A password will be e-mailed to you.

Can Dostum ile 16 yıl önce başlayan ve Gerry ile devam eden Matt Damon-Gus Van Sant işbirliği sürüyor. İkilinin yeni filmi Kayıp Umutlar [Promised Land], nisan ayında düzenlenen 32. İstanbul Film Festivali’nin ardından vizyona da konuk oluyor!

Matt Damon’un, adını sinema tarihine “sadece bir oyuncu” olarak yazdırmak istemediği artık gün gibi ortada. Daha henüz kariyerinin başında, Ben Affleck ile birlikte yazdığı Can Dostum’un senaryosuyla Oscar ödülü kazanan bir oyuncudan da aksini beklememek gerek aslında. Zaten şöyle bir dönüp baktığımızda, Damon’un da Affleck’in de “abileri” George Clooney’in izinden gittikleri çıkarımını yapmak çok da yanlış sayılmayacaktır herhalde. Çünkü her iki ünlü oyuncu da tıpkı George Clooney gibi oyunculukla olan bağlarını koparmadan, kendi filmlerini yazarak veya yöneterek bireysel projelerini oluşturma, kendi hikayelerini anlatma çabası içerisindeler. Fakat gelin görün ki böyle bir yönelim içerisinde, Damon’un durumu ne Affleck’e ne de Clooney’e benziyor. Damon, içinde yazar olarak adının geçtiği üç proje üretti fakat hiçbirinde Affleck ya da Clooney gibi yönetmen olarak yer almadı. Bunun yerine, yazdığı her projede aynı yönetmenle, Gus Van Sant ile çalıştı ve tüm projelerini bir başka oyuncu arkadaşı ile beraber yazdı. İlk defa, bu son projesini, Kayıp Umutlar’ı yönetmeyi planlıyordu ki çekim takviminde çıkan aksilikler buna engel oldu. Bu yüzden o da bir kez daha yakından tanıdığı ve güvendiği bir ismi, Gus Van Sant’ı yardıma çağırdı. İşte, filmin yapım hikayesi ile ilgili durum böyleyken bence en doğrusu Kayıp Umutlar’ı bir Gus Van Sant filmi olarak değerlendirmek yerine, bir Matt Damon filmi olarak ele almak. Zira, ortada Van Sant’ın hünerlerini sergileyebileceği bir platform yok. Van Sant’ın burada yapabileceği en iyi şey temiz bir yönetmenlik çıkarmak, onu da hakkıyla yapmış zaten. Kayıp Umutlar’da bizim asıl ilgilenmemiz gereken şey; hikayenin kendisi aslında!

Kayıp Umutlar, dev bir doğalgaz şirketinin Pennslyvania kırsalında yer alan fakir bir kasabaya bir tesis kurmaya çalışmasının hikayesini, kasaba ahalisini ikna etmekle görevli bir şirket çalışanının, Steve Butler (Matt Damon)’ın gözünden anlatıyor. Filmin kısa ama öz tasarlanmış prolog bölümünde, zaten Butler’ın işinin en iyisi olduğu, insanları ikna etmek konusunda onun üzerine kimsenin tanınmadığı açıkça söyleniyor bizlere. Bu giriş kısmından sonra Butler’ın, yola koyulduğu bu küçük kasabada, her şeyi kolaylıkla halledeceğinden şüphemiz de yok aslında. Nitekim o ve ortağı Sue Thomason (Frances McDormand) arazilerini kullanmayı düşündükleri çiftlikleri bir bir gezerek, zaten uzun yıllardır üç kuruş parayı bir arada görmemiş kasaba halkını, “çocuklarınızın geleceğidir” diyerek arsalarını satmaya kolaylıkla ikna etmeyi başarıyorlar. Her şeyin plana uygun gittiği bir anda, MIT mezunu, gönüllü lise öğretmeni bir ihtiyarın, Frank Yates (Hal Holbrook)’in kasabalılara yaptığı bir salon konuşması ise bizim doğalgazcıların bütün planlarını bozmaya yetiyor. Kasaba, doğalgazı oylamaya karar veriyor ve tesislerin kurulum kararını bu oylamanın sonucunun belirleyeceği açıklanıyor. Olan bitenin haberini alıp kasabaya damlayan çevreci grup üyesi Dustin Noble (John Krasinski) ise işin tuzu biberi oluyor. Asıl hikayemiz ise bu noktadan sonra başlıyor işte.

Kayıp Umutlar, herşeyden önce içerdiği sermaye karşıtı ve çevre dostu söylem sebebiyle zaten bir kısım izleyicinin hemen ilgisini çekebilecek ve onlara kendini hemen sevdirebilecek bir film. İçinde bulunduğumuz “Gezi” gündeminden de anlaşılabileceği gibi o konuda zaten bir itirazımız yok. Fakat filmin bu cesur söylem özelliğinin dışında hemen göze çarpan bir başka artısı daha var ki kanımca asıl takdir edilmesi gereken şey o! Evet, filmin en büyük artısı; seyircisinin nerede duracağını kolaylıkla konumlandırabileceği, ona böylesine büyük bir fırsat tanıyan kolay bir hikayesi varken, izleyenlere pek fazla tutunacak dal bırakmayan çetrefilli bir dramatik yapı kurmaya girişmesi. Yani kolay olanı elinin tersiyle iterek, zoru seçmesi! Bu dramatik yapı öyle çıkmazlarla dolu ki Steve Butler ile empati kuramadığımız ve ona tutunamadığınız gibi onun karşı karakteri olan “çevreci çocuk” Dustin Noble’a da yakınlaşamıyoruz. Ya da çiftliğini satmak istemeyip direnen kasabalıları anladığımız kadar, çocuğunun geleceğini garanti altına almak adına sermayeye teslim olanları da rahatlıkla anlayabiliyoruz. İşte, seyirciyi böylesine bir çıkmaza sokan ve ikilemler yaratan senaryosu, Kayıp Umutlar’ın en güçlü yanı. Bu senaryoda en başta, Steve Butler’ın nasıl bir adam olduğu sorusu önemli. Çünkü Steve, bütün film boyunca “ben kötü adam değilim” diye bağırıp dursa da birilerine ya da bir yerlere kötü bir şeyler yaptığı ortada. İnsanlara yalan söyleyen, şirketi adına onları kandıran, dolandıran bir adam o. İşini yapmak için kurulmuş bir oyuncak asker bir nevi. Sistemin bir parçası Steve. Kasabadan çıkmış, şehirde yalnız kalmış bir adam. O da içten içe bunun farkında aslında. Zaten tüm bu olan bitenin sonunda, bir karar vermesi gerektiği anda iyice ortaya çıkıyor bu farkındalığı. Filmin sonunda yer alan ve gerçekten iyi gizlenen bir sürpriz gelişme ile anlıyor sistemin yön vereni değil, kurbanı olduğunu. Artık, özgür irademizle verdiğimizi sandığımız oylarımızın bile aslında bize ait olmadığını. Kendimiz için karar verme hakkımızın bile elimizden alındığı gerçeği ile yüzleşiyor Steve. Bu değiştiriyor onu. Bu yüzden belki de ilk defa kendisine saygı duyarak şirketine kaybettirmeyi seçiyor. Tabi, bu noktada Steve’in aldığı kararı destekle(ye)meyen Sue’ya da değinmek gerek. Frances McDormand’ın ustalıkla canlandırdığı bu karakter kendini oğluna adamış bir anne ve açıkça anladığımız üzere işini sadece para kazanmak için yapıyor. Bu noktada Kayıp Umutlar, insanoğlunun tercih özgürlüğü üzerine de bir şeyler söylemek istemiş belli ki. Tek bir bakışıyla Steve’in kararını onayladığını anladığımız Sue, maalesef Steve kadar bağımsız ve yalnız olmadığı için sistemin bir parçası olmaya devam etmek zorunda kalıyor. Tercih özgürlüğü teması üzerine oluşturulan bu yapıda belki de en önemli cümleyi 80’li yaşlarına dayanmış Frank Yates karakteri söylüyor zaten; “Gururumla ölebilecek kadar yaşlı olduğum için şanslıyım aslında!”

Kayıp Umutlar’ın detaylı karakter çalışmasına ve incelikle kurulan dramatik çatısına zarar veren tek şey ise belli ki ana akım izleyiciyi (özellikle de kadın izleyicileri) filme çekmek için eklenen aşk hikayesi olmuş maalesef. Oysaki Kayıp Umutlar’ın üzerine gittiği meselenin ağırlığı gereği zaten hiç böyle bir eklentiye ihtiyacı yok aslında. Ekonomik krizin etkileri ile ilgilenen ve bir çevre sorununu işleyen bir filme, Amerikan romantik komedi klişeleri kullanılarak hazırlanmış bir yan hikaye ilave etmeye çalışmak filmin seyircisi ile kurduğu samimi ilişkiye zarar vermiş. Bu yan hikaye için de Rosemarie DeWitt her ne kadar Alice karakterine hayat verirken karakteri sempatik kılmaya çalışsa da bu çabası sonuç vermiyor. Oyuncu, Damon ve Krasinski’nin biraz hesaplı olarak yazdığı bu zayıf öykünün kurbanı oluyor. Öte yandan, oyunculuk konusuna değinmişken, Frances McDormand ve Hal Holbrook’un muhteşem performanslarından da bahsetmek gerek. Hal Holbrook, çok az sahnesi olmasına rağmen bir karakter yaratmanın sahne sayısı ile ilgili olmadığını bir kez daha hatırlatıyor biz izleyicilere. Frances McDormand’a ise hayran kalmamak imkansız. Bir yan karakterin hikayesini ana karakterin akıbeti kadar seyirciye önemsetecek bir oyuncu o! Oynamak için diyaloglara ihtiyaç duymayan, nadir bulunan bir yetenek. Yaşı ilerledikçe daha da ilginçleşen kariyerini takip etmek ise ayrıca keyif veriyor.

Sonuçta, Kayıp Umutlar, haklı bir söylemi olan ve ne söylediğini iyi bilen bir film. Üstelik, sorduğu sorularla da seyircisini çıkmaza sokan başarılı bir senaryo çalışmasına sahip. Filmden çıktığınızda, sisteme karşı gelebilmenin ve sermayenin karşısında durabilmenin ne kadar mümkün olduğu ile ilgili kafanızda pek çok soru oluşacağı kesin. Bu yüzden, bazı küçük eksileri olsa da bence kesinlikle görülmesi gerekiyor. Ayrıca, Matt Damon’ın kamera arkası kariyeri için de bir sıçrama tahtası bu film. Oyuncunun, bundan sonra “Clooney Okulu”nun yöntemini izleyeceğinin ve siyasi-muhalif bir sinemanın peşinde koşacağının en açık göstergesi. Festivalde kaçırdıysanız bu kez kaçırmayın derim.

 

Daha fazla yazı yok
2024-09-21 09:28:06