A password will be e-mailed to you.

"El ele tutuşmadan tiyatro yapılamaz…"

Bülent Emin Yarar

Hamlet’i nasıl bilirsiniz? Elinde bir kafatası, varoluşu sorgulayan bir deli değil mi? İşte o deliyi mücevher gibi sahneye bırakıvermiş Işıl Kasapoğlu. Yaşamın her köşesini soru yağmuruna tutan bu Shakespeare eseriyle seyirciye evlenme  teklif ediyor. Her şeyin yanında sadakat ve evlilik kavramlarını sürekli tokatlayan bu eşsiz şiir, sahnede tek taş pırlanta gibi duran Hamlet’le tam bir izdivaç teklifi gibi. Açıkçası oyunun sonunda seyirci "Çok güzel şeyler söylediniz ama hayır ben almayayım" cevabıyla gidiyor evine…

Eseri tek kişilik bir metne dönüştüren Zeynep Avcı (ve tabii Bülent Emin Yarar ve Işık Kasapoğlu) tertemiz ve inandırıcı bir bütün koymuş ortaya; sade, insanca ve büyüleyici. Bülent Emin Yarar’ın etkileyici sanatı, insana "Hamlet de insanmış! Kanlı canlı, anlatan ve yaşayan bir insan!" dedirtiyor. Kuzguncuk’ta röportajımız boyunca mahalle sakinleriyle selamlaşan bu samimi adamdan da bu beklenirdi zaten. Bakın neler konuştuk…

 

Özlem Ünaldı: Rol size nasıl geldi? Ne düşündünüz?

Bülent Emin Yarar: Hamlet epeydir kafamda olan bir oyundu. Alkımdan çıkmayan bir oyundu. Shakespeare’in hemen hemen her oyunu öyledir benim için. Tabii ki bu her şeyi zaten bildiğim, üstesinden geldiğim ve zaten hazır olduğum anlamına gelmiyor. Ancak, her zaman söylerim, asıl buluşma ve tanışma sahnede çalışmaya başlayınca gerçekleşiyor. Karakterle ya da hikâyeyle oyundan önceki tüm ilişkiler mesafeli geliyor bana. Asıl bağ sahneye çıkınca kuruluyor. Ondan önce komşu gibi; bir "Merhaba" deyip geçmişsin gibi… Serüven provalarda başlıyor; arkadaş, sevgili, çocuk olmaya başlıyorsun.

Geçen sezonun sonunda, Işıl bana "Haydi Hamlet çalışalım." dediğinde hemen "Delirdin mi, ne bekliyoruz, yapalım!" dedim. Oyun bana geldiğinde kafamda sadece Hamlet’i oynamak vardı. İlk aşamada 6 kişilik bir oyuncu kadrosuyla çalışmayı planlıyorduk. Işıl bir yerlerde, ben de bir köy oyunu okuyordum. Zeynep Avcı da dâhil oldu bu okuma safhasında;  gerçekten çok değerli bir zekâ. Zeynep’in oluşturduğu metni de okuduk yine ayrı şehirlerdeyken. Sonra kast düşünmeye başlamıştık ki Işıl bana telefonda "Zeynep bunu tek kişilik yazmış." dedi. "Eyvah!" dedim. "Pişman olacağım bir şey mi yapmak üzereyim yoksa!" … Işıl beni sakinleştirdi; tavladı daha doğrusu; "Bir deneyelim, çözüm buluruz. Hayata biraz da bu gözle bak bakalım." diyerek beni bu yola soktu. Benim için yeni bir süreç başladı. Bütün metni bir de bu fikirle okudum. Üçümüz bir araya gelmeden önce biraz hazırlandım ve onlara okudum. O gün karar netleşti. Hamlet’i tek kişilik bir oyun olarak sahnelemeye karar verdik.

Bence tiyatroda artık olması gereken bu: Prova sürecinde birlikte verilen kararlara, süreçle gelen yeniliklere ve radikal fikirlere şans vermek. Bunlarla yoğrulmamız gerekiyor. Birbirine olan bağlılık ve inanç çok önemli; el ele tutuşmadan tiyatro yapılamaz.  Bunlarla sadeleşip berraklaşmalıyız. İçiniz berraklaşıyor çünkü… Birine bir şey söylemeyi bırakıp kendinize bir şey söylemeye başlıyorsunuz. Bana dokunan her şey başkasına da dokunacak çünkü.

 

Öyle de oldu bence. Tamamen insani bir Hamlet var oyunda. İnsana “Nihayet! Hamlet beyaz bir porselen değil, yaşayan bir deliymiş” dedirtiyor. Karaktere nereden yaklaştınız da yolun sonu buraya çıktı?

İnsan olarak tek sermayemiz kendi bedenimiz, kendi ruhumuz, içimizde hissettiklerimiz, gördüklerimiz… Başka bir malzememiz yok. O yüzden başka bir insan yaratmaya uğraşmıyoruz aslında her şey kendimizden çıkıyor. Kaynak ve cevher biziz. Ophelya da benden çıkıyor, Hamlet de… Gertrude da benim içimde bir yerlerde var, çünkü o da bir insan. Kraliçe de olsa, bundan yüzyıllar önce de yaşamış da olsa Hamlet’e "oğlum" diyor. Bir anne oğul ilişkisi var ortada; bunlar hepimizin tattığı, şahit olduğu şeyler. Bu eserdeki gibi bir tragedyayı deneyimlememiş olabiliriz fakat herkesin kendi tragedyası var. Kardeşimizle, sevgilimizle, sistemle yaşıyoruz bu çarpışmaları belki de. Tiyatro hayatın içinden çıkar.

Shakespeare her şeyi söylemiş; oyunculuğa kadar her konuda öğretiler vermiş. "Şunu yapın, bunu yapmayın." diye sıkı sıkı tembihliyor bizi birçok konuda… Daha ne desin adam?

Hep söylerim "Shakespeare döneminin en büyük anarşisti aslında." Birçok insan "Shakespeare"  adını duyunca "Öf! Hâlâ Shakespeare mi!" diyor. Olayla dalga geçerek, arkaik bularak, sıkılarak yaklaşıyor çoğu insan; sanatçılar da dâhil.


Bu oyun bence bütün bu fikirleri silip süpürecek.

Öyle bir derdim yok. Kendi hislerim ve oyunun giderek daha kuvvetli hale gelmesi önemli benim için.


O kuvvet şimdiden hissediliyor. Oyun boyunca hiç bir boşluk anı yok. Akıp dalgalanan bir hikâye.

Hiç boşluk yok evet. Ben bir orkestra gibi görüyorum bütünü. Küçük bir savsaklama ânı bile eseri hissizleştirebilir. Müziği kaybetmeden oyunu tamamlamak gerekiyor. Yaşamda da böyle bir akış olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki adımı ve süreci yaşamadan devamını getirmek pek sahici olmuyor; anların değerini sürekli hatırlamak gerek. Eh tabii insani bir şekilde es geçme tuzağına düşünüyoruz…


Yönetmeniniz Işıl Kasapoğlu. Prova sürecinde sizi şaşırtan fikirlerle geldi mi?

Gelmez mi! Ben de, Işıl da sürekli birbirimizi reddederek bu noktaya geldik. En çok da ben. İlk tepkim hep "Bir de bu mu! Bunu da mı istiyorsun? Hayır!" oldu. Bu Işıl’la bizim gizli bir anlaşmamızdır aslında. Bu retlerden sonraki uzlaşmalar güven sayesinde oluyor. O benim ilk seyircim. Bana karşı tamamen dürüst bir seyirci. Bence iyi yönetmen olmasının ilk nedeni dürüst bir seyirci oluşu. Yönetmen konuya böyle yaklaştığında, ilk anda itiraz dahi etseniz eve gittiğinizde düşünecek bir şeyiniz oluyor.

Işıl’la 1993’te Diyarbakır’da tanıştık. Macbeth çalıştık beraber. Yine bir Shakespeare eseri ile. Ben cadı oynamıştım; cinsiyetsiz bir cadı. O zaman da çok heyecanlanmıştım; Işıl "Herkes rolünü kendi seçecek." demişti. Elbette Macbeth oynamak istiyordum. Çok güzel bir ön hazırlık süreci yaşattı Işıl bize. Hiç alışık olmadığımız ve oyuncuya müthiş bir alan veren bir yaklaşımı vardı. Böyle bir alan tanındığında herkesin nasıl heyecanla ve bariyerlerden kurtulmuş olarak işin içine dâhil olduğuna şahit oldum. Tiyatroyu ilk kez öyle görmüştüm. Kimse "Rolünü seç." dememişti o güne kadar mesela. Her şey netleşene kadar bütün rolleri oynadım, bir türlü Macbeth sırası bana gelmedi. Kraliçe bile oldum yani. Böyle olunca her role hâkim oluyorsun tabii, metnin tamamı içine işliyor.

Macbeth’i oynamayacağımı hissettiğimde gizliden bozuldum biraz tabii ki. Sonunda bir provada oynadım Macbeth’i. Işıl hemen provayı iptal edip tüm hesaplarını değiştirdi. İçimden bir canavar çıktı, nasıl beklediysem o anı artık. Sonra cadıyı oynayacağım kesinleşti. Bu cadı, oyunun dümeni olacaktı ve çok ilginç bir şey çıktı ortaya. Ruhumdan, her şeyi oyuna dönüştüren, her şeye müdahale eden bir cadı çıktı. Biri öldüğünde cadılar ağlıyordu mesela. Çok hoş bir oyundu.

Sonra Cirano de Bergerac çalıştık Işıl’la. O da çok korktuğum, heyecanlandığım, mahvolduğum bir dönemdi. AMS’de oynadık. Çok değerli yıllardı… O iş hâlâ, hafızamızın bir yerinde. Belki bir gün yeniden gündeme getiririz.


Seve seve seyrederiz biz de. Şimdi bu oyunda yönetmen yardımcısı da sizsiniz. Reji olarak nasıl bir beyin fırtınası süreci yaşadınız?

Tamamen prosedür o unvanlar… Zaten birlikte geçen bir yaratım süreci bu sonuçta…
 

Bütün karakterleri oynuyorsunuz. Hangisinde yeni bir “Bülent Emin Yarar” keşfettiniz?

Her birinden tabii ki çok zevk alıyorum. Oyuncu kendisini çok kolay aldatabilir. Ağzımdan yalan bir şey çıkmıyorsa o aşkı, o keşfi yaşıyorum demektir. Her şeyden önce, profesyonel başladığında da aynı şeyi söylemiştim, Duşen Kovavaiç’e aşığım diye. Hâlâ aşığım gerçi. İnanılmaz bir yazar o. Hâlâ tüylerim diken diken oluyor. Benim için bütün buluşmalar aşk.

Shakespeare’e bir daha âşık olmak. Hem âşık olmak hem âşık etmek. Yalansız olan her şey beni heyecanlandırıyor. Ama ister istemez sıkışınca yalanlar söyleyebiliyoruz.


(Röportaja gülüşmeler ve yalanlar molası…)


Ostermeier’ ın Hamlet’i bazı oyuncu ve eleştirmeni rahatsız etti; bazılarımızın da kalbini fethetti.  Siz nasıl buldunuz?

Müthişti! Neyse ki Almanca bilmiyorum. Çünkü hep, önceden yapılmış bir şeyden etkilenirim diye korkarım. Seyircinin neden bu kadar çok güldüğünü anlayamadım gerçi. Çok başka bir şey yapmışlar ve çok samimi bir şey… Bahçe hortumuyla yağmur efekti yaparak, pet şişeden dökülen suda boğularak vs… Bunların hepsi müthiş. Bunlar çok önemli tercihler; oyuncuyu rahatlatan, arındıran şeyler. Oyuncunun dilediğinde seyirciyle baş başa kalma özgürlüğü, seyirciyi de rahatlatıyor. Ophelya’yı ve Gertrude’u aynı oyuncu oynuyordu oyunda. Bizimkine göre daha dışlak bir yöntem tercih etmişler; daha Brechtiyen bir dilleri vardı. O alaycılığın içindeki samimiyetti güzel olan zaten.


2014 yılındaki “insan”a Shakespeare’in hangi sözünü söylerdiniz?

Bence “Olmak mı olmamak mı…” diye başlayıp oyun boyunca devam eden cümleyi söylerdim. Sonunda şuraya geliyoruz çünkü; insan olarak elimiz kolumuz o kadar bağlı ki… Hepimiz öyle aynı durumdayız ki. Bilinç bizi korkak ediyor. "Düşüncemizin soluk ışığı bulandırıyor yüreğimizden gelenin doğal rengini… Ve sırf bu yüzden nice atılışlarımız bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyor." Bence bütün hikâye bu.


İçimden ağlamak geldi…

Tabii ki bütün hikâye bundan ibaret değil ama bu güzel bir özet bence. Acı ama gerçek…


Konservatuvarlarda bile Shakespeare metinleri öyle uzak ve yüksek bir yerden anlatılıyor ve çalıştırılıyor ki o şiirsel kelimeler ve insan ruhu bulaşamıyor. Sanatçı dahi bağ kuramıyor eserle çoğunlukla… Dolayısıyla seyirci için Hamlet, “entel dantel işi sıkıcı bir klişe” gibi algılandı hep. Bu kelimeleri ruha kavuşturduğunuz için, dilimize kazandırdığınız için seyirci adına teşekkür ederim…

Ah… Sağ ol… Beni utandırma lütfen.


Peki…

Bu arada dil demişken; Sabahattin Eyüboğlu "Shakespeare eserlerini defalarca çevirdim ve emin olun hala çevirebilirim. Onu anlamak öyle bir şey ki… Hep heyecan veriyor…" diyor. Evet. Her çalışıldığında yeninden anlam kazanan değerli eserler bunlar…  Bu oyunda Zeynep Avcı’nın metni getirdi son hal hakikaten çok kuvvetli ve eksiksiz oldu. Anlatma sırası en son oyuncuya geliyor bu durumda…


Şimdi Hamlet’i bir kenara koyalım. Sinema ile aranız nasıl? Sizi Reha Erdem’in filmi Korkuyorum Anne‘de ve Onur Ünlü’nün filminde izledim. Unutulmaz sahnelerdi. Şimdi bir film projesi var mı?

Vizyona yeni giren bir film var. Yunus Emre’nin hayatıyla ilgili bir film. Yönetmenimizin belgesel bakış açısıyla anlatmak istediği bir hikâye… Diğer filmlerimden çok farklı tabii ki… Yunus Emre çok önemli bir değer olduğu için dâhil olmaktan mutlu olduğum bir proje. Ben Taptuk Emre’yi oynadım. Yine tabii ki hangi yüzyılda ve nasıl yaşamış olursa olsun Taptuk Emre’nin bir insan olduğu gerçeğiyle yola çıktım… Farklı bir dil var tabii ki bu filmde; masalsı… Onur’un ya da Reha’nın sıçramaları gibi değil.


Absürt bir yanınız var, özellikle sinemada hissediliyor bu.

Herkeste var bu. Hepimiz absürdüz, groteskiz vs…  Reha da Onur da bu konuda birer renkti benim hayatımda. İkisi de farklı yerlerden bakıyor, ben de onlarla beraber bakıyorum ve bu çok hoşuma gidiyor.


Korkuyorum Anne
film ekibi için de özel bir iş miydi? Çünkü ben bu filmi sevip de sadece bir kez izleyen birini görmedim. Filmi seven herkesin bu filmle ilgili anısı var…

Öyleydi tabii ki… Reha çok farklı bir adam. Sinemada özel bir renk. Filmlerinin kendi ritmi var; duran, durup bakan, soğuk adamlar yoktur filmlerinde…


Hayat ışığı var sinemasında çok seviyorum.

Kesinlikle… Zaman zaman sataşıyorum hatta. "Haydi artık renkli bir şeyler daha yapalım!" diye… Jin‘i seyrettim son olarak; çok güzeldi.


Türk sinemasının yolculuğu nasıl gidiyor sizce?

Öyle büyük laflar etmeyi seviyorum. Görünen neyse o… Provalarımızı Cevahir AVM’deki sahnede yaptık. Sahnenin yanında sinema salonları var. Her gün bir sürü film gösteriliyor. Popüler dünyadan bahsedecek olursak, orada büyük bir savaş olduğu kesin. Uzaktan böyle görünüyor. Öbür tarafta ise çok büyük bir yalnızlık görüyorum. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. Belki bu yalnızlık bizi başka bir yere götürür. Azalır belki… Bir gün gerçekleşir mi bilmiyorum ama tiyatroda olduğu gibi bütün süreci birlikte soluyarak geçen ve yaratımı birlikte yapılan bir sinema dilini çok arzu ederim. Yani tek bir ağızdan çıkan değil de çok sesli bir sinema dili. O gün geldiğinde her şeyin çok güzelleşeceğini ve seyircinin de bundan kendi payını alacağını düşünüyorum. Öyle hissediyorum…


Ekranda yeni bir proje?

Yok. Bu sezon ekranda hiç bir şey yapmamaya karar verdim. 6 sene kesintisiz ekrandaydım, bu sürede hep tiyatro da yaptım. Bunu da öyle "Tiyatrosuz yaşayamam." diye yapmıyorum. Ben hayata öyle bakan biri değilim. Sürekli köye kaçan bir adamım ben ve oradan çok zor dönerim…

Tiyatroyu tabulaştıran bir bakış açım yok. Ben çok geç ve tesadüfen başladım tiyatroya. Opera öğrencisiydim, bir arkadaşım tiyatrodaki bir oyuna küçük bir rol için girmem için teşvik etti beni. Bir yandan da para kazanmak için girdim aslında. Sonra herkes çok cesaret veren güzel şeyler söyledi bana. İnsanlara güzel şeyler söylemek sihirli bir değnekmiş, anladım. Biz böyle şeyleri çok zor söylüyoruz. "Ne güzel gülüyorsun, bu işi ne güzel yaptın, senin şu yanını çok seviyorum." demiyoruz. Oysa o kadar önemli ki. Özgüven ve sevgi kaynağı bunlar… Kötü bir şey söylediğinizde karşınızdaki kişini elinden kocaman bir şeyi alıyorsunuz; kişiyi bir şeyden men ediyorsunuz. Çok tehlikeli bu…


Eğitmen bir sanatçısınız. Hangi yöntemi öğretiyorsunuz öğrencilerinize? Onlara en çok neyi hatırlatıyorsunuz?

Onları izlerken sahnedeki kadar heyecanlı ve mutlu oluyorum öncelikle… Yöntemlerden yararlanıyoruz tabii ki fakat her biri birer küçük kaynak bizim için. Her biri kendi yolunda egzersiz. Bunlara ne kadar ihtiyacımız olduğundan emin değilim. Ben bu tarzlardan biraz uzak kalmayı tercih ettim. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki; hâlâ bağıra çağıra konuşan, şangır şungur ağlayan, poz yapabilen capcanlı bir ülkeyiz. Sadece özümüzü yaşamayı becermeye ihtiyacımız var bence; kendimizi uzaklarda aramaya gerek yok. Kendimizi bir kaba sığdırmaya çalışmak sadece kafa karıştırıyor bence. Coğrafyamızda yeterince duygu hafızası var nasılsa. Kendi içimizdekini çıkarmalıyız. Toprakla olan bağımızı bir çözsek her şey yoluna girecek zaten.

Müşfik Kenter "İlk önce insan olun." derdi. Bunu ben de paylaşıyorum öğrencilerimle. "Hiçbir şey yapmayın, kendiniz olun. Her şey var içimizde, hepsine sahibiz. Hepimiz çok tecrübeye sahibiz. Bir bebek bile öyle çok tecrübe sahibi ki. Düşünün." …


Jung dünyaya her şeyi bilerek geldiğimizi ve yaşadıkça parçalandığımızı söyler ya…

Bilge varlıklar olarak doğuyoruz evet… Daha bugün kızımla konuştum. Bebekken ağladığında istediği her şeyi elde etmeyi öğrenmişti. Düşünebiliyor musun bir bebeğin tecrübesini…


Bu aralar ne okuyorsunuz?

Bu aralar hiçbir şey okumadım… Çok fazla oyun okurum ben. Son dönemde, genç oyun yazarlarını okuyorum keyifle… Mesela tatilde tesadüfen karşılaştığım Cem Uslu var; bana oyunlarını verdi. Okudum ve çok beğendim. Ebru Nihan Celkan’ın oyunlarını okudum son dönemde. Güzel metinler hepsi…

Küçük salonlarda yapılan işleri seviyorum fakat bu bizi büyük prodüksiyonlar yapmaktan alı koymamalı. Tiyatro çok kendi aramızda yaptığımız şeylerden de ibaret olmamalı… Tiyatronun başından çok şey geçiyor Türkiye’de. Küsmemek lazım. Bu engeller bizi hep daha iyi yerlere götürmeli.

 

HAMLET

YAZAN: William Shakespeare
ÇEVİREN: Sabahattin Eyüboğlu
YÖNETEN: Işıl Kasapoğlu
DEKOR-KOSTÜM TASARIM: Hakan Dündar
IŞIK TASARIM: Cem Yılmazer
DRAMATURG: Zeynep Avcı
YÖNTEMEN YARDIMICISI: Bülent Emin Yarar
ASİSTANLAR: Yasemin Taş, Cansın Bezircioğlu
OYUNCU: Bülent Emin Yarar
ORKESTRA: Yasemin Taş, Cansın Bezircioğlu
SAHNE AMİRİ: Özgür Ayaz
KONDÜVİT: Seyfetttin Akcan
IŞIK KUMANDA: Ozan Çelik
 

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 05:44:10