“Yukarıdaki başlığı yanlış okumadınız, bundan on küsur yıl öncesinin meşhur üçlemesi. Bu yazı biraz karışık olacak; iki dost Mehmet ve Birol’lu yıllara, yani Tünel ve Geriş hattına, 90’lı yıllara döneceğiz…”
12 Eylül sonrası kendimizi yeniden bulmamız, gençlerin deyimi ile “resetlememiz” on senemizi almış, yurt dışına gidenler dönmeye başlamıştı. Entel kelimesi o sıralar kullanılmaya başlamış ve adeta toplum içinden bu entel-dantelleri çıkaracağının sinyallerini vermeye başlamıştı.
Tam da yukarıda anlattığım dönemde Pozitif kuruldu, üç genç arkadaş hayallerini gerçeğe dönüştürmek üzere yola çıktılar. Sonbaharla birlikte şehre Jazz gelmeye başladı. O sıralar ritüellerimiz de oluşmaya başlamıştı: İşten çıkışta Çiçek Bar yapılacak; Azmi ile selamlaşıp, Bayram’a sipariş verilecekti. Burada enteresan bir durum vardı. Herkesin yeri belli idi; barın sağında kim durur, solunda kimler bir arada olur bellidir. Konser saatine yakın herkes birbirini uyarırdı. Konser sonrası nerede toplanılacağı da belliydi: Ece’ye gidilecekti. Bu böyle sürüp giderken, Babylon girdi hayatımıza. Genci yaşlısı herkes ordaydı. Bu kez Babylon öncesi nereye gidileceği konuşulmaya başlandı ve Asmalı ile çevresi yeniden canlandı. Refik ve Yakup genç nesille tanıştı ve onlara meyhane kültürünü öğrettiler.
Kışın, hafta sonlarını Bodrum’da geçirmek de tam bu yıllarda moda olmuş, yurt dışından gelenlerin bir kısmı buraya yerleşmeye başlamıştı. Cuma akşamı, o zamanlar Maş Air’in Rusya’dan getirdiği, hani savaş filmlerinde gördüğünüz uçaklarla Bodrum’a kaçardık. Geriş köyüne yerleşenler sayesinde Yalıkavak ünlenmeye başlamıştı. Çavuş’un yerinde annenin mezeleri eşliğinde demlenip, dil balıkları götürülürdü… Sonrasında yolun uzunluğuna bakılmadan merkeze inilip Hadi Gari’de Helva Mehmet yönetiminde eğlenceye devam edilirdi.
Kış Bodrum seyahatlerinin önemli öznelerinden biriydi Birol Kutadgu… Kopenhag yıllarından sonra, güneşe sığınmıştı Geriş de… Son yıllarda gördüğü Bodrum’dan ne kadar memnundu bilmiyorum ama Akın Öngör’le çıktıkları seksen günlük Pasifik macerasını nasıl kıskandığımı hep söylerim. O yılların anısına zeytin ve rakı içmek lazım ama nerede…
Evde olmak en güzeli, şimdi çıkıp Kadıköy çarşısı yapmalı, Dicle Balık’ta şansıma palamut varsa alıp, güzel bir pilaki yapmalı. Bolca soğan-sarımsak biraz zeytinyağı ve karabiber topları… Küçük kırmızı turpların da tam zamanı; ince ince kesip tereyağlı ekmekle yemeniz tavsiye ederim. Bu geceyi hangi şarkılarla hüznümü yaşamalıyım bilemedim ama sanki biraz adagio kıvamındayım…
Bu haftaki yazı pek yemek yazısı olmadı biliyorum ama içimden geçenleri paylaşmak istedim.