2006 yılında çektiği bilimkurgu türündeki “Son Umut” ile sinemaya bir modern klasik armağan eden yönetmen Alfonso Cuarón’un dört yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığı yeni filmi, “Yerçekimi” nihayet vizyonda.
Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón’un adını, ilk olarak yönetmenin Hollywood’da çektiği Charles Dickens uyarlaması Büyük Umutlar ile duymuştum. Büyük Umutlar, o zamanlar Luhrmann’ın Romeo+Juliet’inin yarattığı edebiyat klasiklerini modernleştirme furyasının bir devamı olarak çekilmiş, çok da parlak bulmadığım bir filmdi. Bu filme o dönemde hakettiği önemi vermediğim için de açıkçası yönetmenin adını bir kenara not etmeye bile gerek duymamıştım. Bu kararımın bugüne kadarki en yanlış değerlendirmelerimden biri olduğunu ise sonradan anlayacaktım. Çünkü Cuarón, kısa süre içinde Ananı da ya da Son Umut gibi çektiği birbirinden iyi filmler ile sinema dünyasının kalburüstü yönetmenlerinden birine dönüşecekti. Bu ay gösterime giren yeni filmi, Yerçekimi ile ise Cuarón’un adını artık Kubrick ya da Cameron gibi sinemanın yenilikçi/kaşif yönetmenleri ile birlikte anmaya başlayabiliriz. Zira Yerçekimi’ni, sinemanın teknolojik imkanlarını sonuna kadar zorlamasıyla, adını sinema tarihine not düşeceğimiz bir “perde deneyimi” olarak tanımlamak mümkün!
Neredeyse 10 dakikayı aşan bir plan sekansla açılıyor Yerçekimi. Uzun planları kullanmayı sevdiğini önceki filmlerinden bildiğimiz Alfonso Cuarón için bile rekor bir “kesmesiz” süre bu. Tamamı uzay boşluğunda geçen bir filmin görsel dilini kurmak için ise harikulade bir tercih. Çünkü bu açılış sayesinde Cuarón’un görsel anlamda ne yapmak istediğini, asıl niyetinin ne olduğunu eksiksiz bir biçimde anlayabiliyoruz. Yönetmen, kamerayı tıpkı ana karakterleri gibi yerçekimsiz bir alanda asılı bırakarak ya da süzerek hareket ettirerek seyircinin gözünde gerçekten de uzay boşluğunda çekilmiş bir film etkisi yaratmanın peşinde. İşte, Cuarón’un peşine düştüğü bu gerçeklik hissi de Yerçekimi’nin en büyük iddiası. Öyle ki Cuarón bu konuda o kadar ileri gidiyor ki filminin genel izleyicinin gözünde etkisini büyük ölçüde yitireceğini bildiği halde –uzayda ses olmadığı gerçeğinden yola çıkarak– filmini sesten soyutluyor. Film boyunca ses olarak duyduğumuz tek öğe sadece astronotların telsiz konuşmaları. Yani, tüm o uzayda geçen büyük bütçeli Hollywood filmlerinden alıştığımız büyük patlama ya da çarpışma efektlerinden vazgeçiyor Cuarón. Filmini gerek görsel gerekse işitsel anlamda geleneksel biçimde kurmak yerine bilimsel gerçekleri temel alarak tıpkı bir belgeselmişçesine kuruyor. İlginç olan şey ise yönetmenin tüm bu tercihlerinin izleyenleri filmden uzaklaştıracağını düşünürken aksine bu tercihlerin üzerimizde daha iyi çalışıyor oluşu. Perdede deneyimlediğimiz filmin gerilimi ve dehşeti kesinlikle bugüne kadar izlediğimiz her şeyden daha gerçek. Yönetmenin bu yaklaşımına, artık yerli yersiz her filmde görmekten biraz sıkıldığımız 3D teknolojisi de eklendiğinde ise bu teknolojinin sinemada neye hizmet ettiğini ve niye var olduğunu anlayabiliyoruz nihayet. 3D, abartımı maruz görün ama biz Yerçekimi’ni perdede tüm görkemi ile izleyebilelim diye var işte.
Yerçekimi’nin herkes tarafından taçlandırılan yönetim ve görüntü yönetimindeki bu başarısına karşın filmin yurt dışında, yabancı basın tarafından en çok eleştirilen yönü ise filmin içeriğiyle ilgili. Filmin teknik alanlardaki bu sınırları zorlayan tavrına karşın hikâyesinin üzerinde çalışılmamış, basit ve tahmin edilebilir olduğunu ileri sürenlerin sayısı oldukça fazla. Oysa, kanımca filmin hikayesinin “basit” tutulmuş olmasının nedeni yine bu gerçeklik hissi ile doğrudan ilgili. Cuarón’un, oğlu Jonas ile birlikte yazdığı senaryo hiçbir fazlalığı olmayan bir “hayatta kalma” öyküsü anlatıyor. Kurmaca bir filmde olması gereken her türlü temel öğe var Cuarón’ların senaryosunda. Etkili bir geçmiş öyküsü, güçlü bir çatışma ve kahramanın yolculuğu gibi tüm gerekli öğeler mevcut filmde. Fazlası ise yok Yerçekimi’nde! Kurmacanın gerçeklikle kesiştiği alanı arttırmak adına olaylar her türlü süsten arındırılarak en yalın haliyle sunulmuş. Kaldı ki dünyada tutunacak hiçbir şeyi kalmamış bir ana karakteri, uzayın boşluğuna fırlatmak ve ona orada tutunacak bir şeyler aratmak fikri yeteri kadar orijinal zaten. Hiçbir sürprize ya da süslemeye ihtiyacı yok açıkçası. Bu bakımdan Yerçekimi, zaten birlerinin beklediği üzere hikâyesini süslemeye çalışsaydı peşine düştüğü şeyi, gerçeklik hissini yitirir, gücünden çok şey kaybederdi.
Sonuçta, Yerçekimi bu yıl perdede izlediğim en iyi filmlerden biri. Teknik anlamda ise sinemada kolay kolay rastlayamayacağımız, uzun yıllar sonra bile adını anacağımız bir devrim Cuarón’un filmi! Televizyon ya da bilgisayar ekranında etkisinden kesinlikle çok şey yitireceğinden mutlaka sinema perdesinde görmenizi tavsiye ederim.