Lal Bahçecioğlu’nun, Viyana’daki Albertina Müzesi’nde gerçekleştirilen, Gottfried Helnwein retrospektifine dair izlenimleri…
Albertina Müzesi, 1948 yılında Viyana’da doğan ve Avusturya’nın önde gelen sanatçılarından sayılan Gottfried Helnwein’ın doğumunun 65. yılı nedeniyle 25 Mayıs – 13 Ekim 2013 tarihleri arasında, sanatçının Avrupa’daki ilk kişisel retrospektif sergisine ev sahipliği yapıyor.
Hiperrealistik çizimleri ve işlerinde başrolü üstlenen beyazlar içindeki yaralı çocuk figürleriyle tanınan sanatçının bu sergisini ziyaret etmek, ViennaFair Çağdaş Sanat Fuarı için Viyana’ya gelecek sanatseverlerin yapılacaklar listesinde ilk sırada yer almalı.
Sergide ilk olarak sanatçının ilk sulu boya işi olan Osterwetter‘le karşılaşıyoruz. Helnwein, 1969 yılında yaptığı bu çalışmayla Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’ne sınavsız girmeyi başarmış. Resimde beyazlar içinde iki küçük çocuk görüyoruz. Çocuklardan biri üzerinde kan lekeleriyle yerde yatarken; diğeri, elinde kana bulanmış bir bıçak, masumca izleyiciye bakıyor. Beyazlara bürünmüş savunmasız masum küçük çocuklar, Helnwein’ın işlerinde sıkça rastlayacağımız karakterler.
Nazi döneminde birçoğu çocuk olan 70.000 zihinsel ve bedensel engelli, T4 Operasyonu’yla ”Irk Hijyeni” adı altında zehirlenerek öldürüldü. Nazi Almanyası’nda zorla yapılan bu ötanazi programı ve beraberinde getirdiği insanlık değerlerinin sorgulanması Helnwein’ı derinden etkiledi. Bu nedenle resimlerindeki küçük ve savunmasız çocukları kurban olarak adlandırıyor ve onları eserlerinin ana teması haline getiriyor. Helnwein, bu kurbanları genellikle beyaz bandajlara sarılmış, hayal ürünü olan işkence malzemeleriyle deformasyona uğratılmış/hapsedilmiş olarak resmediyor.
Lebensunwertes Leben isimli eserinde dolu olan tabağa kafası düşmüş, elinde kaşığı ağzından salya akan küçük bir çocuk görüyoruz. Sanatçı burada yukarıda bahsi geçen T4 Operasyonu’yla Nazi Almanya’sında yemeğine zehir konarak ”acısız” öldürülen masum çocukları adeta ölümsüzleştiriyor.
1971/72 yıllarında, ünlü Alman sanatçı Gerhard Richter 48 Portraits isimli bir çalışmaya imza atmıştı. İsminden de anlaşılacağı üzere eser, modern zamanlarda sanat ve bilim dalını etkilemiş 48 önemli ismin siyah beyaz portre fotoğraflarından oluşuyordu. Fakat bu 48 önemli karakterin oluşturduğu grup sadece erkeklerden ibaretti.
Helnwein tam 20 sene sonra, 1991/92 yıllarında, Richter’in eseriyle aynı ismi taşıyan bir eser yarattı. Bu eser de 48 portre fotoğrafından oluşuyordu. Aralarındaki fark ise Helnwein’ın grubunun sadece kadınlardan oluşması ve fotoğrafların siyah beyaz yerine monokrom kırmızı olarak basılmış olmasıydı.
Sergide izleyiciyi etkileyen ilk nokta Helnwein’ın fotoğraf netliğindeki hiperrealistik çizimleri denilebilir. Fotoğraf olmadıklarından/yanlış okumadığımdan emin olmak için neredeyse her tablonun açıklamasını iki kere okudum.
Helnwein‘ın kullandığı renkler genelde siyah-beyaz tonları ve kırmızı. Her ne kadar böyle bir genellemeye soktuğumuzda kulağa biraz sıkıcı gelse de sanatçının bu renkleri kullanış biçimi gerçekten çok etkileyici. Hele beyaz rengin ekran netliğindeki parlaklığı ve aynı zamanda bir ölünün derisini hatırlatan solgunluğu çok çarpıcı bir etki bırakıyor izleyicide.
Bir başka önemli olduğunu düşündüğüm nokta ise eserlerin boyutları. Genelde düşüncem izleyicilerin büyük eserlerden daha kolay etkilendiğinden yanadır. İçerik, poz, an ve teknik bir yana, devasa bir eser ilk bakışta herkesin ilgisini çok kolay çekebilir. Nitekim sergide de görülebileceği gibi Helnwein da çoğunlukla büyük ebatlarda çalışmış. Bunu üzerine Helnwein’ın eserleri küçük olsaydı nasıl olurdu diye düşündüm ve yarattığı etkiden hiç ödün kaybetmeyeceğine karar verdim. Sanatçının eserlerindeki etkinin, boyutlarına bağlı olmadığını düşünüyorum.
Eserlerin sergilenişini başarılı buldum. Sergi, neredeyse 150 büyük tablodan oluşmasına rağmen, hiçbir şekilde sıkıştırılmış etkisi yaratmadı üzerimde. Beni tek rahatsız eden, bazı noktalarda serginin kendini tekrarladığını düşünmeme sebep olan benzer işleri görmek oldu. Aynı dönemde yapıldığı bariz olan ve birbirini anımsatan bir kaç eseri farklı aralıklarla beklenmedik eserlerin arasında görmek, bende bu etkiyi yarattı.
Her şeyi bir kenara bırakırsak beni en çok etkileyen nokta, sanırım sanatçının saf düşünme tarzı oldu. Eserlerini incelemenin yanı sıra kendisinin bir kaç söyleşisini dinleyerek bu kanıya vardım. Sanatçının kendisine sorduğu sorular, çeliştiği noktalar, anlam veremediği olaylar o kadar saf ve günümüzde alışılmışlıktan dolayı önemliliğini yitirdiği konular ki… En basitinden, mesela ”Bir insan nasıl küçük ve savunmasız bir çocuğa zarar verebilir ki?“ diye soruyor sanatçı. Günümüzde hayranlıkla izlediğimiz Amerika’da bile rutinleşmiş bir şekilde okulları tabancayla basıp genç çocukları öldüren saldırganlar var. Bu olaylar yaşanıp iki gün gündemde kaldıktan sonra yok oluyor, akıllardan siliniyor. Bir süre sonra insanlar, bunları duymaya alışıyor. Bu yüzden aslında çok doğal ve mantıklı olan “Neden? Nasıl?” soruları günümüzde karşımıza çıktığında ”Ne demek neden?“ deyip, sanki küçük bir çocuğun sorduğu saf bir soruymuş gibi cevabı geçiştiriyoruz.