A password will be e-mailed to you.

"Sanat diye bir şey yoktu zaten; biz bunu ta okuldayken öğrenmiştik. Aslında sırf işimize gelmediği için görmezden geldik. #Gezi sürecindeki üretim de sanatın namevcudiyetini, kralın çıplak olduğunu, sert bir şekilde yüzümüze vurdu."

Bu yazıda, Taksim Komünü’ndeki ilk üretimlerden bu yana sıkça okuduğumuz ve duyduğumuz, #gezi yaratıcı pratiğinin aslında sanat olduğuna dair düşüncelerin üstünde duracağım. Doğrudan Twitter etiketiyle kullanacağım “#gezi” terminolojisini; işgaller, tek tek eylemler, çatışmalar, coğrafya ve benzerlerini kapsayan bütün bir deneyimsel süreci ifade etmek için tercih edeceğim.

#Gezi üretimini, sanatsala dair niyet ve gerçekleşme açılarından üç tipe ayırabiliriz: İlki, sanat-sepet kaygısı gütmeksizin, sloganlar ya da yeryüzü iftarlarıyla örneklendirilebilecek yaratıcı eylemler. Konumuz açısından özellikle kayda değer bulduğum ikincisi, başta sanat eseri olarak kurgulanmış olmasına rağmen, daha sonra yaratıcı eylemler serisine evrilmiş bir edim olarak duran adam kategorisi. Sonuncusu ise, sanat diye üretilmiş ve kendileriyle sanat olduklarının bilinciyle etkileşime geçilmesi beklenen eserler. Yazıyı bu tipolojinin çevresinde düzenlemeksizin, her bir kategoriye yazının farklı noktalarında ayrı ayrı değineceğim.


#Gezideki Pratiğe Sanat Demek

Duran adamın[1], Gezi Parkı işgali sırasındaki pratiğin “onlar farkında olmasa da” sanat olduğuna dair düşünceleri doğrudan desteklediği, hatta kanıtladığı düşünülebilir. Ben tam tersini düşünüyorum. Duran Adam’ın daha tek başına dikildiği, onu ilk gördüğümüz ve fotoğraflarının sosyal medyaya yayılmasıyla #duranadam’ın TT olduğu gün, Duran Adam olgusu iki yönden birine evrilebilirdi: Ya bizim deneyimlediğimiz şekilde sahiplenilip, büyük çaplı bir eyleme dönüşebilirdi; ya da izlenip yanında fotoğraf çekilecek bir gösteriye.

Duran adam #gezi öncesinde gerçekleştirilseydi, performans sanatıyla kuragelmiş olduğumuz kişisel angajman açısından pasif, entelektüel angajman açısından tüketici ilişkiden dolayı –Duran Adam’dan mevcut deneyimimizle aynı derecede etkilenmiş olsaydık bile– bu olgunun ikinci yöne doğru evrilmiş olacağından eminim.

Günümüzde, normal şartlarda, bir pratiği sanat olarak tanımlamanın etkisi de tam olarak bu oluyor: Adeta bir entelektüel soylulaştırma süreci sonucunda, üretimle dolaysız etkileşimin engellenmesi; böylece üretimin bir gösteriye dönüştürülmesi. Alımlayıcısının sanatla kurduğu bu ilişki, benim için, günümüzde, sanatın bir numaralı sorunu olarak öne çıkıyor.

#Gezideki yaratıcı pratiği “onlar farkında olmasa da” sanat olarak niteleme çalışmalarını buna yoruyorum: Yaratıcı edim, uzmanlaşmayla, profesyonelleşmeyle, sanat olarak hayattan kopartılmış; bu açıdan öldürülmüştü. #Gezi pratiğinin sanat olması halinde sanat tekrar hayata kavuşacak; dahası, yeniden hayatımız için anlamlı kılınacak ve hayati geçerliliğini kazanacak.

#Gezide gözlemlediğimizi sanat olarak niteleyen argümanın, özünde, sanatın dünyayı dönüştürebilir, gerçek bir gücü olduğuna kendimizi inandırmak üzere bir telkin olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki her ses bombası patladığında, tekrar tekrar “ses bombası” deme ihtiyacı duyduk; benzer şekilde, yeterince tekrar edersek, sonunda bu düşünceyi içselleştireceğimiz umuduyla, temelde ancak yaratıcı edim olarak gruplanabilir bir pratiğe tekrar tekrar sanat olarak yaklaşarak, bir fikri içselleştirme çabaları.

Bu şekilde düşününce, bugünlerde dört bir yanda hazırlanan sergiler, bilinçsiz ama yine de aktif bir sahiplenme çabası olarak okunuyor. Hatta şöyle de yaklaşılabilir: Bu yoğunlukta bir çaba, tam da miktarıyla, sanatsal denen #gezi pratiğinin, yaratıcı bir pratik olmasının haricinde sanatla bir ilişkisi olmadığını kanıtlıyor.


#Geziden Birkaç Örnek: Eylem Ve Performatif Sanat

Gezi Parkı’ndaki eylemleri sanatsallaştırmak adına dile getirilen düşüncelerin arasında “artık bienale gerek yok” gibi beyanlar ve “happening” veya “sitüasyon” gibi benzetmeler oldu. En sık karşılaştığımız ise, ya tek tek eylemleri, ya da bütün olarak Gezi Parkı oluşumunu bir performans olarak görmek.

Günümüz uygulamasında sanatın tanımı sanata benzeyen şey olarak kabul gördüğünden, Gezi Parkı işgaline böyle yaklaşımlarla karşılaşmak şaşırtmıyor. Ne var ki, totolojik mantığıyla bu tanım, bize düşünsel anlamda hiçbir şey katmıyor. Performans kelimesinin bedeni dâhil eden her şey gibi muğlak bir kategori olarak kullanılıyor olması da cabası. #Geziye sanat olarak yaklaşmadaki birkaç sorunlu noktayı ortaya çıkarmak amacıyla, #geziden örnekler üzerinden, dört tür eylem-performans ilişkisinden bahsedelim.

Öncelikle, bir sanat eseri olarak düşünülmüş olan duran adam… Başlangıçta, duran adamın sanatlığı bilinmiyordu. Kendi sessizliğiyle ve yöneltilen “Ne yapıyorsunuz?” sorusuna verdiği “Duruyorum” cevabıyla da bu belirsizliğe destek oldu. Durmanın nedenine ve Duran Adam’ın kimliğine dair kısa metin internette ilk dönmeye başladığında asparagas olmasını çok istedim. Daha sonra başörtülü performansı da yayılınca, Duran Adam’ın bir “performans sanatçısı” ve yaptığının da bu anlamda bir performans olduğunu kabullenmek zorunda kaldım. Öte yandan ismini öğrenmemek konusunda hâlâ direniyorum.

Duran adamla ilişkilendirerek şu soruları soralım: Bir edimin performans olduğunu bilince mi bilmeyince mi ona katılmaya daha çok meyilliyiz? Hangi durumda onu daha samimi bir şekilde kucaklarız? Ben, duran adamın sanatsal çıkış noktasına rağmen birçokları tarafından sahiplenilmesini buna, sanat mı değil mi belli olmamasına bağlıyorum.

Eylem ve sanat arasındaki kilit bir farkı ortaya çıkarması açısından duran adam değerli: Eylem anonimdir.[2] Kişi, kitlesel bir güç oluşturmak adına, bireyliğini bir kenara bırakır. Eylemin anonim karakteri, onun gücünün kaynağıdır; çünkü isteyenin sahiplenmesine, yani samimi katılımına izin veren açık kapıdır. Bir mahlas aracılığıyla, Duran Adam eserinin anonimleşip, bir eyleme dönüşmesi; duran adam eylemlerinin bir aya yakın uzunlukta sürebilmesinin sebebidir.

İkinci tür eylem-performans ilişkisi için, #gezide eylem olarak kabul görmüş iki edimi performatif süreci üzerinden düşünelim: Direnç performanslarıyla parallellik kurabileceğimiz tencere-tava çalma ve ilişkili ışık yakıp-söndürme eylemleri. Bunlara hak ettikleri değeri verdiğimizden emin olmak için geçmişlerinden ve deneyimsel boyutlarından bahsedeceğim.

Kökeni yeniçerilerin ayaklanacaklarını haber vermek için çaldıkları kazanlara dayanan[3] tencere-tava çalma eylemi, Türk iktidar karşıtı eylem diline 1997’deki Susurluk skandalı sırasında kazandırıldı. O zaman ışığı yakıp söndürme yerine “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi vardı. Tencere-tava faslı da, yanılmıyorsam, 3-5 dakikada son buluyordu.

Gelelim bugüne: Saat 21:00 oluyor. Evde ne yapıyorsanız, bırakıyorsunuz. Siz ışığın başına geçiyorsunuz, eşiniz elinde bir tencere ve bir kaşıkla balkona çıkıyor. Başlıyorsunuz yakıp-söndürmeye; bangır bangır ses çıkartmaya. Bunu en az yarım saat sürdürüyorsunuz. Eller-kollar, parmaklar en geç onuncu dakikada yorulmuş oluyor; sorun değil, aslında sağlak olsanız da sol elle çalmaya devam ediyorsunuz. Bu sürecin en etkileyici özelliği, yoğun bir kitle psikolojisi, heyecanı olmadan yapılıyor olması. Vücudun kısıtlılığına rağmen, dahası, balkondan baktığınızda çoğu kişinin katılmadığını görmenize rağmen eylemin sürdürülmesi.

Bu edimlerin bir eylem olarak zayıf kaldığı savunulabilir, örneğin yeterli bir kitle tarafından uygulanmadığı ya da etkili bir yoğunluk sağlanamadığı için. Ancak, çalma ve yakıp-söndürme, önceden tayin edilmemiş bir süre boyunca bütün direnç sorunlarına rağmen devam ettirilmeleriyle, performans olarak gayet etkileyici oluyorlar.

Üçüncü grupta ise “performans sanatı” var. Bu tür örnekler hakkındaki düşüncelerimi detaylandırmaktansa, kısa bir kıyaslamada bulunacak ve bir sav öne atacağım: Gerek Duran Adam’ın, gerekse tencere-tava çalmanın Gezi Parkı’nda performans sanatı olarak gerçekleştirilmiş Ziya Azazi ve Şükran Moral örneklerinden ayrıldıkları nokta, hem kullandıkları görsel-bedensel dilin, hem de dürtülerinin #gezi direnişinin içinden gelmesi.

Duran Adam performansının yayılmasındaki viral hız, anonimleşmeye açık formunun yanı sıra, bu dil ve dürtü ile birlikte canlanan samimiyetten kaynaklanıyor. Aynı şekilde, tencere-tava eylemlerinin anında hayata geçmesi de. Öte yandan, Moral’ın karnına Çarşı/anarşi “A”sını kazıması, dil-dürtü-samimiyet eksenlerinden hiçbirine oturmuyor. Azazi’nin semazeninde ise dil sorunu öne çıkıyor. Gerçekten de alımlayıcı deneyiminde gösteri seviyesinde kalmış bu iki sanat örneğini #gezi içinden oluşturulmuş eksenlerde değerlendirdiğimizde, onların neden gösteriden öteye geçemediklerini anlayabiliyoruz.

Performans-eylem ilişkisine dair #geziden son tür örnek ise, Taksim Kömünü’nün kendisi. Gezi Parkı işgali, parkı, de Certeaucu anlamıyla yerden; çevreye ve birbirine saygı, paylaşım, gönüllülük, bir aradalık gibi değerlerin pratik edildiği bir mekana dönüştürdü. İşgal sırasında yaşanan bir aradalıklar, empati becerimizi arttırdı ve toplumsal sorunları çözme çalışmalarına eğilmemize sebep oldu. Bugünlerde heyecan duyduğumuz “kültürel devrim”, bu bir aradalıkların bir sonucu olan empatiyle, yine yavaş da olsa, #gezisiz olacağından çok daha hızlı bir süratle gerçekleşmekte.[4]

Gerek altyapı gerekse kazanımları açısından, Taksim Komünü’nün, ilişkisel yapıt, yeni tip kamusal sanat, toplumsala angaje sanat, diyalojik sanat ve gibileriyle benzerlikleri tartışılmaz. Örneğin, bu tür pratikten WochenKlausur’un Uyuşturucu Bağımlısı Kadınlara Yardım İçin Müdahale’si, bir sorunun farklı etmenlerini bir araya getirerek, süreç içerisinde bir çözüm yaratmaya çalışma açısından, Taksim Komünü’nün sosyalist anarşizme yakın düzeninden majör politika alanına çıkartma yapmaya çalışan Taksim Dayanışması’nın çalışmalarından farklı değil. Temelde politika alanından olan komünün içinden detay anlar da Jay Koh’tan (Fikir Değiş Tokuşu) Suzanne Lacy’ye (Çatı Yanıyor) çeşitli sanatçıların işlerine benzetilebilir.[5]

Taksim Komünü’ne benzeyen pratiğin—kendini kesin bir şekilde sanat veya siyaset olarak tanımladığında bile–kategorik muğlaklığını Carlos Basualdo ve Reinaldo Laddaga’nın “deneysel topluluklar” terminolojisi gözler önüne seriyor. Terimi şöyle tanımlıyorlar:

Rekabet ve işbirliğinin, bir arada öğrenme ve radikal inovasyonun, tasarım ve uygulamanın, yönetim ve gerçekleştirmenin ifade şekillerini araştırma amacıyla sanatlar evreninde (bu evreni insan hayatının diğer bölgeleriyle de ilişkilendirerek) oluşturulmuş topluluklar.[6]

Basualdo ve Laddaga, cümlenin geri kalanında bu tanıma “bu araştırmanın dolaştırılıp sergilenebilir bir şekilde arşivlenmesi” düşüncesini dâhil ederek deneysel toplulukları sanat kurumlarıyla ilişkilendirseler de; gerek terimin kendisinde, gerekse tanımın içeriğinde kullandıkları dil ve kavramlar ile günümüz pratiğinde sanatla politik pratiğin ne derece ayrıştırılamaz bir hale geldiğini kanıtlıyorlar.


Estetik-Politik Eylem

#Gezideki yaratıcı pratiğe, çeşitli politik özneler tarafından gerçekleştirilmiş olmasından ve ölçeğinden ötürü bir anomali olarak yaklaşamıyoruz. Bu pratiğin anonimliği açısından mevcut sanattan ayrılmasının yanı sıra, sanatsal üretimin metalaşma ve entelektüelize edilerek soylulaştırma ile yabancılaştırma sorunları nedeniyle, #gezi üretimini sanat olarak kategorize etmenin hatalı ve tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan bizim bu pratiği kavrama ihtiyacımızı tatmin edecek bir kategori var: Begüm Özden Fırat ve Ezgi Bakçay’ın geliştirdiği “estetik-politik eylem” kategorisi. “Çağdaş Sanattan Radikal Siyasete, Estetik-Politik Eylem” başlıklı metinlerinin[7] başlarında Bolivyalı kolektif Mujeres Creando’dan, #geziyi sanat olarak yorumlamadaki mesele konusunda da bize ışık tutan, şöyle bir alıntı sunarlar:

Yaratıcılık insanidir—bütün kadın ve erkeklere aittir. Fakat bizleri bize ait olan bu yaratıcılıktan mahrum etmek istiyorlar. Yaratıcılığımızı elitist bir şeye çevirmek istiyorlar; sadece sanatçıların yaratıcı, esinlenmiş ve birbirlerine ilham verenler olduklarını söylüyorlar. Biz kendimizin bu mücadele aracından mahrum bırakılmasına izin vermiyoruz ve yaptığımız her şeye, yayımladığımız kitaplara, sokak eylemliliklerine, duvar yazılarına yaratıcılık denen ve bizim için çok temel ve önemli olan bu unsuru ekliyoruz. Bazıları bize “Siz sanatçısınız” diyor. Fakat biz sanatçı değiliz, biz sokak eylemcileriyiz. Yaptığımız sadece tümüyle insani olan bir gücü kullanmak: yaratıcılık.

Fırat ve Bakçay’ın, sanat ve siyasetin haricinde “yeni bir çapraz hareketler bölgesi açan“ “bir ara alan” olarak tanımladığı estetik-politik eylem, “bedenlerin eylem sırasında birlikte ürettikleri duygulanımsal bilgide hayat bulur(…). Yeni beden-zaman-mekan müştereklikleri kurarak hayal gücünü serbest bırakır.” Duygulanımsal kamusallık olarak niteledikleri kolektif deneyimde, politik açıdan öne çıkan, “bir arada eyleyen bedenlerin ortak bir mekanı, farklı toplumsallıkları yaratma kapasitelerindeki artıştır.”[8]

Fırat ve Bakçay’ın Emek Sineması eylemleri üzerinden inceledikleri estetik-politik eylem kavramı, #geziyle de birebir örtüşüyor; çünkü #gezide de, “mücadelenin biçimi içeriği aşarak, kolektif eylemin bir talebin gerçekleştirilmesine odaklanan tekil bir edim değil; yeni toplumsal ilişkiler ve öznellikler üreten kurucu bir araç” olduğunu gözlemliyoruz. Gezi eylemlerini başlatan parkı kaybetmemek amacıyla bir araya gelme ve hemen sonrasında polis şiddetiyle canlanan iktidara karşı bir araya gelme “tepkisel ‘hayır’”ı; ilerleyen zamanla neoliberal ekonomi yerine paylaşım ekonomisinin veya tahakküm kurma yerine empati kurmanın canlandığı “olumlayıcı ve kurucu bir deneyime” evrilir. 28 Mayıs’tan bugüne atılan sloganlar ve yazılamalardan (“Anne ben arkalardayım zaten”), polise karanfil vermeye sayısız yaratıcı eylemler bu sürecin çeşitli anlarıdır ve bir bütün halinde yaklaşılması gereken bir estetik-politik eylem olarak #geziyi oluşturur.

Estetik-politik eylem kavramı bize günümüzü anlamak için sanat, politika, eylem gibi geçmişin ağırlığını taşıyan birçok kavramdan daha verimli bir kategori sunuyor. Öncelikle, konuya bir “süreç” ve “kapasite artışı” olarak yaklaşınca, estetik-politik eylemin merkezindeki süreklilik esasını keşfediyoruz. #Geziyle ilişkilendirirsek, bu esas, tüm çeşitliliklerine rağmen bir bütünlüğe sahip eylemleri tarif edebiliyor. Nitekim eyleyen bedenler olarak halkın parkı işgal edip içinde yaşamasının; polisin parkı işgalinden sonra durmaya, voltalamaya, forumlarda tartışmaya evrilmesi #gezinin sürekliliğine işaret ediyor. Nasıl ki, polisin halkı Gezi Parkı’ndan çıkarttığı 15 Haziran’dan bu yana gerçekleştirilen forumları, halkın parkı işgal süresinden ayrı bir olgu olarak görmüyoruz; #gezi pratiğini anlamaya çalışırken de bunları ayırmamak gerek. Benzer şekilde, eylem olarak tasarlanmış olmalarının yanı sıra dip dibe gerçekleşmelerinin de kanıtladığı üzere aralarında organik bir bağ olan slogan atma ile yeryüzü iftarları, analizde birbirinden ayrı tutulmamalı.

Sanatsal pratiğe dair verimliliği açısından estetik-politik eylem kategorisi, sanatçının toplumun bir üyesi olarak hassasiyetlerini ya da politik duruşunu eylemesi için bir olanak sunar. Daha önemlisi, sanatsal-estetik zorlamaların, etik gibi kişinin dünyayla ilişkisini biçimlendirmesinde yönlendirici prensiplerin önüne geçerek sanatsal pratiği etkilemesi engellenmiş olur. Yaratıcı pratiği sanat veya tasarım gibi mesleki dalların hegemonisinden kurtararak özgürleştirir ve sahiden de herkesin sanatçı olabileceği bir toplumun yollarını açar. Ayrıca, bu özgürleştirme, sanat eğitimi ve pratiğindeki sanat tarihsel kıstaslarla incelenen üretimin sonuç verdiği akademik yaklaşımın üstesinden gelebilir; hatta, yaratıcılığı adeta kutsanmış bir gruba maletmediğinden, sanatta metalaşmanın önüne geçebilir.


Geziden Sonra Sanat

Şimdi en başa bağlayalım: “Sanat bir daha aynı olmaz” da sık duyduğumuz, okuduğumuz bir söylem oldu. Lütfen şimdi. #Gezide karşılaştığımız formların, tavırların hepsi on yıllardır vardı ve birçoğumuz yine de onları tercih etmiyordu. Etik, yerellik, takas, paylaşım, kamusallık, ortaklaşalık, bir aradalık, herkesin sanatçı olması, sanat dünyasının elitizmi… Bunların da hepsi sanat dünyasının literatüründeydi. Uygulama desek, o ayrı.

Ama sahiden de sanat bir daha aynı olmasın. Lütfen. Çok sevinirim. Ama ben “Duran Adam bir performansçı” sözünün, yaratıcı bir eylemi ehlileştirme ve sanat diliyle içini boşaltarak zayıflatma olduğunu düşünüyorum. Ona bir tipoloji sağlayarak edimi tanımlamak, bu şekilde onun potansiyelini söndürmek; de facto öldürmek.

Maalesef sanat aynı olacak. Hatta, sanatın özelliği aynı olması. Bir üretimin sanatlığı onun önceli olup olmadığı, mevcut sanata benzerliği üzerinden belirleniyor. Nitekim, çeşitli mikroütopik yapıtlara, Yoko Ono tipi düş ağaçlarına veya Nasan Tur (Berlin diyor ki…) türü yazılamalara benzerlikleriyle son iki ayki edimlerin, sanat olarak bu kadar hızlı sahiplenilmelerinin nedeni de bu.

Yine de, konuya bambaşka yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum: Sanat diye bir şey yoktu zaten; biz bunu ta okuldayken öğrenmiştik. Aslında sırf işimize gelmediği için görmezden geldik. #Gezi sürecindeki üretim de sanatın namevcudiyetini, kralın çıplak olduğunu, sert bir şekilde yüzümüze vurdu. Bu açıdan bakınca, #gezi üretimini entelektüel çabalarla sanatsallaştırma çalışmalarını, bizim panikle bu gerçeği yok sayma çalışmalarımız olarak okuyorum.

Gelgelelim parkta gerçekleştirilmiş özsahici eserlere… Şükran Moral ve Genco Gülan’ınkiler gibi kabul göregelmiş sanat Gezi Parkı bağlamında üretildiğinde, “hayattan rol kapma”yla suçlandı. Zaten şiirsellik olarak “Kahrolsun bağzı şeyler” gibileriyle aralarında fersahlar olan bu işler, üzerlerinde yazılıp çizilmeye istek bile uyandırmayacak şekilde ayrık düştüler (Şükran Moral’ın bir performansı üzerinde bu kadar az yazıldığını en azından ben hatırlamam). Konumuza ilişkili olarak, böyle ayrık düşerken, sanatın yokluğunu da kanıtlamış oldular. Ben, şahsen, bu yüzden onlara teşekkür ederim.

Sanatın mevcut sanata benzerliği şeklindeki uygulamadaki tanımı, sanatta metalaşmanın logaritmik arttığı, kültürel bir kısırdöngüye sebep oluyor. Dolayısıyla, evet, sanat aynı olacak; çünkü #gezi sürecinde gözlemlediğimiz ayrıksılığın bize farkettirdiği ve #gezi dışında sanat yapıtıyla deneyimleyegeldiğimiz üzere, sanat yapıtı ile ilişkimiz yapıtın mitolojik-ekonomik gücüyle şekillenen bir ilişki. Soylulaştırma, ehlileştirme gibi #gezi sayesinde belirginleşen sorunsallar nedeniyle halihazırda sanat olarak kabul görmüş pratikler üzerine düşünsel çalışmalarımızı bir kenara bırakırsak; bir pratiğin –düşünsel değil ama– sanatsal değerinin, özünde, onun ekonomik değeri olduğu ortaya çıkıyor.

Sanatın varlığı belki kuşkulu, ancak insanlık tarihi boyunca yaratıcı pratiğin varlığı şüphe götürmez. Görece yeni kullanılmaya başlanmış “sanatsal pratik” kalıbı da adeta bu sorundan yola çıkarak geliştirilmiş bir dilsel-düşünsel çözüm.

Anlayacağınız, kültür üreticiler olarak kayda değer bir etkiye sahip sanat dünyasının sanatın neliğine ve etkisine dair ikiyüzlülüğü sürdürdükçe, her şey eski haline dönecek, sanat aynı kalacak. Bu üzücü ama ne yaparsınız ki yaratıcı pratik sanat olunca, ulu olunca, parlak olunca, iktidarın daha çok işine yarıyor. Bizi bu durumla göz ardı edemeyeceğimiz bir şekilde yüzleştirmesinde de #gezinin sanat için önemi yatıyor.

 

[1] Yazı boyunca, kişi olarak ve yapıt olarak “Duran Adam”ı büyük harflerle, eylem olarak duran adamı küçük harflerle yazacağım.

[2] Eylemin kategorik olarak anonim olması fikrine olası iki karşı-savdan ilki sanatçı kolektifleri. Bunların kolektif yapısı biricik sanatçı olgusundan bir uzaklaşmaya işaret etse de, her birinin icra ettiği belirgin sanatsal kimliği ve bu kimliği ifade eden ismiyle, sözünü ettiğim tür anonimlikten uzak bir yere düşüyorlar. Diğer olası karşı-savsa, #gezide kullanılan dilin “GTA’da polis döven nesle sataştın”, “velev ki ibneyiz” gibi örneklenebilecek öznelliği; ki buna da kişisel olanın bir çoğula işaret etmesi ve politik olması açısından karşı çıkılabilir.

[3] Claire Berlinski, “The Gezi Diaries: Erdogan’s Turkey Goes Medieval”,

http://www.thetower.org/article/the-gezi-diaries-erdogans-turkey-goes-medieval/

[4] Bu bir aradalığın sıkça göz ardı edilen gerçek karakteri ve, bununla doğrudan ilişkili olarak, forumların değerine dair bir yazı: Ziya Kaya, “Ranciere’i Selamlayarak; Gezi Parkı’na ‘İmkansız Kimlik’ Yakışır!”, Birikim Dergisi,
http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=975&makale=Ranci%E9re%92i%20Selamlayarak;%20Gezi%20Park%FD%92na%20%93%DDmk%E2ns%FDz%20%20Kimlik%94%20Yak%FD%FE%FDr!, 21 Haziran 2013.

[5] Kişisel bir dipnot olarak, ilişkisel ve benzeri ”Kestergillerden” pratiğin naif değil, tersine, ne derece politik olduğunu kanıtladığı için de Taksim Komünü’ne teşekkür ederim.

[6] Carlos Basualdo ve Reinaldo Laddaga. “Experimental Communities”, Communities of Sense, Ed, Beth Hinderliter, Willam Kaizen, Vered Maimon, Jaleh Mansoor, Seth McCormick, Duke University Press, 2009, s. 212.

[7] Begüm Özden Fırat ve Ezgi Bakçay, “Çağdaş Sanattan Siyasete, Estetik-Politik Eylem,” Toplum ve Bilim 125, 2012, 41-62.

[8] Tali yazı, yazarın imlemesidir.

 

Görsel 1: Taksim Komünü’nün haritalandırılmış noktalarında asılı sayısız “Fotoğraf çekmeyiniz” ibarelerinden biri. Fotoğraf: Selin Kocagöncü

Görsel 2: Üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, hala her baktığımda güldüğüm karikatür. Selçuk Erdem, Penguen, Sayı 562. Kaynak: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10151669832582486&set=a.388353002485.169123.10695312485

 


 

Daha fazla yazı yok
2024-11-25 01:14:00