çoğu gibi cumhuriyetin ilanından sonra unutulmuşlar. Bir takım siyasal değişimlerin yanında alfabe değişikliğinin de insanların kendi tarih ve kültürleriyle ilişkilerine büyük etkisi olduğunu bir şekilde hissediyorum. Büyük ölçüde teşvik edilen Batı Avrupa sanatı adına, bir şekilde reddedilirken uzun zaman boyunca daha az erişilebilir olmuştur. Bu, yerel sanatsal kimlikte –bu bağlamda önemli olan; ama zorlamadığım bir kavram– bir kafa karışıklığıyla ve okulda öğretilmeyen fotoğraf pratiğiyle bir tür yarı-kopuşla sonuçlanmış. Ara Güler, Gökşin Sipahioğlu veya Ergün Çağatay gibi çağın ortasına ait bazı figürler –belirli bir fotohabercilik geleneğini sürdüren kendi kendilerini yetiştirmiş fotoğrafçılar– fotoğraf mecrasının estetik ve kuramsal yaklaşımından uzak kalmışlardır. Birçoğu Türkiye’de yaşamamış ve fotoğrafın yerel popülerliğine katkıda bulunamamıştır. Bugün, kendi kendini yetiştirmiş, yabancı bir ülkede eğitim almış; ama bu etkileri yeniden yorumlayabilecek kadar kendilerine güvenen ve kendi fotoğraf tanımlarını ifade eden şimdiki nesil fotoğrafçıların olduğu bir geçiş dönemi gibi gözüküyor. Eğer onlardan üçüne bakacak olursanız –Ali Taptık, Serkan Taycan ve Yusuf Sevinçli– üçü de önemli bir uluslararası görünürlüğe sahip ve aynı İsveç atölyesinde fotoğrafla tanışmış; fakat tamamen farklı dile sahipler. Türkiye’de fotoğrafçılık, ancak son dönemlerde üniversitede bir bölüm haline geldi ve diğer çalışmaların disiplinlerin fotoğrafçılar üzerindeki etkilerini görebiliyoruz. Bazıları, yapıtlarında çeşitli mecraları karıştırıyor; örneğin bunu modayla yapan Osman Bozkurt ve Pınar Yolaçan gibi. Bazıları, yapıtlarını doğrudan eğitimleriyle ilişkilendiriyor: Örneğin Ali kentin duygusal belgelemesini mimarlık eğitimine dayandırıyor; Serkan’ın düz ve kesin kompozisyonları da bir mühendisin yaklaşımını andırıyor. Bazılarıysa, kendi fotoğraf kavramsallaştırmalarını işlerinin yerleştirmeleri aracılığıyla ifşa ediyor; temel olarak –çağdaş sanat alanından alınmış bir kavram olan– form arayışında. Bugün Türkiye’deki fotoğraf sahnesini görmek gerçekten çok ilham verici. Dar bir tanımla sınırlandırılmadan etkileri karıştırmak ve dahası fotoğrafın sınırlarını zorlamak. Aynı zamanda piyasa, yerel koleksiyoncuları “eğitmekte” harika bir iş çıkaran, uluslararası izleyicileri çeken ve yerel sanatçıları uluslararası alana tanıtan kurumlar ve galerileriyle bu olanağı yakalamak için hazır. Büyük bir coşku söz konusu.
Sinem Dişli: Yani bunu, tamamen yeni bir tutarlı Türk fotoğrafçılık ekolünün doğuşu olarak mı görüyorsunuz? Sizin de söz etmiş olduğunuz gibi İsveç’te eğitim almış sanatçı ve fotoğrafçıların dönüşünden sonra bu “coşkunun” gerçekte yeni bir vizyona dönüştüğünü düşünüyor musunuz; ya da halen değişik bir mayalanma evresinde mi?
Laurence Cornet: Bence, dışarıdan bakan insanların arayacağı ve içindeki sanatçıların bağlılık hissedeceği estetik bir belirlilik bağlamında, Türkiye’nin bir “fotoğraf ekolü”ne sahip olması yazık olurdu. Belirli ve karmaşık sanatsal arkaplanın yerel sahneye getirdiği çeşitliliği seviyorum. Verilebilecek çok örnek var: Borga Kantürk gibi formla ilgilenen kişiler; fotoğrafa kavramsal yaklaşımla ilgilenen Ahmet Öğüt (büyük bir mizah duygusuyla) ve Uygur Yılmaz gibi kişiler ve Nasan Tur gibi, fotoğraf ve diğer mecraların sınırlarını aşan disiplinler arası sanatçılar. Türkiye’de fotoğrafçılığın kapsamı geniş ve gelişmeyi sürdürmeli. Özellikle yerel sanat sahnesinde eleştiri yok; esin veren ve yaratıcı olan eleştiriler de fotoğrafçıların kendileri ve birkaç galeri tarafından yapılıyor. Umarım, İstanbul’un her yerinde açılan sayısız galeriler ve çoğalan fuarlarla birlikte fotoğrafçılık ve çağdaş sanat manzarasının ani baskısı bir kafa karışıklığı yaratmaz.
(İngilizceden Türkçeye çeviri: Kemal İz)