Yönetmen Ron Howard ve senarist Peter Morgan, 2008 yılındaki Frost/Nixon’dan sonra yeni filmleri Rush (Zafere Hücum) ile bir kez daha hedefi tam 12’den vuruyorlar.
Her ne kadar biyografi türünün sinema için oldukça zor bir tür olduğunun farkında olsak da Rush’da bu konudaki becerileri pek de tartışmaya açık olmayan iki isim var karşımızda! Ron Howard, Cindirella Man ve A Beautiful Mind ile; Peter Morgan ise The Last King of Scotland ve Queen ile bu türdeki rüştlerini çoktan ispatlamış isimler. Bu bakımdan ikilinin yeni filmlerinin de bir biyografi olması bizim açımızdan çok da sürpriz bir tercih değil. Fakat gelin görün ki Rush’ın bir sinema projesi olarak beraberinde getirdiği bir zorluk daha var. Rush, aynı zamanda bir spor filmi ve biz biliyoruz ki sinema tarihinde bu türe ait iyi film sayısı parmakla sayılacak kadar az. Bunun temel sebebi biraz da spor filmlerinin çoğunlukla aynı formülü uygulaması aslında. Bu filmlerin tercihi, genelde hikâyelerinin merkezine yerleştirdikleri müsabakaları kullanarak seyirciye sürekli bir heyecan yaşatmaktır. Oysa doğru formülün bu olmadığını keşfeden birkaç başarılı spor filmine (burada iki yıl önce gösterime giren Moneyball ya da Clint Eastwood’un Million Dollar Baby’si hatırlanabilir) baktığımızda o filmleri türün diğer örneklerinden farklı kılan şeyin müsabakalar yerine karakter hikâyelerine yönelmeleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte, Rush’da tam da bu ayrımın farkında olan ve odak noktasını karakterlerine yöneltmiş “iyi” spor filmlerinden.
Rush, 70’li yılların efsane Formula 1 sürücüleri Niki Lauda ve James Hunt’ın rekabet hikâyesini merkeze alıyor. Hikâyesini 1970’in Formula 3 yarışlarından birinde açan film, önce rekabetin kökenini bize gösteriyor sonra da hiç vakit kaybetmeden ana hikayesini kuracağı 76 yılına sıçrıyor. Bu sıçrama filmin temposu açısından oldukça önemli. Çünkü çoğu biyografinin temel sorunu yaşam öyküsünü anlattığı şahısların ömürlerine bütün bir bakış atma çabası iken; Rush, henüz ilk dakikalardan itibaren derdinin sadece 76 yılı ile olduğunu saptayarak bu sorunu baştan çözüyor. Elbette, bu cesur tercihin asıl sahibi senarist Peter Morgan! Morgan, bu cesur tavrını yarış sahnelerinde de uyguluyor. Filmin bize başta gösterdiği Formula 3 yarışı dışında tamamını (elbette film zamanı ile) izlediğimiz sadece iki yarış var. Biri “meşhur kaza”nın olduğu Almanya yarışı biri de şampiyonun belli olacağı Japonya’daki final yarışı. Filmin bir spor filmi olarak asıl gücü de bu cesur tercih sayesinde doğuyor işte. Çünkü film geriye kalan bütün zamanını iki ana karakterinin hikayesine adıyor. Bu sayede her iki yarışçının karakteri de motivasyonları ve zaaflarıyla eksiksiz bir şekilde çiziliyor perdede. Lauda’nın mükemmelliyetçiliği de Hunt’ın gözü karalığı da eşit oranda izleyiciye geçiyor. Bunu yaparken de her iki karaktere de eşit mesafede durmayı başarıyor film. Ne kolaylıkla yanında yer alabileceğimiz (herkesin sevdiği yakışıklı jön tavrına sahip olmasına rağmen) Hunt’ın yanına itiyor bizi ne de Lauda üzerinden bir mağdur edebiyatı (kimsenin hoşlanmadığı çirkin ama çalışkan adam hikayesiyle) yapıp ona yanaştırmaya çalışıyor. Bu da iki ana karakteri olan bir film için elde edilebilecek en büyük başarılardan biri.
Rush’ın yönetmenlik tercihleri ise kesinlikle ayrı bir takdiri hak ediyor. Film, 70’lerin dokusunu görsel olarak layıkıyla sunuyor. Belli ki dönemin yarış görüntüleri iyi etüt edilmiş. Hatta filmi izlerken yer yer kimi görüntülerin (çoğunlukla genel planların) arşiv görüntüleri olup olmadığını bile sorgulayabilirsiniz. Yarış sahneleri için ise kaç kamera açısı kullanıldığını saymaya çalışmak pek de iyi bir fikir olmayabilir. Çünkü, Ron Howard bu sahnelerdeki gerçeklik hissini arttırmak adına o kadar fazla farklı plan kullanmış ki kendinizi saatte 285 km hızla giden Formula araçlarının içinde, yarışın tam ortasında bir yerde hissetmeniz olası. Üstelik Howard’ın yönetim başarısı sadece teknik alana da yönelik değil. Yönetmen, oyuncularından üstün performanslar almayı da başarıyor. Chis Hemsworth yani namı diğer “Thor” belki de ilk kez gerçek bir karakter yaratmayı başararak kendinden bekleneni fazlasıyla yerine getirirken Alman oyuncu Daniel Brühl ise canlandırdığı karakterin de sunduğu zengin malzeme sayesinde adeta parlıyor. Brühl, şansı yaver giderse bu rolü ile yardımcı erkek oyuncu dalında bir Oscar adaylığı bile kapabilir.
Filmin bu kadar artısının yanında eleştirebileceğimiz tek özelliği olarak ise yan karakterlerin oldukça cılız bırakılmasını sayabiliriz. Film, tüm dikkatini Lauda ve Hunt’a öylesine yoğunlaştırmışki hikayenin ilginç olabilecek pek çok yan karakteri es geçilmiş. Bu eksiklik özellikle filmin kadın karakterlerinde fazlasıyla hissediliyor örneğin. Hunt’ın ya da Lauda’nın eşlerinin hikayeleri üzerine neredeyse hiç kafa yorulmamış ve bu kadınların sadece filmin erkeklerini pist kenarında bekleyen (ya da beklemeyen) figürler olarak yansıtılması tercih edilmiş. Bu da karakterizasyona böylesine büyük önem veren ve iddiasını bu yönde ortaya koyan bir film için oldukça büyük bir sorun aslında.
Sonuçta, karşımızda son yıllarda izlediğimiz iyi spor filmlerinden biri var. Rush, gerek yönetmenlik gerek de senaryo anlamında izleyenleri tatmin edebilecek kuvvetli bir seyirlik. Hatta, Coen’lerin veya Scorsese’nin olmadığı daha zayıf bir senede karşımıza çıksa muhtemelen adı Oscar’ın kuvvetli adayları arasında bile geçebilirmiş. Bu şartlar altında ise adı muhtemelen senenin en iyi filmleri listelerinde sıkça yer alacaktır ama ödül olasılığı oldukça zor. Öyle ya da böyle karşımızda uzun yıllardır böylesini izlemediğimiz iyi bir yarış filmi var. Özellikle yarış tutkunlarına ve türün meraklılarına sinemada izlemelerini öneririm. Eski kuşak yarış tutkunları için belki John Frankenheimer’ın 1966 yapımı Grand Prix’sinin yerini dolduramayacak ama genç kuşağın Grand Prix’si ileride kesinlikle Rush olacaktır.